"Gidenin yerine neyin geldiğiyle de ilgilenmeliyiz"
Prof. Dr. Burhanettin Can: Bu sistemler gitmeli, buna hiçbir Müslümanın itiraz etmesi, “kalsın” demesi mümkün değil, buna hakkı da yok. Kur’an-ı Kerim’de en çok üzerinde durulan kavramlardan bir tanesi zulüm kavramıdır. Bu, olayın bir boyutudur, bunlar gitmeli. Fakat burada soracağımız soru, bunlar gittikten sonra kim gelmeli?
28-08-2012
Röportaj: Şükrü Hüseyinoğlu
Gündemin en sıcak konusu Suriye meselesi. Siz de tabii zaman zaman yazılarınızda bu konuyu değerlendiriyorsunuz. Emperyalist güçlerin bölgeyi kuşatma altına alma projelerinden bahsediyorsunuz. Suriye’de yaşananları nasıl değerlendirelim, bir tarafta despotizm, bir tarafta emperyalizm kuşatması tehlikesi, nasıl değerlendirmek lazım bu hadiseleri?
Şükrü kardeşim, bir kere bu duyarlılık için size ve İktibas ailesine teşekkür ediyorum. İktibas ailesi baştan beri hep hassasiyet göstermiştir, İslamî bir duruşu var, bir çizgisi var, bunun ömür boyu devam etmesi dileğiyle.
Şimdi, Suriye meselesi aslen olayın bir boyutu, bir parçası, bir kilometre taşı. Tabi kritik de bir konu. Bir tarafta diktatörler var, ben Tunus’tan başlayarak ifade ediyorum; Tunus, Libya, Mısır, Suriye, oradan Körfez ülkeleri, oradan Ürdün. Mesela şimdi Ürdün’den, birtakım ülkelerden hiç bahsedilmiyor…
Suudi Arabistan…
Suudi Arabistan hakeza, hepsi krallık ve despot yönetimler, halklarla bütünleşememiş yönetimler, aile ya da belli bir mutlu azınlığın yönetimi. Onun için bu coğrafyayı değerlendirirken en başta şunu söylemek lazım: Bu diktatörlüklerin hepsinin gitmesi lazım. Artı, Birinci Cihan Savaşı sonrasında İngiliz emperyalizminin önderliğinde kurulmuş bir sistem var; ya Batı kültürü/medeniyeti esaslarına göre kurulmuş, daha sonraki dönemde ise Sovyetler Birliği’ni, sosyalizmi referans alarak, İslam’la karıştırarak kurulmuş sistemler. Baas rejimi, Kaddafi’ninki gibi…
Bu sistemler gitmeli, buna hiçbir Müslümanın itiraz etmesi, “kalsın” demesi mümkün değil, buna hakkı da yok. Kur’an-ı Kerim’de en çok üzerinde durulan kavramlardan bir tanesi zulüm kavramıdır. Bu, olayın bir boyutudur, bunlar gitmeli. Fakat burada soracağımız soru, bunlar gittikten sonra kim gelmeli? Çünkü Türkiye bu konuda gerçekten tarihi olarak çok büyük bir zenginliğe sahip. İkinci Cihan Savaşı sonrasında İnönü’yle demokrasiye geçiş var. Ve 1950 ile beraber halk rahatlamıştır, bu doğrudur, buna hiçbir itirazım yoktur. Ama demir yumruklu diktatörler yerine kadife eldiven giymiş diktatörler sistemi gelmiştir.
Yine Batı adına
Yine Batı adına tabii. Türkiye’de sistem Lozan’la beraber kuruldu. Afrika coğrafyasındaki, Ortadoğu coğrafyasındaki sistem ise Birinci Cihan Savaşı sonrasında kuruldu. Her ne kadar bağımsızlık savaşlarıyla bir bağımsızlık alınmış ise de, o bağımsızlık verilirken sistemin değişmemesi şartıyla yer açılmıştır. Bu zinciri ilk defa kıran, bu coğrafyada ilk defa kıran İran’dır. Ayaklanmayla beraber ilk İslam devrimini yapmıştır.
İran İslam Devrimi olduğu zaman Saddam’ı İran’ın üzerine saldırttılar. Kimyasal silahla, her türlü teknolojik cihazı verdiler, tam sekiz yıl bir savaş sürdü. İran-Irak savaşı devam ederken Saddam kimyasal silah kullandı Kürt halkı üzerinde, meşhur Halepçe katliamı. Batı ses çıkarmadı, dünya ses çıkarmadı buna. Peki, kimyasal silah kullanmak yasak olduğu halde tamamen sivillerin üzerine kimyasal silah atılarak beş bin insanın öldürülmesine ses çıkarmayan Batı hangi insanlık davasını güdüyor, hangi medeniyet davasını güdüyor, bir kere bunu bir yere yazalım.
İkincisi, Cezayir’de FIS iktidara geldi, seçimle iktidara geldi. Bugün demokrasi diye dayatanlar o gün seçimle iş başına gelen FIS’i yasakladılar. Cezayir ordusunu, işbirlikçi orduyu kullanarak, Fransız ordusuyla birlikte inananları katlettiler, halkı öldürdüler, katliam yaptılar, bütün bunları yaşadık. O zaman burada şunu görüyoruz: Batının niyeti bu coğrafyaya insan hakları gelsin, şu gelsin, özgürlükler gelsin falan değil. Bu coğrafyada var olan zenginlikleri dağıtalım, sömürelim. Çünkü Batı bir noktaya geldi ve tıkandı. Batı, teknolojiyi tüketmeli, tüketim yoksa Batı ekonomisinin krize girmesi kaçınılmazdır. Peki, pazar nerede? Pazar, “Büyük Ortadoğu” coğrafyası denilen coğrafyada. Demek ki bu coğrafyaya Batının ilgi duymasının bir başka sebebi pazar. Birinci sebep İslam’ın yükselmesi ve gelişmesi, ikinci sebep ise pazar. Üçüncü sebep de enerji.
Enerji kaynakları…
Bugün Libya’da dünya enerji kaynağı açısından zengin bir kaynak vardır ve de kaliteli bir kaynaktır. Bir kere bunu kitlelerin gözünden kaçırıyorlar. Alelacele orayı bombalamaları, NATO’nun devreye girmesinin arkasındaki bu faktörü göz önüne alın. Enerji boyutunda bir başka proje daha var, Arap baharıyla beraber Tunus’tan Mısır’a kadar olan o geniş arazide güneş panelleri kurarak Avrupa’nın enerji ihtiyacının yüzde 20-25’ini karşılama projesi var. Bunlar yazılıyor, çiziliyor, ama Müslüman camia dahil kimse bunların üzerinde durmuyor. Genelde kitle hareketlerinin var olması hoşumuza gidiyor. Ama ben tekrar geriye dönüyorum; İnönü gitsin kim gelirse gelsin mi demeli, Bayar gitsin kim gelirse gelsin mi demeliydik ya da Osmanlı’daki Mehmed Akif de dahil, Said Nursi de dahil, Abdülhamid’i en büyük diktatör olarak ilan ettiklerinde Abdülhamid gitsin ne olursa olsun her türlü problem çözülür dedikleri gibi mi demeliyiz bugün?
Bazıları sonradan pişmanlıklarını ifade etmişlerdir...
Sonradan pişmanlık ifade etmek midir doğru olan? Ve şu soruyu bugün sormak çok daha önemli hale geldi: Osmanlı’da İttihat ve Terakki nasıl iktidar oldu, niye o iktidarı devralacak bir güce ulaştı ve onun arkasındaki güçleri, hatta onun kurucularını, rahmetli Mehmed Akif gibi Müslümanlar ya da o dönemin kanaat önderleri nasıl oldu da göremedi?
Şimdi burada çok temel noktalardan bir tanesi: anlık mı düşüneceğiz, yoksa geleceği mi düşüneceğiz? Biliyorsunuz strateji uzun vadelidir, taktikler kısa vadelidir. Taktik zaferler önemlidir, ama bu taktik zaferlerin stratejik zaferi getirip getirmeyeceğini göz önüne almamız lazım, bugün bu çok hayati öneme haiz.
Hocam, peki bugün İslam dünyasında bir heyecan uyandıran Arap baharı -tırnak içinde taktik zaferlerin- gelecekte Müslümanlar için stratejik bir zafere dönüşeceğini mi düşünüyorsunuz, yoksa aksine Müslümanların aleyhine bir gelişme olabilir mi?
Bu taktik zaferlerin yanında başkalarının stratejik hesaplarını da görmek gerek. Birinci aşamada ne dedik? Bu diktatörler gitmeli. Ama ikinci bir nokta daha çıktı karşımıza; bugünün hakim Batı güçleri de 2003 yılından beri bu diktatörlerin en azından bir kısmının gitmesini istiyor. Şimdi burada ara kesit, ortak payda oluşuyor. Şimdi soracağımız soru şu: Kavşak noktasından ayrılırken kim kazanacak? Çünkü kavşak noktasından ayrılmaya başladığımız zaman çatışan menfaatler, farklılaşan stratejiler çatışmayı beraberinde getirecektir. Şimdi 2003 yılından beri Büyük Ortadoğu Projesi ve Büyük İsrail Projesine baktığımız zaman ısrarla söylenen birkaç şey var. Bir; radikal İslam diyorlar, yani şuurlu Müslümanların önünün kesilmesi. İki; kadın haklarının bu coğrafyaya getirilmesi. Üç; demokrasinin getirilip yerleştirilmesi. Dört; insan haklarının getirilip yerleştirilmesi.
Ama uygulamaya bakıyoruz, kralları, diktatörleri destekliyorlar, kendilerine şimdilik hizmet etmiş olanlara dokunmuyorlar. Ama biraz önce bahsettiğimiz enerji, enerji nakil hatları, ulaşım yolları kontrolü açısından diğerlerinin gitmesini istiyorlar. Burada bizim de, yani Müslümanların da bir hedefi var, onların da bir hedefi var. Ve kendi elleriyle iktidara getirdikleri, destekledikleri diktatörleri şimdi kendi elleriyle göndermek istiyorlar. Burada Tunus’taki işi orduyla anlaşarak, Mısır’daki operasyonu orduyla anlaşarak tereyağından kıl çeker gibi hallettiler. Hatta Mısır’da Müslüman Kardeşler Teşkilatı bir hafta sonra karar verdi eylemlere katılma konusunda, önce fotoğrafı okudu. Bu fotoğrafı okuduktan sonra ulaşılacak süreçte kendilerine zarar gelmeyeceğini ve kendilerinin etkili olabileceğini gördü ve devreye girdiler. Nitekim seçimlerde Müslüman Kardeşler Hareketi orada şu an başarı kazanmış durumda. Cumhurbaşkanlığı seçimini Müslüman Kardeşlerden biri, Müslümanlar parçalanmış olmasına karşın kazandı. Fakat en son yaptığı operasyonu görüyorsunuz askerin. Cumhurbaşkanının yetkilerini kıstılar.
Bir anlamda vesayet rejimi kuruldu…
Mısır’da uygulanan, uygulanmak istenen sistem 1946-1950 arasındaki, yani 1950 ile beraber Türkiye’de başlayan sistem. Arkada ordu, yetkili kurullar güç odağı, siyasete bir hareket alanı tanınıyor, artık bu kaç yıl sürer onu oradaki Müslümanların potansiyeli belirler. Ama oradaki Müslümanlara buradaki Müslümanların, buradaki cemaatlerin, buradaki yapıların bir kere bu tarihi birikimi aktararak yardımcı olması şart.
Buradan Suriye’ye geldiğimiz zaman, Suriye’de benim kanaatime göre Irak modeli uygulanmak isteniyor, Suriye parçalanmak isteniyor. Libya da parçalanmak isteniyor. Aslen belki Büyük İsrail Projesine baktığımız zaman, 1980’li yıllarda İsrail’in stratejisini anlatan belge Aydoğan Vatandaş’ın Armagedon kitabında var. Irak’ın bölünmesini öngörüyor, Suriye’nin bölünmesini öngörüyor, Lübnan’ın, Mısır’ın bölünmesini öngörüyor, Libya’nın bölünmesini öngörüyor.
Böl, parçala…
Böl, parçala ve yut. Şimdi bazı sözler rastgele söylenmiş değil. Condoleezza Rice’ın 2003 yılında yazdığı makalede ve daha sonra Dışişleri Bakanı olduğu zaman söylediği bir söz var; Büyük Ortadoğu coğrafyasında 22 ülkenin hudutları değiştirilecek diyor, doğru mu? Yemen bölündü mü? Bölündü. Sudan bölündü mü? Bölündü. Irak, henüz uluslar arası hukuka göre bölünmedi, ama fiilen bölünmüş durumda, doğru mu?
Evet…
Pakistan’da bugün çok ciddi bir savaş var Amerika’yla beraber. Ve Amerika’nın orada başka bir hedefi var, nedir o hedef? Özgür Belucistan dedikleri yeni bir ülke meydana getirmek.
Onun üzerinden İran’ı da bölmek…
İran, Afganistan ve Pakistan. Peki, hesap ne? Basra Körfezine alternatif bir körfez oluşturmak. Türki cumhuriyetlerdeki enerjiyi Afganistan-Belucistan üzerinden Hint Denizine indirmek, dolayısıyla İran’ın elindeki büyük stratejik gücü parçalamak.
Şimdi bütün bu fotoğraflara baktığımız zaman, Kur’an-ı Kerim’de diyor ya, onların bir hesabı vardır, Allah’ın da bir hesabı vardır. Hesabı en kuvvetli olan Allah. Fakat burada şöyle bir ilahi sünnet vardır, nedir o sünnet? Allah, kendi sünnetini ona iman etmiş müminlerin eliyle hayata geçirir. Şimdi o zaman Allah’ın yardımını hak etme sorunu gibi bir sorunumuz var bizim. Allah’ın yardımını hak edecek altyapımız varsa, teşkilatlanmamız, stratejimiz, önder kadrolarımız varsa Allah bu yardımı gönderiyor. Yoksa düşmanın himmetiyle zafer olmaz.
İmtihan buradan başlıyor, şimdi başlıyor yani…
Evet, asıl imtihan burada başlıyor. Burada mücadeleyi Allah’ın yardımını hak ettiği noktaya getirip getirmemek Müslümanların elinde.
Yani, bir anlamda Hocam şöyle diyelim: diktatörler gitmeli. Fakat ikinci aşamada onların yerine ne gelecek sorusu önemli…
Onların yerine biz gelmeliyiz, Müslümanlar gelmeli. Biz doğrudan doğruya iktidara, İslam devrimine yönelmeliyiz. Tunus’tan Suriye’ye kadar, Irak’a kadar olan coğrafyada biz bunu yapmalıyız. Bu güçle olur, yapıyla olur, teşkilatlanmayla olur, imkânlarla olur. Eğer bu gücünüz yoksa, ittifaklar kurulabilir. Ama burada Türkiye’deki hata yapılmamalı. Türkiye’de hala Müslüman zihinde şu var: Menderes geldi, Müslümanlar İslam davasını onun şahsına bıraktılar. Hayır, bu olmamalı. Sonra da Adalet Partisine bıraktılar. Sonra Özal’a bıraktılar. Diyorum ki ben, Müslümanlar parlamento dışı bir siyaseti, hatta parlamento üstü diyebileceğimiz bir siyaseti bu anlamda geliştirmeli, yaygınlaştırmalı ve toplumu hayatın her alanında kucaklayacak, kuşatacak tarzda işlemeli.
Bir anlamda sisteme entegre olmayalım diyorsunuz…
Evet, bu çok önemli.
Sistemin dışında özgün yapımızı korumalıyız…
Sistem İslam değilse, bizim sisteme entegre olmamızın manası ne ki? Bunun ölçüsü çok açık, nedir? Hz. Peygamber’in bir uygulaması var. Mekke’de 5-10 kişi Müslüman oluyor, 30-35 kişi Müslüman oluyor, 40. Müslüman işte Hz. Ömer. Ukbe’yi gönderiyorlar Hz. Peygamber’e. Diyor ki, Ey Muhammed, hastaysan seni tedavi edelim. Yok hasta değilsen, para istiyorsan para verelim. Yok maksadın başkanlıksa gel seni başkanımız yapalım, ama güttüğün şu davadan vazgeç. Bu teklif karşısında Hz. Peygamber Kur’an’dan ayetler okuyor, Ukbe kulaklarını tıkayarak kaçıyor. Ve Hz. Peygamber duruşunu kesin ifadelerle ortaya koyuyor: Güneşi bir elime, ayı bir elime verseniz, dünyanın zenginliklerini önüme koysanız güttüğüm davadan vazgeçmem diyor. Şimdi Müslümanların imtihanı burada başlıyor. Hükümet olduklarında ya da başka hükümetleri desteklediklerinde mevcut sistemi içselleştirmeye başlıyorlar, onunla özdeşleşmeye başlıyorlar, hükümetle sistem kavramını karıştırıyorlar. Bugün Müslümanların en ciddi sorunu zihinseldir. Müslümanların insan unsuru var, ekonomik imkânları var, fikri birikimleri var, fakat zihinsel bir sorunları var, sistemi algılama, hayatı, kâinatı algılama konusunda...
Atasoy Müftüoğlu da zihinsel bağımlılık sorunundan söz ediyor..
Bu konuda kirlenme vardır ve bu Müslümanların yaşadığı en büyük handikaplardan biridir. “Onlar sizin gibi iman etmedikçe tezat içerisinde olacaklar” diyor. Onun için şu an Müslüman toplumların şizofren bir davranış sergiliyor olmasının, iki ruhlu davranıyor olmasının sebebi, aynı kafa içerisinde, aynı beyin içerisinde iki farklı değer sisteminin olmuş olmasıdır ve bu çatışmanın meydana getirdiği bir kaostur.
Bu değer sistemlerinden kastınız İslam ve Batı olsa gerek...
İslam ve Batı evet. Tabi Batı kültür medeniyeti derken Hıristiyan kültür medeniyetini kast etmiyorum, yani şu an uygulanan o değil. Laik, seküler, şirk düşünce sisteminin oluşturduğu değerlerdir. Evet böyle bir tezat var. Onun için Müslümanlar doğrudan doğruya iktidara yönelmeli, bu imkânları var. Teşkilat yapılarını, stratejilerini, söylemlerini gözden geçirdikleri takdirde Fas’tan Irak’a kadar devrim yapacak imkânları, potansiyelleri var olduğuna inanıyorum. Sisteme entegre olmadan parlamento dışı, parlamento üstü siyaseti yürüterek bu işi başarabilirler.
Peki bu irade ve yaklaşım var mı Müslümanlarda. Yeniden İslam’a göre bir dünya kuracak irade var mı?
Şimdi ben biraz önce bir noktaya değindim, yani insan unsuru var, ekonomik imkânlar var, fikri birikim var... Önce bandı şöyle bir geriye saralım: “Müslüman Kardeşlerin 50. Yılı”nı okudunuz mu bilmiyorum. Orada ilginç bir paragraf var, ben bütün arkadaşlara söylüyorum, diyor ki; bizim âlimlere ihtiyacımız yok, çok âlimimiz var. Bizim paraya ihtiyacımız yok, çok paramız var. Bizim hatiplere ihtiyacımız yok, çok hatibimiz var. Bizim kitlelere ihtiyacımız yok, çok kitlemiz var. Bizim güçlü, teşkilatçı liderlere ihtiyacımız var. Stratejik akla sahip teşkilatçı önderlere ve liderlere ihtiyaç vardır.
Müslümanların bir sorunu var, şablonlarla düşünmek, bir de 100 sene, 200 sene, 300 sene önceki şartların değişmez olduğunu varsayarak, bugün onunla uyumlu mudur, değil midir bakmadan o gün verilmiş fetvaları, o gün yapılmış hareketleri birebir uygulamaya çalışmak.
Belki bizim zamanımızda, ’80 öncesinde günümüzdeki örnekler yoktu, ama bugün gerçekten bugünün Müslümanları çok zengin bir deneyime sahipler. Bir taraftan İran İslam Devleti, bir taraftan Gazze, Hamas, diğer taraftan Hizbullah deneyimi, diğer taraftan FIS deneyimi, diğer taraftan Türkiye’deki Milli Görüş deneyimi ve 12 Eylül öncesindeki Mücadele Birliği deneyimi, MTTB deneyimi, Akıncılar deneyimi… Çok zengin tarihi bir tecrübeye ve birikime sahibiz. Dolayısıyla, bugün bunu başarabilecek güçleri vardır, ama birbirlerini anlamaları, uzun vadeli bir strateji çizmeleri, güneş sistemi modeli dediğimiz bir modeli inşa etmeleri lazım.
Güneş sistemi modelinden kastınız nedir?
Şimdi diyoruz ki, güneş sisteminde üç hareket var. Bir; güneş merkezdir, ağırlık merkezidir, gezegenler ise ayrı varlıklar olarak onun etrafında, onun otoritesini kabul eden, onu benimseyen, o sisteme tabi olmayı benimseyen varlıklardır. Üçüncü bir hareket daha var, gezegenler hem kendi ekseni etrafında dönüyor, hem güneşin etrafında dönüyorlar. Bu üç hareketi göz önüne alarak biz diyoruz ki, bütün Müslüman cemaatler demeli ki: Bizim güneşimiz Kur’an’dır ve sünnettir; bir kere bunu söylemesi lazım. İki; ortak kader birliğimizdir. Üç; ortak düşmanımızdır. Dört; ortak coğrafyamızdır, ortak tarihimizdir. Şimdi bunu dediğimiz zaman karşımıza Al-i İmran 103. ayet çıkıyor: “Allah’ın ipine sımsıkı sarılın, dağılıp parçalanmaktan korunun…” O zaman bu yapıyı benimsediğimiz zaman, her varlık, her cemaat, her yapı ayrı bir şahsiyettir, saygıdeğerdir ve kardeştir. Güneş etrafında dönmekle, güneş sistemini, güneşin otoritesini, biraz önceki ortak paydayı kabul ediyor ve kardeşiyle kader birliğini paylaşıyor. Bu birliktelikten doğacak güç, bileşke kuvvet, hem bu coğrafyada İslam devrimini meydana getirecek, hem de tüm dünya insanlığına İslam’ın mesajını sunacak bir sonucu beraberinde getirecek. Dünya insanlığının bunalımını göz önüne aldığımızda… Bunun için, bu kadar zengin yapıya sahip olup da bir bileşke kuvveti oluşturamamak üzücüdür ve ahirette bunun hesabını vereceğiz.
Burada iki de örnek vereyim. Endülüs’ü unutmamak lazım. Endülüs’te, ki bugün İslam coğrafyası aynı tehlikeyle karşı karşıyadır, gidip Haçlılarla işbirliği yapan Müslüman beyler, krallıklar, aşiretler, kardeşinin tasfiyesini sağlamıştır, ama en son yalnız kalınca kendisi de tasfiye edilmiştir. İkinci örnek, 1914 Birinci Cihan Savaşı öncesinde İngilizlerle işbirliği yapan Şerif Hüseyin ve oğullarıdır; krallıklar verildi, paylaştırıldı, ama İngiliz hegemonyasının altına girdi ve bugün ne çekiyorsak, Abdülhamid gitsin, Osmanlı yıkılsın, ne olursa olsun diyenlerin ufuksuzluğu ve çapsızlığının bedelini ödüyoruz. Aynen bu üç hataya bugün düşmemeliyiz.
Bu çerçevede Suriye’deki Müslümanların duruşu ne olmalı? Esad sonrası için neler öngörüyorsunuz?
Esad sonrası ne olacak sorusunun cevabı Batıyla bizi ciddi olarak karşı karşıya getirecek. Biz diyeceğiz ki Müslümanlar yönetime geçsin, onlar da diyecek ki liberaller geçsin. Eğer Müslümanlar iktidara geçmezse, liberaller ele geçirirse, ben Müslümanların Türkiye’de yaşadığı deneyimin orada yaşanmaması için mevcut gelen iktidara teslim olmamaları, “ha tamam, istediğimiz budur” dememeleri ve mücadelelerine devam etmeleri gerekir diyorum.
Peki Suriye’deki krizin çözülebileceğini düşünüyor musunuz?
Bu konuda Türkiye ile İran’ın ciddi sorumluluğu var. Şimdi buna bir faktör olarak Mısır eklenmiştir, ciddi sorumluluğu var.
Büyük Ortadoğu Projesinde, Büyük İsrail Projesinde ne Irak’ta, ne de Suriye’de Müslümanların iktidar olması istenmiyor. Bugün Suriye’de kan döküldükçe -ki Batı onu istiyor-, fay hatları derinleşecek, asla Suriye halkı bir araya gelemeyecek tarzda ayrışacaktır. Bunun için Türkiye’nin yapacağı şey kan dökülmesini teşvik değil, kanı engelleyecek tarzda tarafları bir araya getirebilmek olmalı.
Burada bir tehlikeye daha dikkat çekmek gerekir. İkinci Cihan Savaşı sonuna doğru dünya paylaşıldı. Tahran, Moskova ve Yalta Anlaşmasıyla. Muhtemeldir ki bu bölgesel gerilimlerle dünya Rusya, Çin ve Batı arasında paylaşılıyor da olabilir. Yani, bu tezgâhı görmek gerekiyor, bu oyuna gelmemek gerekiyor. Bir zalimden kaçıp bir başka zalime sığınma gibi bir hataya Müslümanların düşmemesi gerekiyor. Müslümanların bugünkü potansiyeli, hepsine meydan okuyacak düzeydedir, teşkilatlanmak şartıyla. Batı böyle, Rusya ve Çin böyle düşünüyor olabilir ama Müslümanlar bir yol haritası çizerse, Allah o yolu onlara kolaylaştırır. Onun için geniş ufuklu olmalıyız. Sünni ve Şii eksenli tartışmalara girmemeliyiz. Bu bir zaafiyet, bu bir oyun, bu bir tezgâhtır. Bizim hedeflememiz gereken, bu diktatörlerin gitmesini sağlamak. Ama bu diktatörler giderken Batı işbirlikçisi kadife eldiven giymiş, İslam’ın hayata müdahalesini istemeyen kimselerin gelmesini de engellemeye çalışmak…
Şimdi birincisi; İran’ın bu krizdeki yaklaşımını değerlendirmenizi rica ediyoruz. Bir de; Esad sonrası muhtemel İhvan’ın ağırlıklı olduğu bir rejimde sizce İran-Suriye ilişkileri nasıl olur?
İran’ın baştan beri arabuluculuğa taraftar olmaması hataydı. Ben bu noktanın altını çiziyorum. Demek ki süreci okuyamamıştır. İran, şu an arabuluculuk teklif ediyor. İran başta yanlış yapmıştır, eğer medyadaki bilgiler doğruysa. İran, Türkiye ve Suriye yönetimi oturup, şimdi de Mısır’ı ekliyorum yanına, başlangıçta bunu yapabilmelilerdi, yapmaları gerekirdi, hala daha yapma imkanı var. Çünkü İran, stratejik olarak Suriye’yi kendi güvenlik bölgesi görüyor. Türkiye, nasıl Kıbrıs’ı kendi güvenlik bölgesi görüyorsa, Türkiye Ege’yi nasıl kendi güvenlik bölgesi görüyorsa, İran da Suriye’yi kendi güvenlik bölgesi görüyor. Suriye düşerse sıranın kendisine geleceğini düşünüyor. İran’ın Esad’ı tek yanlı destekleme yerine, muhaliflerle Esad’ı bir araya getirecek bir tavır sergilemesi lazım. Yani, Türkiye için önerdiğim şey aynen İran için de geçerli. Ve burada Türkiye’de yapılan bir kampanya var, İran Suriye’de Şiilik refleksiyle hareket ediyor diye. Bence İran, Suriye’de Şiilik üzerinden gitmiyor. İran, Suriye’yi kendi arka bahçesi ve güvenlik alanı olarak görüyor. Aslında İslam coğrafyasındaki gerilimi artıran bu bağlamda Şiilerden, Şiilikten ziyade Selefilik bana göre. Ahmet Kavas Hocanın yaptığı açıklamaları göz önüne alırsak, bugün Şii-Sünni geriliminden ziyade Şii-Selefi-Sünni gerilimi olabilir ki bunu Mısır’da gördük. Bunun için İran’ın bundan sonra yapacağı şeyle Türkiye’nin yapacağı şey aynı, çünkü aynı gemide hareket ediyorlar. Taraflarına silahları bıraktırıp bir masada buluşulmasını ve seçim sistemine geçilmesini sağlamak, yoksa Suriye bölünecek.
Bu da İsrail’in işine gelir...
İsrail’in işine gelir. Rusya’da Başbakan Erdoğan ısrarla bir şeyin altını çizdi. Esad sonrası toprak bütünlüğü korunmalı, demek ki endişeleri var. Suriye’de Irak modeli olgunlaştırılıyor, iç göç hızlandırılıyor, kan dökülüyor. Artı başka bir şey daha var, bir şey daha göz önüne alınmalı; bugün Suriye’de savaşanların sadece Suriye halkı olduğunu iddia edebilir miyiz? Bunun için İran, Türkiye ve Mısır’ın ortak kaderi var orada, kaderleri ortak.
Şunu sormak istiyorum: Türkiye’nin bir taraftan Gazze olayları konusunda İsrail’e yönelik bir çıkışı söz konusu oldu. İran’a yönelik yaptırımlara karşı BM’de ABD’nin karşısında yer alması gibi tutumları oldu son dönemde. Bir taraftan da işte NATO’yla birlikte Afganistan’daki işgalde birlikte olmak, işte Malatya Kürecik’e radar yerleştirmesi gibi, o eksende hareket etme gibi bir durum var, bu çelişkiyi nasıl yorumluyorsunuz?
Tabii bu bir tezat fakat menşei çok gerilerde. Bu sonuç. Yani, ana tezadın sonucu. Türkiye’de bir sistem var, Lozan’da kuruldu. Laikliğin getirilmesi, halifeliğin kaldırılması, bütün eğitim sisteminin değiştirilmesi, Batı kültür medeniyetinin referans alınarak bir yapının kurulması konusunda bir mutabakat var. Rahmetli Erbakan Hoca buna “Hayim Nahum Doktrini” der, ısrarla bunu söylerdi. Rauf Orbay anılarında Haim Nahum’un İsmet Paşa’yla anlaşarak bunu yaptığını, aynı şeyin daha önce Sait Halim Paşa’ya teklif edildiğini, fakat Sait Halim Paşa’nın bunu reddettiğini yazar anılarında. Kadir Mısıroğlu’nun Lozan kitabında geçer. Şimdi sistem kurulmuş, burada da bir toplum var. Toplum İslam medeniyetine göre şekillenmiş, sistem Batı kültürüne göre şekillenmiş. Bunların arasında tezat var, çatışma var. Ve iki değer sistemi, iki kimlik, iki ahlak, iki davranış ortaya çıkmış oluyor ve şizofren bir toplum, şimdi asıl tezat burada. Peki, sistemin sahipleri kim, Türkiye’de sistemin sahipleri kim? Zannedildiği gibi Türkiye Cumhuriyeti ordusu, devleti vesaire değil, sadece değil yani. Kim? Lozan’daki Batılı irade.
Şu an Suriye olayları üzerinden, Türkiye’de İran karşıtlığının da ötesinde Şii karşıtlığı yapılıyor. Bu tehlikeli bir gidişat değil mi?
Toptancılık ve mezhepçilik her zaman tehlikeli olmuştur. Irak’ta Şii camisini bombalayıp Sünni bombalıyor gösteriyorlar, Sünni camisini bombalayıp Şii bombalıyor gösteriyorlar. Biz de hemen onu doğru kabul ediyoruz ki sorun burada zaten. İşte onun için stratejik akıl deyişimin nedeni bu.
Son dönemde özellikle toplum dindarlaşıyor diye medyada pompalan bir olgu var. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz? Toplum dindarlaşıyor mu, dindarlaşmaksa bu nasıl dindarlaşmak?
Kavramlar üzerine çalışıyorum bu son zamanlarda. Şimdi dine ve dindarlığa yüklediğiniz anlama göre bu değişir. Sadettin Ökten Hoca’nın bu konuda bir ifadesi var, “içi boşaltılmış dindarlık” diye. Bu, Batının yıllardır ılımlı İslam dediği bir proje, daha doğrusu Protestanlaştırma projesi. Dini sadece namaz, oruç, hac ve zekata indirgeme projesi. Ve bu yeni de değil, bu Cumhuriyetle beraber başlamış, Lozan’la başlamış bu. Dinin hayattan kopartılması, dinin vicdanlara, kalplere, mabetlere ve eve hapsedilmesi projesi. Günlük hayattan kopmuş bir din algısı. Mustafa Kemal’in tanımında, Cumhuriyet tarihi boyunca yapılan tanımlarda din, Allah’la birey arasındaki bir duygudur, hayata müdahale edemez. Ama din kelimesi kullanılınca bizim Müslüman camianın kafasında oluşan din algısıyla diğerlerinin kafasında oluşan din algısı farklı. Biz hayatı kucaklayan bir din anlıyoruz, onlarsa salt maneviyat anlıyor; ama aynı kavramı kullanıyor. Aynı kavrama yüklediğimiz anlamın değiştiğini görmüyoruz maalesef.
Şimdi dünyada materyalizmin insan ruhunu tatmin edemez noktaya gelmesiyle birlikte ruhsal bir bunalım başladı. 19. asır, 20. asrın ortalarına kadar teknoloji ve ideolojiler bu boşluğu dolduruyordu. Ama insanlar teknolojinin bütün imkânlarını kullandıkları halde hala ruhsal bir dinginliğe, psikolojik bir dinginliğe ulaşamayınca, bu problemi çözmek için arayışa girdi. Batıda Hristiyanlar saçma sapan mezheplere hatta Hinduizm’e, Budizm’e, Dalai Lama’ya kadar uzanan bir arayışa yöneldi. Türkiye’de de artık her türlü teknolojik imkân, iletişim, ulaşım imkânları tüketilince dine yönelme başladı.
Şimdi burada dine yönelme olgusu nasıl bir din anlayışı noktasında, önemli olan bu. Sokaktaki insan dini, namaz, oruç, Cuma düzeyinde, bayramlar düzeyinde kabul ediyor; bir başlangıç olarak bunu belki mazur görmek gerekir, fakat giderek geri kalanı önemsemez hale geliyor. Bunu doğuran faktör nedir sorusunu göz önüne almak lazım. Bir; Avrupa Birliği sürecinde medyada başlatılan operasyonlar. Acayip bir kampanya ve annelerin, babaların farkına varmadığı dizilerle çocukların şuur altına yerleştirilen bilgi, çizgi filmlerle, bilgisayar oyunlarıyla ve dizilerle. Tabi çocuk o kültürü alarak büyüyor. Ondan sonra ne oluyor? Ergenlik dönemine doğru yaklaştıkça bütün onları yavaş yavaş hayata geçiriyor ve bunda da bir anormallik görmüyor. Onun için bu süreç gene bu tezatın sonucudur.
Peki, bu konuda nasıl bir çözüm üretebiliriz?
Tabi karamsarlık yerine, şimdi bunu nasıl düzeltiriz sorusuna yoğunlaşmak lazım. Gençlik araştırmamızda karşımıza çıktı, gerçekten felsefi olarak, düşünsel olarak çok ciddi zihinsel kırılma var. Sonuçlarına baktığımız zaman ürkütücü bir tablo var. Aynı şeyi aile kurumu konusunda görüyoruz. Kendisini dindar görüp, genç kızların ve erkek öğrencilerin aynı evde hiçbir kısıtlama olmaksızın yaşamalarına onay veriyor, 5 vakit namazlı fakat bu konularda bir hassasiyeti yok. Hem de yüzde 30-40 arasında bu rakam. Kimse karışamaz diyor. Eşcinselliğe onay veriyor ya da duyarsız davranıyor; bu bir tehlike. Bunun olumlu tarafı namaza başlamış olmaları, bir fıkrada olduğu gibi ayakkabılarıyla camiye girmeye alışmış olmaları. Olumsuz tarafı da hala ayakkabılarını çıkarmamış olmaları. O halde biz bardağın dolu tarafını görüp boş tarafını ıslah edeceğiz.
Numan Kurtulmuş’un Ak Parti’ye katılması hadisesini nasıl değerlendirdiniz?
Şimdi siz Tayyip Beyin yerinde olsaydınız ne yapardınız? Eğer bu anayasayı daha güçlü bir şekilde değiştirmek istiyorsa, bütün kendi dışındaki partileri partisine katmak gibi bir düşünce normal stratejinin bir gereği olarak kabullenebilir. Tabi ben Ak Parti’nin birçok politikasını eleştiren birisiyim. Ben Batı kültürü medeniyetine, Avrupa Birliği’ne karşıyım, baştan beri de, Ak Parti’nin bu konudaki politikasının yanlış olduğunu söylüyorum. Dolayısıyla içeriden biri gibi konuşamam! Numan Beyin handikabı şu olacaktır: Bu zamana kadar söylediklerini nasıl telafi edecektir? NATO’yla ilgili, Amerika Birleşik Devletleri’yle, kapitalizmle ilgili, bu artık Numan Beyin çözmesi gereken bir sorunu olacaktır…
Şimdi anayasayla ilgili yazılarınız var. İki kavram kullanıyorsunuz, birincisi, fıtrata dayalı bir anayasa, bir de halkın değil Hakk’ın hâkimiyetini esas alan anayasa. Şimdi halkın değil Hakk’ın hâkimiyetine dayanan anayasa kavramı sonuçta İslamî bir düşünüş tarzını ortaya koyuyor. Anayasalar biliyorsunuz kurucu iradelerin ortaya koymuş olduğu kurucu metinlerdir. Türkiye’de sistemi kökten dönüştürecek kurucu bir irade görüyor musunuz? Yani halkın değil de Hakk’ın hâkimiyetini esas alan bir anayasanın olma imkânı şu günkü konjonktürde mümkün mü? Yoksa bunu geleceğe yönelik perspektif olarak mı ortaya koyuyorsunuz?
Ben hep bir noktaya vurgu yapıyorum. O da, Enfal Suresi 53: “Bir toplum kendi özünü değiştirmedikçe Allah o toplumu değiştirmez.”
Bu toplumun bir sıkıntısı var. Hatta Arap Baharı olaylarını değerlendirirken ben ısrarla hep o noktaya değindim. Bir toplum kendi geleceğini kendi mücadelesiyle belirlemeli. Kendi geleceğini başkalarına ihale etmemeli. Hele Müslümanların bu süreçte, Arap Baharı sürecinde ve ondan önce Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girme serüvenini de buna katın, gerekçe ne? İçerideki zalimlerden kurtulmak için Batıya sığınıyoruz. Ben de diyorum ki, dışarıda içerideki zalimlerin efendisine sığınıyoruz.
Eğer bu toplum hak eksenli, fıtrat eksenli bir anayasa talep ediyorsa, iç yapısını, ruhunu, bünyesini ona göre ne yapacak? Kendini değiştirmesi gerekir ve ona göre bir tavır ortaya koyması lazım. Türkiye’de tam tersi bir olgu meydana geliyor. Asıl tehlike o bence, duyarsızlaşma. Toplum tepki vermiyor. Türkiye’deki toplum siyasi partilere kendi geleceklerinin kurtuluşlarını ihale ettiler ve kendileri kendi dünyalarına çekildiler. Bugün hem Türkiye’de, hem de dünyadaki Müslümanların birinci derecede sorunu o.
Şimdi bizim de, -ben potansiyel var diyorum ama- Türkiye’de bir öncülük sorunu var. Halkı teşkilatlandıran kadroların, ekiplerin, yapıların problemleri var. O problemi çözdüğümüz zaman bahsettiğimiz, ideal dediğimiz anayasaya doğru bu gidiyor.
Anayasa konusu açılmışken son soru da bu konuda olsun. İslamî kesimde daha çok liberal anayasa talebinin olduğunu görüyoruz. Yani vakıflar, dernekler tarafından oluşturulan anayasa talep metinlerine baktığımız zaman, ideolojilerden arındırılmış anayasa ve demokratik anayasa ifadelerini görüyoruz.
Demokrasinin özünde laiklik var.
Evet. Siz bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bir özgüven kaybı var. Niye liberal anayasa isteniyor? Beş tane maymunu almışlar bir odaya koymuşlar, yukarıya da bir muz takmışlar. Maymun oraya çıkmaya kalkınca soğuk suyla yere deviriyorlar. Ardından hangi maymun oraya hamle yapıyorsa diğerleri onu dövüyor. İçeriye böyle beş maymunu teker teker yerleştirmişler, sonra yeni bir maymun koyuyorlar, eski maymunlardan birini çıkarıyorlar, yeni maymun oraya hamle yaptığı zaman dört maymun dövüyor onu. Sonra suyla hiç muhatap olmamış be yeni maymun konuyor, altıncı maymun gelip muza çıkmaya kalktığı zaman o beş maymun onu dövüyorlar. Oysa niçin dövdüklerini bilmiyorlar. Şimdi Müslüman camia niye liberal bir anayasa istiyor, niye demokrasi istiyor? Bir kere burada bir kavram kargaşası var, demokrasiyi seçim sistemi olarak görüyor. Yaşam tarzı olarak, özünde laikliğin olduğu, Allah’ın, vahyin ve ahiretin göz önüne alınmadığı bir dünya tasavvuru olduğunu göz ardı ediyor. Ben demokrasiyi kendi başına bir felsefe ve yaşam tarzı olarak değerlendiriyorum. Genelde bugün Müslümanların dikkat etmediği noktadır burası. Demokrasinin özünde laiklik vardır, felsefi boyutunu dikkate alarak bunu ifade ediyorum ve karşı bir kavram olarak değerlendiriyorum.
Burada yapıların, hareketlerin sıkıntısı var, zihinsel sıkıntısı var deyişimin sebebi o. Bir kavram kaosu var. İnşaallah bu da aşılacak.
Hocam bizim için zaman ayırdınız, çok teşekkür ediyorum.
Makaleler
Hava Durumu