Cemil ARSLAN
ZALİM VE MAZLUM
ZALİM VE MAZLUM
Zalim ve mazlumun mücadelesi, insanlığın doğuşundan günümüze dek varlığını sürdürüyor ve bu aşamadan sonra da sürdürmeye devam edecektir. Çünkü hak ile batıl, iyi ile kötü, doğru ile yanlış kavramları var olduğu müddetçe zalim ve mazlumun mücadelesi de sürekli olarak karşımıza çıkacaktır. Bu tarihsel ve sosyolojik bir olgudur/vakıadır.
Habil ile Kabil’in mücadelesi; insanlık tarihinde zalim ve mazlum kavramlarının gündeme gelmesine, diyalektik ayrışma, çatışma ve çarpışma sürecinin zuhur etmesine, yerleşik hale gelmesine ve yaygınlaşmasına sebep teşkil etmiştir.
Zalim Kabil'le mazlum Habil’in her ne kadar kardeş olsalar da birbirleriyle anlaşmazlığa düşmesi, Kabil’in Habil'e karşı yapmış olduğu haksızlıklar, hatta öldürmeye kadar varan kin, nefret ve intikamı, bize asıl kardeşlik olan din kardeşliğinin, ümmet şuurunun önemini net bir şekilde vurgulamaktadır. Dolayısıyla, bu bağlamda sadece biyolojik/fiziksel kardeşliğin çok fazla da önemli olmadığı yansıtılmakta…
Zalim ile mazlumun varlığı, kaçınılmaz ve tabii bir süreçtir. Ancak günümüzdeki kadar yoğun bir şekilde yaşanmasının, insanlığı adeta tehdit edecek boyuta ulaşmasının ve adeta trajediye dönüşmesinin asla kabul edilebilir ya da tasvip edilebilir bir tarafı yoktur.
Bugün insani değerler, neredeyse tümüyle ayaklar altına alınıyor, işgaller, yıkımlar, işkenceler, baskı ve zulümler hakimiyetini devam ettiriyor. Egemen güçler, despotik idareciler, pragmatik politikacılar, oportünist zihniyetler, yerli işbirlikçiler, satılık kalemşorlar, bazı ilmiye(!) sınıfı, elit(!) tabakaya mahsus birtakım sapkın ve azgın insanlar, dünyevi/maddi/şahsi menfaatları uğruna her türlü davranışı gösterme temayülündedirler.
İşgalci ABD ile Irak, yine işgalci İsrail ile Filistin halkının mücadelesi de zalim ve mazlum örneğini bizlere tam olarak yansıtmaktadır. Bir tarafta ülkesi işgal edilen ve her gün yağmalanan Irak; diğer tarafta insanlık dışı muamelenin hemen her türlü örneğini uygulamaktan asla geri durmayan zalim Amerika...
Ülkesini müstevlilerin, şer güçlerin, emperyalist devletlerin ve yerli uzantılarının işgalinden kurtarmaya çalışan, açlık, yokluk ve yoksulluk içerisinde yaşam savaşı veren, kahramanlık destanları yazarak Irak’ı Amerika’ya adeta dar eden Müslüman Irak halkının ve halk desteğini tümüyle arkasına alan yılmaz ve sarsılmaz direnişçilerin var olma mücadelesi; tüm saldırı, ambargo, tehdit, boykot ve ablukalara direnç gösteren ve tarihin şanlı sayfalarına geçecek bu asil direncini ve duruşunu zerre kadar yitirmeyen Filistin halkının mücadelesi, haklı, üstün, şerefli ve izzetli bir davranış değil de nedir?
Türkiye’de başörtüsü yasaklarına, imam-hatiplerin önünün kesilmesine, insan hakları ihlallerine, siyasi ve sosyal yasaklara, darbe söylentilerine v.b. adil olmayan uygulamalara karşı etkin söylem ve eylem geliştiren ve bu mücadele sürecini ontolojik yapısıyla bütünleştiren bireyler, sivil toplum kuruluşları veya gönüllü oluşumlar da mazlum konumunda telakki edilmelidir.
Zulme rıza göstermek, zalimlikle eşdeğerdedir. Bu durum, bu gün maalesef bir çoğumuzun sergilediği normal bir “davranış kalıbı” haline gelmiştir. “Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” anlayışının yaygınlaşması, dünya halklarının bir “değerler çatışması” yahut “değerler kaybı” içerisinde olduğunun en büyük kanıtı olsa gerek. Her insan, sadece kendi hak ve menfaatini korumak ve kollamak gibi bir sorumluluk ve eylem bilincine sahip ise; o halde toplumsal birliktelik ve bütünlükten, din kardeşliğinden, ümmet bilincinden, hülasa Müslümanlıktan nasıl söz edebiliriz? Bu da ayrıca tartışılması ve üzerinde ehemmiyetle durulması gereken önemli bir konudur, diye düşünüyorum.
Sonuç itibarıyla; her türlü zulme ve haksızlığa karşı çıkmak; güçlü olanın değil, mazlum olanın yanında yer almak, bir insan/Müslüman olarak hepimizin temel gayesi olmalıdır. Bu duruş, sadece bireylerin değil, aynı zamanda devletlerin de temel felsefesi haline gelmelidir. Bugün, yapılan zulümlere, yağmalara, işkencelere ve çeşitli hukuksuz davranışlara karşı duyarsız olanlar, yarın aynı olumsuzlukların kendilerine musallat olduğu zaman feryat etmelerinin, bağırmalarının, çağırmalarının, hoplamalarının, zıplamalarının hiçbir anlamı, değeri ve önemi mevzûbahis olamaz.
Herkes, sadece kendi ektiğini biçecektir, yanlış yaptığının yahut doğru yapmadığının cezasını çekecektir. Bunun içindir ki; belalar, afetler, felaketler veya musibetler başımıza gelmeden önce önlemimizi almalı, kendi muhasebe ve muhakememizi yapmalı, “zulümle âbâd olunmaz” özdeyişini zihnimize kazımalı ve tüm cihana yaymalıyız. Mesûliyetlerimizin bilincinde olmalı ve üzerimize düşen görevleri mutlak surette harfiyen yerine getirmeliyiz…