"Ebu Hanife, devlet zulmüne uğradı"
Müslümanların düşünme yeteneklerinin yavaş yavaş yeniden canlandığından, İslam Dünyası'nın ilim-fikr adamı yetiştirme/yetiştirememede geldiği son durumdan ve tektipleştirilmiş Müslüman tipinden bahseden Mengüşoğlu, özellikle hüsn-ü zan müessesesinin ayakta tutulması gerektiğinin altını çizdi. "İmam Ebu Hanife zulüm gördü her gün karakola gitti. O (devlet dili ile) resmî biri değildi. Örneğin, kapıdan birisi yanına girip ona soru sorabilirdi" diye konuştu.
09-12-2013
Konuşmasına Venhar’ın yeni oluşumunun ve yerinin hayırlara vesile olması duası ile başlayan Mengüşoğlu Malatya fikir kulübünün ne amaçla ve kimden esinlenerek ortaya çıktığını anlatarak başladı konuşmasına.
“İnsanlar devletle temasa geçmek yerine sivil örgütlerle temasa geçmeyi tercih eder. Yani Kayseri’ye gelen birisi valiliğin kurduğu yardımlaşma derneğinin yerine Venhar’a gelir. Daha sıcak karşılanır orada daha samimidir. Devletin yüzü asıktır her zaman. Dolayısıyla yeni Müslüman olmuş kavimlerin fertleri İslam’ı daha derinlikli öğrenmek istediklerinde devlete müracaat edemezler devletin kapısını çalamazlar ama devletin dışında, Numan bin Sabit adlı tüccarlar var. Onun kapısını çalmak çok kolaydır. Öyle ki geçen yıllarda bir televizyon kanalına çağrılmıştım. Yöneticisi benim sınıf arkadaşımdı. Kapıdan girerken tutun da, arkadaşımı görene kadar 3-4 kişiyle muhatap oluyorsunuz, aranıyorsunuz falan…
Benim çalıştığım yerler hiçbir zaman öyle olmamıştır, sekreteryam hiçbir zaman olmadı. İki adım attın mı, girersin dükkana… Ulaşmak kolaydır. Ebu Hanife de öyleydi. Devlet bu durumla baş edemiyor. Onu kendine çekmek ve resmi bir statü kazandırabilmek için kadı yapmak istiyor. İmam Ebu Hanife zulüm gördü her gün karakola gitti. O (devlet dili ile) resmî biri değildi. Örneğin, kapıdan birisi yanına girip ona soru sorabilirdi.
Ebu Hanife meclisindeki herkese sıradan fikrini sorar, en son kendisi fikrini anlatırdı ve sonra tekrar ikinci, üçüncü tur atılırdı ki; arkadaşlarının fikrini dinleyip de fikri değişen olabilir diye. Böyle böyle ağır basan hakikate yaklaşılan fikir (zann-ı galip) ortaya çıkardı. Böyle bir model var yaşanmış ve bizde (Malatya ekolünde) bu mevcut.”
İslam'ın yayılmasıyla farklı kültürlerinde gelmesiyle İslam’ın mistik bir havaya büründürüldüğünü ve İbni Arabi İbni Sina Farabi gibi bu işin felsefesini yapanların türediğine değinen Mengüşoğlu, “Bu gruplar gittikçe halkalaştı ve böylece herkesin fikrini söylediği vasattan çıktı Müslümanlar.” dedi.
Müslümanların tek tipleştirilmesini konu aldığı konuşmasında devamla şunları söyledi;
“Cenabı Allah her insanı biricik yaratmıştır herkes tektir her birimize ayrı ayrı özenmiştir her bir insan birer şah eserdir mucizedir. Bu anlamda Rasulullah'ın yakın mesai arkadaşlarına baktığımızda tırnak içinde “her biri ayrı bir yıldızdır” ve her biri hiç birinin aynı değildir. Fikirleri de karakterleri de mizaçları da aynı değildir. Her biri biriciktir. Ebubekir’e sıddıyk; Ömer’e Faruk demişlerdir. Onların öne çıkan mizanı karakteri odur da onun için öyle denmiştir. Ve her insanda farklı bir karakter mizaç ortaya çıkıyor ki olağan olan da budur fakat sonraki zamanlarda (tedvin dönemlerinde), tedvini de yapan devlet olduğu için ve çoğu kere İslam'ın temelinden kaymış “mistisizm” istikametinde tedvin yaptıkları için; tekkelerde insanları tornadan çıkmış gibi birbirine benzetmek için elinden geleni yaptılar. Mesela bugün Gülen cemaatinden olan birisini hemen tanırsınız. Hepsi birbirinin aynıdır. Yani; ifadeleri, söylemleri, karakterleri aynıdır…Ve hiçbir şahsiyet kimlik ibrazı yoktur. Hep başkasının diliyle konuşurlar. Hiç kendi diliyle konuşamazlar. Özgün fikri olan biri yoktur ama Hz.Ömer’in özgün fikri vardır. Öyle özgün fikri vardır ki, kendi hilafet döneminde bir takım ilahi vahiy üzerinde bile farklı yorum yapabilmiştir. Arada kaymalar vardır ama Müslümanlar İslam dünyasının yararına, her alanda çok ciddi ileri görüşlü insanlar yetiştirmiştir.
Mesela İbni Arabi gibi bir adamı yetiştirmiştir. Fikrine katılırsın katılmazsın, bu önemli değildir. O adam felsefesini yapıyor, çilesini(!) çekiyor, kaygısını taşıyor. Ve kendisi üretiyor bakın! Burası önemlidir. Orijinal bir üretimdir onun eserleri. Katılmazsınız olur biter… (Ki, ben katılmıyorum.) Ama alanının has adamıdır. Beri tarafta İmam Şatıbi vardır. o da kendi alanının hası bir adamdır. İbni Haldun vardır dünyaya sosyolojiyi öğreten adamdır. Ama Gazalî’ye Hüccetül İslam dedikten sonra İslam Dünyası’nda insan yetiştirme anlamında düşüş başlamıştır. O tarihten sonra bir tane gösteremezsiniz. Glenekçi tarihçilerin uydurma isimlerini saymazsak; müstakil olarak Osmanlılar’da birkaç isimden bahsedilir. Akşemsettin gibi meselâ… Ki onun da elle tutulur bir tane eseri yoktur. Tamamen abartılmaktadır Akşemsettin…
İlk defa Cemalettin Afgani , Muhammed Abduh, Reşit Rıza ile bir hareket bir cereyan başladı ve o cereyan sonrası Müslüman dünyada son yüzyılda, ciddi miktarda ciddi bir literatür üretildi (Elhamdülillah.) Hepsine katılmamız gerekmiyor. Şunu söylemek istiyorum Müslümanlar düşünmeye başladılar.
Daha önceleri hep şerh ve haşiye vardı. Bir tane eser yazıyordu. Çelebinin biri eseri alıyor, talebesi kenarına şerh geçiyor, biri alıyor haşiye yapıyordu. Böyle böyle bir eserden 20 kitap çıkartıyorlardı. Üstelik, şerhte de eleştiri yoktur; genelde o eseri destekleyici bilgiler ve notlar vardır. Orijinal bir eser üretsenize. Orijinal eser üretme takati kesilmişti Müslümanların ve sebebi de “Biz kim ki onlar gibi olalım” mantığıydı. Böyle dedikleri sürece, Müslümanlar tabii ki asla onlar gibi olamayacaklardı!
Ne güzel demiş Ebu Hanife “Onlar adamsa biz de adamız”. Sen demişler neyle hükmediyorsun? Allah’ın kitabıyla demiş İmam-ı Azam. Sonra? Mütevatiren peygamberden gelen bir şey varsa onunla demiş. Tek bir raviden gelen rivayete öyle hemen kapılmam. Metin kritiği yaparım, tenkit yaparım. Sahabenin dediğini de öyle gözümü yumup almam demiş. Peki sonra? Ondan sonra gelenler adamsa bende adamım demiş. İşte bunu söyleyebilen Müslümanlara ihtiyacımız var.
Fakat bunlar yavaş yavaş kırılıyor. Burada Venhar diye bir vakıf Kur’an evi varsa kırılıyor demektir. Burada hala şu saatte sesi kesilmiş bir adamı dinleyen bir grup varsa bu iş oluyor demektir. Yola girmiş demektir en azından. Tünelin ucundaki ışık görülmüş demektir ama o her şey demek değildir. Kervan yola çıktı ama biz neredeyiz?
İsterseniz hiç konuşmadan, hiç düşünmeden, hiç üretmeden yaşayalım arkadaşlar hiç hata etmeyiz. Peki cennete gider miyiz?... O zaman konuşacağız, üreteceğiz, yaratacağız, yanılacağız; yanıldıktan sonra yanılgımızı göreceğiz ve yanılgımızı gösterene teşekkür edip kendimizi tashih edeceğiz ki ancak belki gideriz. Bunun başka yolu yok. Efendi hazretlerine soru soramazsın diyerek susturulmuşuz.
İnsanların Allah'ın kelamından haberdar olsalardı, Tasavvufun da zamanında bu dine bu kadar kolay girememiş olacağını belirten Mengüşoğlu, tasavvuf kültürünü anlatmaya şöyle devam etti; “ Ulema bu topluma hakkı hakikati anlatmamıştır. Toplum dindar olmak istiyorsa ve ne yapacak? Gidecek tekkeye. Orda da cahil bir şeyh var. Hiç kültürü-bilgisi yok. Ama hali var, sarığı sakalı var. Zavallı halk ne yapsın. Halkın muhatap olacağı kimse yok. Ulema bugün de doğru bilgiyi saklıyor. Bir örnek vereyim. Süleyman Ateş’i Kur'an Araştırmaları Vakfı adına Bursa’ya davet etmiştil. Dinleyicilerin %99’u ilahiyat hocası veya talebesi idi. Bir tek ben başka alandan biriydim. Bir soru soruldu. Ateş, ‘Ben buna cevap vermem.’ dedi. ‘Neden hocam?’ dediler. ‘Burada halk var’ dedi . ‘Halkın olduğu yerde bu soruya cevap vermem’. Ayağa kalktım. ‘Hocam’ dedim. ‘Etrafıma baktım, hepsi ilahiyatçı bunların. Halk olarak bir tek ben varım. Ben çıkayım sen onlara söyle’ dedim. (Beni de tanıyor) ‘Ne demek istiyorsun Mengüşoğlu?’ dedi. ‘Ne demek isteyeceğim, niye halktan bilgiyi saklıyorsunuz?’ dedim. ”
Tarih boyunca bilgin farklı amaçlarla halktan saklandığını belirten Mengüşoğlu, bunun alimlerin itibar kaybetme güdüsünden veya Devletlerin saltanatlarını kaybetmemek için halkı tektipleştirme güdüsünden kaynaklanmış olabileceğine değindi. Örnek olarak da Osmanlı’larda hazırlanan Mecelle’nin, toplumda farklı mezheplerden insanların olmasına rağmen Hanefi fıkhı kaale alınarak hazırlandığını söyledi. (Konuşmasının bu bölümünde mezhebin kısa tarifini de yaparak ‘Herkesin ayrı bir gidişat yolu (mezhebi)nin olabileceğine’ de değindi.)
Müslüman’ın şiarı için, özellikle unutulmuş olan hüsnü zan müessesesini Müslüman’ların ayakta tutmaları gerektiğinin altını çizen Mengüşoğlu, ancak hayatta olan insanların ikaz edilebileceğini ve ahirete intikal etmiş olanların ancak eserlerinin tenkit edilerek hikmetli olanlarının alınabileceğini hatırlattı. Daha sonra sözü tenkitte itidalli(orta yollu) olmaya getiren Mengüşoğlu, sözlerine şöyle devam etti.
“Mesela Celalettin Rumi’nin eserlerine baktığımızda çok istifadeli menkıbeler, muhteşem şiirler gördüğüm gibi; çok yanlış yönlendirmeler, çarpık itikadî cümleler de gördüm. 1980-81 yılı gibi Konya’ya gitmiştim. Mikail Bayram benim yakın arkadaşım, dostum olur. Onu aradım. Dediler ki; ‘Abdulbaki Gölpınarlı ile Yusuf ağa kütüphanesinde kitapların tanzimi ile görevli.’ Neyse, gittim yanına… Arapça farsça kitapları tanzim ediyorlar. Sordum, sizde el yazması mesnevi var mı? diye… 6-7 tane farklı nüshası varmış ve görmek istedim. Çıkardılar tarih sırasına göre dizdik. 1300-1400-1500’lü yıllarda yazılmış. Ve şimdiki okuduğumuz nüshalarından bilirsiniz, girişinde "Bu Allah katındandır. Ona temiz olanlardan başkası dokunamaz" felan gibi bi söz geçtiği söylenir. En son tarihlilerden başladım incelemeye. Sonraki versiyonlarında olmasına rağmen, ilk eserde böyle bir şey yoktu. Yani orijinalinde böyle bir söz yok aslında ama daha sonradan (işte sevenleri muhitleri ne derseniz artık) birileri tarafından eklenmiş. Benim kişisel kanaatim Said-i Kürdi’ye de aynı şey olmuş olabilir. Dolayısıyla bu anlamda da bir insaf sahibi olmalıyız bunu da gördüysek söylemeliyiz.”
Son olarak da kendisi hakkındaki bir takım karalamalar ile ilgili de konuşan Mengüşoğlu; “Tarih boyunca bana dair eleştirilerin tamamı ‘gıybet’ olarak söylenmiştir. Özellikle ‘Düşünmek farzdır’ kitabımda, bütün kültür tarihinin temel felsefesi olan âşkı inkar ettim. Âşk diye bir kavramın Müslümanların literatüründe olmayacağını ve olamayacağını yazdım. 80’li yıllarda yayınlandı ve 6. baskıyı yaptı. O gün bugün bu kitaptaki âşkı inkâra dair ifadelerim hakkında en ufak bir yazılı eleştiriye rastlamadım. Ama şunu biliyorum, bana dair bütün haberleri ve bilgileri ketbediyorlar üstünü örtüyorlar; beni yok sayıyorlar. Arkamdan konuşuyorlar. konuşmalarıma gelenler de orada bir şey söylemiyor. Şahitliklerim bana bunu öğretti.” diyerek sözlerine son verdi.
Karşılıklı soru ve cevaplarla devam eden hasbihal, saat 22:30 gibi sona erdi.
(Venhar Haber)
YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !
İlginizi çekebilecek diğer haberler
- Siyonazi çetesi, Gazze'de gıda yardımı bekleyen sivillere saldırdı: 150 maktul 1000 yaralı
- Gazze İle Dayanışma ve Şehadet Gecesine Dâvet
- Gazze İle Dayanışma ve Şehadet Gecesi'ne dâvet
- İktibas’a bu cumartesi Ali Kaçar konuk oluyor
- Gazze’ye Yardım Kampanyası
- Siyonist vahşet: İnfaz edip çöpe atmışlar
- Adana ve Mersin seyahatinden sadra düşenler
- Kur'an Nesli İlim Merkezi'nin çadır yardımları Gazze'ye ulaştı
Makaleler
Hava Durumu