Bugün günlerden 15 Temmuz…
Bundan tam sekiz yıl önce bugün, Türk Silahlı Kuvvetleri bünyesinde kendilerini Yurtta Sulh Konseyi olarak tanımlayan bir grup asker, Türkiye’de askerî bir darbe gerçekleştirmeye çalıştı. Askerî güçler ve polisler arasında yoğun çatışmalar yaşandı. Cumhurun başı, laik-demokratik modern Türkiye Cumhuriyeti rejimine sahip çıkmaları için halkı darbeye karşı direnmeye çağırdı. Sonradan ‘Direnişten Dirilişe’ adlandırmasıyla belgeseli yapılacak olan bu darbe teşebbüsünün diğerlerinden ayrıştığı dönüm noktası da, halkın sokağa dökülmesi idi. ‘Fi-sebîli reis ve demokrasi’ canını seve seve feda eden bu sivillere ateş açıldı. Eski ulu önderin ismini alan havalimanı darbe girişimine kalkışanlar tarafından ele geçirildi. Boğaziçi köprüsünde tanklar yürüdü. TRT muhabirinin “millet iradesinin tecelligâhı” tanımlaması yaparak uluhiyet(!) yüklemeye çalıştığı Meclis, birkaç kez bombalandı.
Başkaldırıyı düzenleyenlerin içerisinde, (ordu içerisinde elli küsur yıldır yapılandıklarını sağır sultanın bildiği) Gülen camiasına mensup komutanların, subayların ve pilotların olduğu görüşü, hızla yayıldı ve kabul gördü. Allah’ın mescidlerinde Allah’ın adının anılmasına engel koyanlar, derhal cami hoparlörlerinden sürekli selâ okunmasını emretti. Milletin birliğine ve iradesine sahip çıkılması yönünde yapılan bu çağrılar işe yaradı da… Laik-demokratlar bir an önce reisin başlarından indirilmesini bir umut evlerinde beklerken, dini bütün muhafazakâr kesim yeni ulu önderlerine sahip çıkmak için sokaklara çoktan çıkmıştı. Türkiye’nin her tarafından tankların önüne atlayan, askerlere geçit vermeyen, meydanları hınca hınç dolduran kalabalıklara ait kareler geliyordu. Sonunda o gece bu girişim hükümetin önlemleri ile başarı ile bastırıldı. Darbe günü toplamda 300’e yakın kişi öldü/öldürüldü… Halk, düşmanı yeniden denize dökmüş olmanın vermiş olduğu coşku ile onlarca gün meydanlarda “demokrasi” nöbetleri tutmaya devam etti. Endişe ve acılarla hafızalara kazınan bu tarih, resmi makamların web sayfalarında “Cumhurbaşkanımızın liderliğinde, milletimizin ortaya koyduğu üstün cesaret ve kahramanlıkla bertaraf edilmiştir.” ifadeleri kullanıldı.
Sonradan ismi, ‘Demokrasi ve Milli Birlik Günü’ olarak belirlenen bu direniş, Türkiye’nin artık yeni zafer bayramı idi. Kimin neye ve kime karşı, hangi zaferi elde ettiğini bilmediği bu olayda, daha düne kadar salya sümük ‘hocaefendi’ lakabıyla dinlediği bir adama karşı, şuursuz ama kendilerine göre haklı bir öfke vardı. Reis’in(!) ulu önder kültü, halk nazarında perçinlendi. Laik Kemalist cenahın ‘milli şef’ ünvânının diğer mahallenin zihnindeki karşılığı artık Erdoğan’dı…
Olaylı gece sonrası, tüm yaşananlar çok tartışıldı, haliyle çok konuşuldu. Ayarlı darbe diyen de oldu, her şey bir mizansen idi diyen de. Bütün bu tartışmaları bir kenara bırakırsak, bu tarihi gece ile birlikte Türkiye Cumhuriyeti rejiminin hırpalanmış ve kaybedilmiş itibarını onarmaya kendini adamış bir hükümetin on dört yıllık emeğinin karşılığı olduğunu söyleyebiliriz. 28 Şubat sürecinde Müslümanların sistem ile olan artan mesafesi bu dönemde hızla kapatılmaya çalışılmış, ‘cumhuriyet rejimi’nin Müslüman kitlelerde açtığı onulmaz yaralara hızlı pansumanlar yapılmış, rejimin dayandığı şirk temelli ‘altı ok’ yerine, AKP’nin ‘Türk Rabiası’ ikame edilmiştir. Hakimiyetin kayıtsız şartsız Allah’a ait olduğuna dair bilinç, ‘milli irade’ metaforu ile yer değiştirtilmiş ve 15 Temmuz günü zirvesini yakalamıştır.
O tarihten bu tarafa geçen sekiz yıl içerisinde, Erdoğan ve ekibi 15 Temmuz gününü yeni dönemin nişanesi olarak kullanmayı çok iyi bildi. Mustafa Kemal’e suikast teşebbüslerini aratmayacak nitelikle reisin de saldırıya uğradığı, her akşam TV ekranlarında anlatıldı. Toplamda iki yıl süreyle ilan edilen OHAL süreci, istenen her türlü yasanın tek bir makam tarafından çıkartılabilmesine izin veren yeni başkanlık sisteminin habercisi gibi idi. Bugüne dair yeni bir logo tasarlandı. Sinema filmleri ve belgeseller yaptırıldı. Anlayacağınız, insanların hafızasından çıkmaması için gereken hiçbir şey esirgenmedi. Erdoğan her fırsatta, her mitinginde bu ‘ PDY–paralel devlet yapılanması’ ismini verdiği yapıya karşı kurşun gibi sözler sarfetti ve ‘Rabia’–tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet- işareti ile insanlardan söz aldı, söz verdi. Türklük soslu ve dinsiz bir biatleşmenin akabinde de, ülkenin ülkücü kesimleri ile olan koalisyon zaten kendiliğinden geldi.
Geçen süreç içerisinde (işin bizzat içinde olanlar tarafından edindiğimiz bilgiye göre), son beş yılda orduda ‘FETÖ ile mücadele’ adı altında namaz kılan kesimler tamamen tasfiye edildi. Hukuk mensupları, baro ve HSYK üyelerinin artık tamamen ulusalcı bir zihniyetin elinde olduğunu dillendiriyor. Bir paralel devlet yapılanmasından, bir başka paralel devlet yapılanmasına geçiş yaşandı. Ancak gerek insanlar, ilahiyatçılar, kanaat önderleri(!) ve gerekse de idareciler, vatanlarının işgaline ve ‘paralel devlet’ olarak isimlendirilen yapılanmalara karşı duyduğu öfkenin bir benzerini, Allah’ın dinine paralel bir din inşa edilmesine karşı hiçbir zaman göstermediler/gösteremediler. İktidara ortaklık düşüncesi onları rahatsız ederken, Allah’ın iradesine ve iktidarına şirk koşmayı öğreten Gülen camiası gibi oluşumların itikadı düşüncelerine yönelik tek bir eleştiri mevzu bahis edilmememesi, başlı başına ele alınması gereken önemli bir mevzu olarak öylece duruyor.
Son olarak, polis okullarının mezuniyet töreninde zehir tacirlerine ve terör örgütlerine karşı verilen mücadelelerden bahsettiği konuşmasında Erdoğan, Botaş önünde protesto yapan ve Filistin’i destekleyenlere polisin tutumunu ve Taksim’de yerlerde sürüklenen başörtülü kadınlara polis şiddetinden tabii ki bahsetmedi. 28 Şubat’ta başörtüsü mağduriyetinden beslenerek iktidara yerleşenler, 15 Temmuz gecesi tankları süren başörtülü cengâver ablaları da parti maskotu gibi kullanmayı başardı. Ancak aynı yönetim, darbecilere reva görülen polis şiddetini Adana’dan Gazze’ye destek için külliye önüne gelen Fevziye ablalara da görebiliyor. Sistemin başörtüsü sevgisini ancak kendisine biat ettiği ve izin verdiği sürece geçerli olduğunu göremeyen kitleler; eğitimde, sanayide, hukukta yaşanan ulusalcı yenilenmenin taşları arasında çoktan öğütüldü bile..
Allah Rasulü’nün veda hutbesinde; ‘Arap olanın Arap olmayana bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvadadır. Müminler kardeştir’ hatırlatmasını gözü yaşlı anlatanlar, AKP iktidarı sürecinde ulusal kimliklerini yeniden hatırlamaya ve hatırlatmaya başladılar. İslam’ın tevhid sancağı altında birleşmek yerine Türk bayrağını tercih edenler, 15 Temmuz günü ahidlerini tazelediler. Geçmişte ABD askerine yapılan “go home yankee!” tezahüratları, şimdilerde Suriyeli Müslüman mülteci kardeşlerine yapılacak boyuta evrildi. Türkiye’nin kuruluşundan beridir sahip olduğu kodların “İslam” ile tavsif edilemeyeceğini biliyoruz/biliyorsunuz. Bu rejimi temsil eden bayrak da Türk bayrağıdır. Dolayısı ile, benim diyen nice muvahhid Allah erine(!), demokrasi uğrunda nöbetler tutturacak kadar vatanını ve Türk bayrağını sevdiren bu süreci yöneten tüm kadroları gerçekten tebrik(!) etmek gerekir. Müslümanlar izzeti yalnızca Allah ve Rasulünün yanında ararlar/aramalıdırlar. Uğrunda ölünebilecek tek değer, İslam’ın yücelttiği değerlerdir. Bundan gayrısı batıldır. Rabbimiz bizlere, olayları hak ile değerlendirebilecek, bundan hayır çıkartabilecek ve bununla amel edebilecek basiret vermesini niyaz ediyoruz. Selam hidayete tabii olanların üzerine olsun.
(Venhar)