Hüseyin ALAN
YOLA REVAN OLMAK
Müslüman bilgeler geçmişte dünya hayatını bir yolculuğa, yolculuğun muhtelif hallerine, insanları da yolculara benzetirlerdi. Bu tarz anlatımda, yolcunun yol boyunca yapıp edeceklerinde dikkat etmesi gereken önemli husularla ilgili bir yol haritası sunulur, ilgi alanı ve hedeflere dair ilkelerin haritada belirtilmesine dikkat edilirdi. Dolayısı ile yolcunun yol güzerhanında, yolculuk çerçevesi ile sınırlı karşılaşacağı olaylar ve buna karşın uygun davranış şekilleri işlenir ve anlamlandırılırdı.
Geleneğin toplumsallığında Hristiyan ve Yahudi bilginlerinin de bu tarz betimleme yaptıklarını, filozofik tasavvuru bu çerçevede anlamdırılıp sınırlandırdıklarını da okuyor, görüyoruz.
'Vahy'e müstenit bilgi; 'yaratılışa', 'dünya hayatının amacına', 'hayatın değerine', 'hayatın sonuna', 'yeniden dirilişe' ve ebedi bir hayatın başlangıcına dair 'tek hakikatin' böylece bilinmesine ve bu bilginin uygulanmasına öncelik vermekte, dikkat çekmektedir. Dünya hayatı ve orada tercih edilip gerçekleştirilen yaşama biçimi, bu hakikate uyumlu, bu hakikatten referansla yaşandığı zaman, yol-yolcu-mekan filozofisini anlamak mümkün olabilmektedir.
Bu tarz düşünüş ve açıklamada, dünyanın bu kusursuz haliyle de olsa geçici bir süreliğine kurulduğunu, vakti saati gelince de başka bir hale dönüştürüleceğini anlamada daha bir kolaylık sağlamaktadır. Dolayısı ile dünyaya ve hayata bağlanırken-yaşarken- fazlası ile değil, ancak hak ettiği kadarı ile değer verileceği esas alınacaktır. Nihayet, içinde geçici bir süreliğine kalınacak mekanla, yolculuk hali dolayısı ile kurulacak ilişkiler, mülkün sahibinin gösterdiği yönde, buyurduğu işarette ve söylediği kurallarla uygun bir şekilde yürütülecektir.
Yol ve yolcu deyince; insan cinsinden kulların dünyada mekanın sahibi, maliki gibi davranış özgürlüğüne ve kudretine sahip olmadığını, öyleymiş gibi de hareket etmemesi gerektiğini açıktan açığa biliriz. Dolayısı ile, tıpkı dünyanın kendisi ve üzerinde taşıdığı tüm diğer varlıklar gibi bizlerin de konar-göçerlerden olduğumuzu, bu düzeni ve her şeyi yaratanın, yok etmeye de kadir olduğunu hep hatırlar, görürüz. Öyleyse, yaratana karşı diklenmenin, mülkün sahibine karşı nankörlük etmenin alemi ve sanki mülkün sahibi gibi ısrar da ne ola ki?
Yolcunun yol halini hatırlaması, hatırlatıldığında uyarılara kulak vermesi gibi bir özelliğe sahip olduğunu da biliriz. Fucuru ve takvayı önceden yüklendiğimize, iyi ve kötünün bilgisi ve ölçüsü ile donatıldığımıza göre, yapılan uyarılara iki karşılıktan, iki cevaptan birisini verdiğimizi de biliriz. Artık ya misafir- yolcu gibi haddini bilenlerden biriyizdir yahut mekan sahibine nankörlük eden ve haddi aşanlardan birisi.
Mekan sahibi gibi yaşamak ve davranmak ile, yolcu-misafir gibi yaşamak ve davranmak arasında, ak ile kara kadar uzak ara benzersiz farklar vardır. Hem bu dünyada hem de kurulacak olan gerçek ve ebedi dünyada. Arada bir yerde durmak mı; bu dünyada 'araf' yoktur. Ak gibi olmak yolcu ( teslim olan ) gibi olmaksa, kara gibi olmak da mülk sahibine öykünen ( küfreden ) gibi olmaktır! Arada olabilecek olanın nüans farkıyla 'müşrik' olacağını kestirebliriz. Yani, doğrudan karşı çıkan değil de, asıl problemli olan, başından beri vahyi kirleten ve vahye içerden düşmanlık eden.
Yolcu, misafir olduğuna göre; ferdi ve toplumsal çerçevedeki bütün davranışlarını, diğerleri ile kuracağı bütün ilişkilerini ve oralardan beklediği nihai bütün sonuçları, mekan sahibinin uyarılarına, işaretlerine, rızasına, onayına uygun değer ölçülerinde ve pozisyonda kurmalıdır. Hak olan da bu, hak olarak verilmesi gereken karşılık da budur. Yolcuya da bu tavsiye edilir.
Öyle ya; dünya denen mekan boş yere, oyun ve eğlence olsun diye yaratılmadığı gibi, sahip oldukları ile beraber insanlar da başı boş ve kendi hallerine bırakılmamışlardı.
Yaratılmazdan önce anılmaya değer 'bir şey' olmayan insan, gerçekte bir damla 'su'dan ibaretti. Korunaklı-rahim bir yere yerleştirildi. Bir çiğnemlik et oldu, ete kemiğe büründürüldü, sonra can-ruh verildi. İşitecek kulak, görecek göz ve idrak edecek bir kalp'e sahip kılındı. Güzel bir şekille şekllendirildi. İyi ve kötü özelliklerle donatıldı, halife olarak sorumlu tutuldu. İyileri tercih etme yolunda niteliğe sahip ve muktedir kılındı ama iradi serbestlik de verildi. Merhameti ile üzerine titizlenen bir ebeveyn eliyle korunup kollandı, nimetler emrine ram edildi. Ve dünya hayatına dair, kendine ait olmayan bir yığın donatılarla süslenmiş olarak kendi yolculuğuna böylece başladı. Demekki; yolcu, kendi başına hiç bir şey(di).
Fıtratına yüklenmiş olanlar, gönderilmiş elçilerle, kendisine ulaşan kitaplarla yeniden hatırlatıldı, uyarıldı. Dünya hayatında anılmaya değer bir insan olup olmamak, halifelik sorumluluğuna uygun davranıp davranmamak, artık kendi elindeydi; kitap'a tabi, elçiyi örnek alan, şerefli ve izzetli bir kul, ebedi kalacağı cennet yurdunu hak etmiş soylu, kişilikli ve onurlu bir mü'min olarak hakk'ın yanında, hakk üzere, hakk ehliyle birlikte, dolayısı ile şirkin ve zulmün karşısında olması gerekirdi.
İman edip teslim olmanın temel kuralı; Allah'ın tek ve gerçek yaratıcı olduğunu, ortağı ve dengi bulunmadığını, kudretinin herşeye yettiğini, rızıklara kefil olduğunu, eşyanın kaderine ve insanların ecellerine hükmettiğini, öldükten sonra yeniden dirilişi gerçekleştireceğini ve hesap göreceğini, sonrasında ebedi yurtluklar olan cennet ve cehenneme, hak edenleri sokacağını... ilaahir kabul etmektir. Yolcuya ilk hatırlatılan esaslar da bu olurdu.
Bu, aynı zamanda 'uluhiyet'in ve 'rububiyet'in, ancak Allah'a ait olacağını tastik, dolayısı ile 'ubudiyet'in de ancak Allah'a yapılması gerektiğine teslimiyettir. Bundan hemen sonradır ki, kendisine indirilen 'kitap'ı sürekli 'zikr'ederken, zikrin sahibine yönelecek ve bir tek ona rağbet edecektir. Artık 'ittika' ettiği Rabb'inin buyruklarına titizlikle uyarken, başına gelebilecek olanlara da 'sabr'eden bir yolcudur o. Kur'an bu tarzı benimseyenlere Mü'min, Müslim, Muslıh, Muhlis, Muttaki, Muvahhid, felahe ermiş, cennet ehli... diyor.
Yolu bu şekliyle yolculuğa döndürenler, diğer yolculara ve mekana ilişkin tutum ve davranışlarında; geçici olan dünya hayatının değerlerine değil, kalıcı ahiret hayatının değerlerine itibar ederek, onu gözeterek davranırlar. Dünyada sahip oldukları veya olacakları için kibirlenmez, titizlenmez ve övünmezler. Tersine, kaybettikleri veya kaybedecekleri için de üzülmez, kahrolmazlar. Bilirler ki; yaratıcı Rabb'leri, emretme gücüne ve yetkisine de sahip olarak, iyi ve kötünün ne olduğu, hayırlı ve şerlinin hangisi olduğu konusunda da hüküm sahibidir. Yine bilirler ki, kendileri iki halde de imtihan edilmektedirler.
Dolayısı ile dünya hayatının ( secularızm ) değerleri ile yola koyulup yolculuk yapanlardan, sahip oldukları ile övünüp yarışanlardan, bunun için müstağnileşenlerden ayrışırlar. Onları dost edinmez, onlarla uzlaşı gayretinde olmaz, onların yaptıklarını onaylamazlar. Tersine onları uyarmaya ve hatta engellemeye çalışırlar. Dolayısı ile onlarla karışıp onlardan olmaktan, onlarla birlikte helak olmaktan uzak dururlar.
Kur'an, iskan olunan iki tür hayatdan, yerleşilebilir iki tür yurt'dan bahseder; ilki, dünya hayatıdır ki ( ahiret'e kıyasla ) yakin olan, peşin olan, süresi kısa ve geçici olanıdır. İmtihan olunan mekan da dünyadır. Diğeri de, ( dünya'ya kıyasla ) uzak olan, vadeli olan, gelecek olan ama kalıcı ve ebedi olandır. İkisinden başka veya ikisi arasında başka bir alem, yurt veya hayat yoktur. Ölülerin konulduğu, haşr-diriliş gününde, içinde bir saat ya da daha kısa bir süre kaldığımızı fark ettiğimiz kabir, meskun bir mahal, yaşanılan bir yer-yurt değildir. Hatta bir uyku-ölüm halinin olduğu ve uyukladığımız bir süreçtir.
Dolayısı ile vahye, vahyi hakikate teslim olanlar, sanki ebedi yurtları imiş gibi dünyaya yatırım yapmaz, bunun için zaman ve emek harcamazlar ve dolayısı ile dünyevileşmezler. Güzel güzel eşleri, gösterişli binitleri, görkemli konutları, çokluğu ile övünülüp durulan servet ve evlatları, müslüman için asli bir değer, bir amaç değildir. Şayet bunlar ahirette bir fayda sağlayacak şekilde, bir araç olarak kullanılıyor, gerçek sahibinin gösterdiği yolda değerlendiriliyorsa bir nimettirler. Aksi durumda cehenneme götürücü bir yük ve belaya dönüşürler. Örneği peygamber olanlar, öğretmenlerinin yatırımlarının, hedeflerinin ve reflekslerinin nasıllığına dair konularda da öğretilenlere bakmalıdırlar.
Dünya hayatının geçici olması demek, müslüman kişinin dünyaya yatırım hedeflememesi de demektir. Yolcunun, yol azığı neyse, ki ona da Rabb kefil olduğu için o konuda endişeye mahal yoktur, dünya malı da o mesabede değerlendirilmelidir. İzzetini koruyacak, ona buna muhtaç ve yük olmayacak kadar edinilmesi ölçü tutulabilir. Allah'a güveni tam olanların, bu kadarcık şahsi gereksiniminin, kendisine gerek kalmadan, vesilelerle teminat altına alındığı konusunda kaygısı olamaz.
Dünyaya yapılan yatırımın, ancak dünyda bir karşılığı olacağı için, ahirette bir karşılığı, getirisi olmadığını unutmamak gerektir. Sahip oldukları ile böbürlenip övünenler gibi, tüm mesaisini o uğurda tüketip bitirenler, çoluk çocuk gailesi, muhannet tasası ile kendini yiyip tüketenler gibi, gailesi ve kaygısı dünyevi-cahili değerlerle kuşatılmış yolcular, azgın yolculardır. Sanki Allah yokmuş gibi olanlar ve davrananlar, bunlardır.
Yolcunun böylesi, her şeyi kendisinin hallettiğini, helletmesi gerektiğini düşünen, işin içine hırsını ve korkusunu da gizleyen şaşkınlar ve cahiliye üzerinde yarışıp duran kalabalıklara karışıp kaybolanlar gibidir. Banka hesabı kabarık olmalı, olabildiğince gayri-menkuller sıralanmalı, gavur mavur demeden devletle velilik ilişkisi sürdürülmeli, hiç olmazsa emekllik garantisi gözetilmeli, ne kötü başkalarına muhtaç olmayacak kadar da olsa biriktirmeli, ne olur ne olmaz toplumdan dışlanmamalı, genel gidişattan ayrışmamalı, dolayısı ile gelecek kaygısı filan bari taşımamalı... üç günlük dünyada beş günlük nafaka gerek diye dünyayı sağlama almaya bakmış atalar haksız da değiller hani!
Bu tarz yolculuk ve yol hali, varoluş gerçeğine, yaratılış amacına, üstün tutulması gereken değerlere ve teslim olunması gereken kurallara ters bir haldir. Dünya hayatındaki yaşama biçimini, vahyi değerlerle değil, ya küfrederek yahut vahiyle birlikte başka değerlerle karıştırarak anlamlandıran ve sürdüren yolcu budur.
Bu yolda Allah'ı veli, Allah'ı vekil kılmamak budur. Allah'a güvenmemek, Allah'ı yeterli görmemek, Allah'la beraber başka Allah'lar icat etmek, Allah'la beraber başka Allah'lara da kulluk etmek de budur. Bir başka deyişle işi kurnazlığa vurup 'kul'ca işi garantiye almak, ne olur ne olmaz işi sağlama bağlamak da bu demektir!
Bu bilinçle bilinçlenen, çevresinin etkisinde kalan, o tip bir çevreden rahatsızlık duymayan, dahası kendisini kuşatan tağuti sisteme ve inşa ettiği siyasi-sosyal-kültürel çevreye karşı hiç bir itirazi kayıt da düşmeyen, dolayısı ile benzerleri arasında yarışp dururken onların arasında kaybolup giden ve hayatını böyle tamamlayan bir yolcu ve onun gibilerin yolculuğu, nihayetinde ebedi azapla, kahredci cehennemle buluşacak bir sondur.
Yaratılış gerçeğine, hayatın amacına ve Rabb'in koyduğu değerlere karşı çıka çıka yolculuğuna devam edenler; tuğyan edip rabb'lik taslayanlar, sahip oldukları ile azgınlaşanlar, haddi aşıp kendini kural koyucu sananlar, iktidarı ve serveti her şey sanıp biriktiren ve onlara güvenip müstağnileşenler, arkadan çekiştirip yalan yere yemin etmeyi meslek edinenler, ahde vefasızlığı ve aldatmayı maharet sayanlar, zayıfları ve kadınları ezip haklarını gasp edenler, kazançta ve harcamada bize kimse karışamaz diyenler, ölçü ve tartıyı yanlış tutanlar, yetim ve yoksulu gözetmeyenler, yalancı şahitlik edip duranlar... hem Allah'a verdiği sözde-şehadette durmayıp Allah'ın hakkını gözetmeyenler ve dolayısı ile hem de kullarına karşı zalim olanlar! ne kötü yolculuk yapmaktalar ve ne kötü yol halindeler...
Vahyi ölçülere ve peygamberi örnekliğe göre yolculuk edenler, bu ölçülerle yaşayıp bu ölçülerle menzile koşanlar, yaratılış gerçeğine uygun yaşamış, ebedi müjdeyi hak etmiş, vuslata ermiş olacaklardır. Akıllı olana, aklını kullanana, tefekkür edene, tezekkür edene, tefakkuh edene; etrafta olup bitenlere, metruk olmuş karyelere, bizden de güçlü nice eski topluluklara ve tarihi kalıntılara bakıp gerçeği, tek hakikati idrak edene, yolculuğunu dosdoğru istikamette, 'zikr'ederek yapması yakışır. Ki umduğuna nail ola.
Müslüman olmak, olup bitenlerin farkına varmak kadar, olabilecek olanlara müdahil olmak da demektir. Peygamberin şahitliğine şahitlik edenler, diğerlerine karşı kendi şahitliklerini de göstermelidirler. Halifelik sorumluluğu da bunu gerektirir. İnsani özelliklerimizi hatırlayıp, yaratılıştaki niteliklerimize dönmek ve asırlardır süren acziyetten ve edilgenlikten kurtulmak, şahit-müslüman olarak da yakışanı yapmak olarak algılanmalıdır.
Her daim yeni bir başlangıç, her daim yeni bir çıkış mümkündür ve hayat, ilelebet zulmün iktidarında-sorumluluğunda yürümez. Zalimlerin hükümranlığı, mazlumların teslimiyetinden geçmektedir. Unutmayalım ki zalimler, görece güçlülüğünü, mazlumlardan mazlumiyeti benimsemelerinden alırlar. Hakikatlerle oynamak, kavramların içeriğini tekellerinde tutmak, zihinleri yönlendirmek, kalabalıkların nasıl yapmaları gerektiğini göstermek, doğru ve yanlışların ölçüsünü koymak ve tabii ki bunun propagandasını çok iyi yaparak yönlendirmek, zalimlerim en büyük ve ortak özellikleridir.
Vahyi değerlerle kuşanmış, izzeti Allah'a teslim olmakda bulmuş ve vahyi değerleri ayakta tutmaya azimli yolcular, zihinlerini esaretten kurtardıkları gibi, dünyevi yaşam tarzlarını da farklı tutarlar. İşte bunlar unutmamalı ki, ifsada uğramış ve yaşayış tarzını sırat-ı müstakim sanan nice yolculara, bir taraftan hak yolu hatırlatacaklar, öte taraftan da kendileri hak üzere şahitliklerini göstereceklerdir. Bu işde onların sorumlulukları vardır.
Kafirlerle dost olmadan, haddi aşanlara karışmadan ama onların fesadına karşı çıkarak, hak ölçüler ve değerler konusunda uzlaşmadan, hak olanı yaşayarak da onlara hatırlatmaya devam etmelidir. İşte bunlar, kendileri doğru yolu tutturan ve doğru yolculuğa devam edenlerdir.
Yolcunun da güzeli, geçim ehlisi, birlikte olmaktan mutlu olunanı olduğu kadar, güven duyulanı, huzur bulunanı vardır. Geçimsizi, şirretlisi, huzursuzluk vereni olduğu gibi. Şu dünyada yolculuk halinin en güzel yol arkadaşı, olsa olsa müslümanlar olur. Allah'dan sakınan, onun emirlerine teslim olan yolcu, ahiret hesabı gözeterek ve karşılıksız iş tutarak muamele eden bir arkadaştır da ondan. İmanı sonrası sükun bulmuş kişiliği, güven veren yakınlığı, yardımcı olan tarzı ile aranan birisidir o. Yanlışı hatırlatan, kusurları örten, doğruyu gösteren, asla aldatmayan, zulmün karşısında duran, zalime başkaldırıp mazlumu koruyan, her alanda adaleti temsil eden... ondan başkası mıdır ki? Ondan iyisini mi bulacak yolcular!
Dünya hayatı; dünyanın yaratılışı, yaratılışın amacı, hayatın değer ölçüsü, hayatın başı-sonu ve tüm bunların yaratanla, Allah ile olan ilgisine dair temel ilkeler dediğimiz sorulara verilen bir cevapla bir anlam kazanır. Bu, nasıl yaşamamız gerektiğine dair, sonumuzu da tayin eden bir kararlılık ve tercihtir. Verilen cevap ve yapılan yorumla ya bir müslüman, ya bir liberal, ya bir muhafazakar yahut bir sosyalist oluruz. Bu ilkelere ve sorulara dair her bir ideolojinin, dünya hayatına dair kendisine has bir cevabı ve yorumu vardır. İşte o cevap ve yorumdur ki, insanı ya müslüman yahut diğerlerinden biri kılar. Ama asla, müslüman topluluklarda çokça görüldüğü üzere, laik ve seküler tarzı benimsemiş, kişiliksiz ve tutarsız, iki arada bir derede bir insan tipi kılmaz.
İşte bu cevaba göre bir yaşama biçimini tercih etmiş olmaktayız. Dünya hayatımızı bu değerlere göre yaşar, bu değerlere göre ilişki kurarak bir başka yaşama biçimi ve duruş üretiriz. Bu duruş biçimidir ki özgün bir toplumsal hayat, ona uygun bir politik idare talep eder, üretir. Bu dini temellere dayalı bir İslam ümmeti, birKur'an topluluğu demektir. Bu, aynı zamanda vahyi reddeden, insanlar üzerinde rabb'lik taslayan, münker üreten, fesadı yayan zalimler ve toplumsal düzenleri eleştirmek, teşhir etmek, karşı durmak, zulmü aşmak ve onlarla mücadele ederek değiştirmeyi hedeflemektir. Peygamberlerin öğrettiği din, rehberlik ettiği güzel örneklik de budur. Fesadı yayanlarla uzlaşmak, sürgit kötülük üretenlerle birlikte yaşamak değil, tersine, onları da uyaran biçimde hakk'ı temsil eden adaletin şahitleri olmaktır.
Toplumumuzda bir zamandır dini telakki bozuktur. Ortalama müslümanın dini bilgi ve birikimi Kur'andan, ondan edinilmiş sahih algıdan değil, geleneğin bozduğu algı ve yorumlara, modern düşünüşün daha da katmerli eklediği bozukluk ve sapıklıktan kaynaklanmaktadır. İnsan neslini bozan, insanlık halini zulme ve sömürüye dayalı bir toplumsal yaşayışa dönüştüren, sefaleti normalleştiren, şiddeti üreten, çevreyi kirleten, temiz su kaynaklarını kurutan, nesilleri bozan azgın, sapkın, müstağni iktidar sahiplerine ve düzenlerine, siyasi bir talepten yoksun, adil bir toplumsallık da sunamayan günümüz "müslüman"ı, bir taraftan acze düşüp geleneğe sığınarak var olmaya çabalarken, diğer taraftan da modern kuşatmaya razı gelmektedir. Zillet içinde yaşamayı içselleştirmiş olmakla kaale alınmamayı da haketmektedir.
Günümüze, fesadın hakim olduğu fetişleştirilmiş modern hayata verecek bir insani cevabı olanlar, henüz insani özelliklerini yitirmediğini göstermesi gerekenlerdir. Bunlar, herhalde sahici müslüman olanlardır. Bunlar ki; dinin "relıgıon" olmadığını, inanç ilkelerinin bir dünya hayatı düzenlediğini, mevcuda itirazının ve teklifinin dolayısıyla siyasi-toplumsal değerde olması gerektiğini, inşa edeceği yahut değiştireceği toplumun-şehrin-medeniyetin siyasi ilkelerle kurulması gerektiğini açıkça ortaya koyacaktır.
Bu günümüz insanının paradigmasının ekonomik değerle kurulduğunu, toplumsallığın ekonomk ilkelerle kodlandığını, hayatın en temel değerlerinin ve alanlarının da bu ekonomik değerlerle kuşatıldığını anlamak kadar, buradan başka bir çıkış olmadığını da görmesi, görebilmesi demektir.
Her şeye rağmen şeytanın hilesi zayıftır, biraz feraset! Zulümattan nura doğru yelken açmak isteyenlerin rüzgarı hep esmektedir. İnsanlık, hakka ve adalete koşanları, sorumluluklarını hatırlayanları beklemektedir.