İktibas Dergisi salonunda 15 günde bir devam eden konferanslar dizisinin geçen hafta konuğu yazar Şükrü Hüseyinoğlu oldu. STK ile İslami cemaat anlayışını karşılaştırarak bir değerlendirme yapan Hüseyinoğlu, bugün yaşanan süreçte, Fetö nedeniyle ‘cemaat’ kavramının bile konuşulmasının zorlaştığına, bu kavramın kriminalize edildiğine dikkat çekti. Hüseyinoğlu, STK ile İslami cemaat anlayışlarını sistem-içi ve dışı olma boyutları ile temelden bir değerlendirmede bulundu.
Konuşmasına dinleyicileri selamlayarak Şükrü Hüseyinoğlu, “Rabbim bu buluşmamızı, sohbetimizi inşallah hayırlı, bereketli kılsın. Konumuz; STK forumundan cemaat forumuna geçiş. Tabii böyle bir dönemde cemaati konuşmak, cemaati tavsiye etmek, cemaat formunu gündemleştirmek ciddi bir sorun aslında. Gerek bu post-modern dönemin ideolojik formatı bakımından -yani bırakalım toplumları-cemaatleri, aileyi bile çözen bir dönem, bir algı, bir anlayış bütün dünyada hükümranlığını sürdürüyor- böyle bir zamanda, böyle bir algı içerisinde cemaati gündemleştirmek başlı başına bir sıkıntı zaten. Çünkü bir anlamda akıntıya karşı kulaç çekmek bu. Ama tabii biz resullerin -selam üzerlerine olsun- sünnetini takip edip akıntıya karşı kulaç atmaya devam edeceğiz inşallah.” dedi.
Şükrü Hüseyinoğlu, şöyle devam etti:
İkinci boyut, 2013’ten başlayıp 2016’da biliyorsunuz darbe sürecinde ayyuka çıkan bir hadise üzerinden. Hocaefendilik’ten Fethullah Gülen’e, oradan da Fetö’ye, hatta kardinalliğe kadar terfi ettirilen -ya da tersinden düşürülen, tenzil ettirilen- bir oluşum üzerinden cemaat kavramının alabildiğince kriminalize edildiği bir süreçteyiz. Dolayısıyla böyle bir süreçte biz cemaat anlayışının, formunun, işleyişinin, yapısının gerekli olduğunu ifade etmeye çalışacağız. Gerek küresel algılar açısından, gerek Türkiye’nin şartları açısından biraz akıntıya karşı böyle bugün yüzmeye çalışacağız.
Hakikaten Müslümanlar ciddi anlamda irtifa kaybettiler, özellikle 28 Şubat sonrası dönemde Ak Partiyle birlikte, o oluşan yeni dönemle birlikte, Müslümanların zihni olarak, algı ve yönelim olarak ciddi irtifa kaybettiğini kabul etmemiz gerekir. Algılar, anlayışlar, hedefler ciddi anlamda değişime uğradı. Sistem-üstü, sisteme-rağmen, sisteme-karşı akidevi temelli yaklaşımlar, duruşlar terk edildi, bunun yerine sistem bünyesinde, yani sistemik bir takım iyileştirmeler gündemine angaje olan, o hedeflere yönelen ve o hedeflerle razı olan temel gayeyi bu hedeflere indirgeyen yaklaşımlar maalesef İslami kesimlerde oluştu.
‘Resulullah, STK’dan cemaat formuna geçiş süreci izledi’
Şimdi tabii sivil toplum, cemaat, STK bütün bunları hem kavramsal düzeyde, hem de güncel boyutlarıyla inşallah ele almaya çalışacağız. Öncesinde şöyle bir tez ortaya atmış olalım: Resulullah (as) hayatında STK’dan cemaate geçen bir mücadele süreci izlemiştir. Yani vahiy ile henüz müşerref olmadığı Hira öncesi süreçte Resulullah (as)’ın bir insan olarak -Muhammed bin Abdullah olarak- Mekke’deki işleyişten rahatsız olan, ona karşı itirazı olan, onu içselleştiremeyen vicdan sahibi bir insan olduğunu görüyoruz ve ona karşı bir takım arayışlar içine girdiğini görüyoruz. Ve bu arayışın da, Mekke’deki benzer vicdani arayışları ve itirazı olan insanlarla birlikte Hılful Fudül şeklinde kendini gösterdiğini izliyoruz. Yani, Mekke içerisinde sistem-içi var olan bir takım aksaklıklara, zulümlere, yanlışlara, sistem-içi düzeyde itiraz eden, bir takım çözümler arayan bir oluşum biliyorsunuz Hılful Füdul, ‘Faziletler Birliği’ diye.
Hira’nın biliyorsunuz ismi de Arapçada zaten arayış demek ve Hira Arap kültüründe, Mekke kültüründe ciddi anlamda yeri olan bir yer. Sadece Muhammed (as) ile ilgili bir şey değil, Mekke’de cahiliye döneminde Hira’ya gidip orada inzivaya çekilmek, tefekkür etmek, ibadet etmek bir gelenek var. Muhammed (as) da bu geleneği sürdürüyor. İşte Rabbimizin o 610 yılı Ramazan’ında Kadir Gecesinde vahiy inzal etmesiyle, hidayet rehberini, hayat kılavuzunu ona bildirmesiyle birlikte Resulullah (as) Hira’dan iniyor ve Hira’ya bir daha da çıkmıyor.
Resulullah (as) Hira’dan iniyor çünkü arayışı sona ermişti, artık hidayet rehberiyle donatılmış halde Hira’dan şehre iniyor ve artık mücadelesini şehirde sürdürüyor. Artık Hılful Fudül düzeyinde, yani sistem-içi bir düzey ve düzlemde bir mücadele değil. Ne görüyoruz? Mevcut algıya, paradigmaya, anlayışa karşı temelden akidevi bir reddiye. Karşı koyup, onun meşruiyetini, değerler sistemini kökten red ve onun yerine yeni, Allah’ın yol göstericiliğine, hidayete dayalı, kurucu bir hayat anlayışı ve düzen ihdâsı. Dolayısıyla Resulullah (as)’ın hayatında böyle bir STK’dan cemaate geçen, cemaat forumuna geçen bir mücadele çizgisi görüyoruz.
Bir ‘irtica’ durumu yaşanıyor
Bugün, bu 28 Şubat sonrası süreçte, Ak Partiyle birlikte oluşan o ılıman iklimde, maalesef Türkiye Müslümanlarında ve model ülke olmamızın da bu anlamda etkisiyle ve genel küresel atmosfer, projeler, planların da etkisiyle, genelde bütün İslam dünyasındaki gidişat da tam tersine, yani ‘irtica’ diyeceğimiz bir durumu yaşıyoruz. Cemaat formundan, algısından akidevi temelli, cahili sistemler-üstü, o sistemleri akidevi temelde reddeden ve onların meşruiyetini reddederek Allah’ın dinine dayalı bir toplumsal siyasal hayat ve düzen öneren, bu iddiaya sahip olan bir anlayış ve işleyişten, maalesef tersine bir dönüşle bu Hılful Fudül süreci dediğimiz -yani STK diye ben böyle bir eşleştirme yaptım- düzeye bir geri dönüş oldu. Bugün Türkiye’deki İslami camiaların -genel anlamda istisnalar elhamdülillah olmakla birlikte- durumuna baktığımızda o 80’li, 90’lı yıllardaki tevhidi iddia dediğimiz, yani mevcut paradigmaları, batı menşeili paradigmaları ve ona dayalı toplumsal, siyasal işleyişleri akidevi olarak temelden reddeden, onların meşruiyetini kabul etmeyen, onlarla herhangi bir uzlaşmayı ve onların işleyişine katılmayı reddeden duruşun, bugün maalesef tabiri caizse yerinde yeller estiğini görüyoruz. İslami camialar maalesef bu anlamda duruşlarını, muhalefetlerini ve taraftarlıklarını sistem-içi bir düzeye indirgemiş durumdalar.
Şu andaki İslami algı -tırnak içinde İslami algı diyorum tabii buna- şu şekilde: Biz işte falanca hükümetin doğru bildiğimiz politikalarını, yaklaşımlarını destekliyoruz, yanlışlarına karşı çıkıyoruz şeklinde bir algı. İyi de kardeşim önce şunu konuşalım: İslam’ın temel öğretileri gereği akidevi olarak siz bu düzeni ve onun hükümetini, başka kurumlarını, Diyanet’ini vesaire bütün kurumlarıyla paradigmasıyla akidevi temelde meşru görüyor musunuz görmüyor musunuz önce onu konuşalım. Ondan sonra iyisine iyi demek, yanlışına yanlış demek meselesini konuşalım. İşte bu kaybedilmiş durumda. Resulullah (as)’ın sünnetini takip ediyoruz ya, tüm Müslümanların temel iddiası budur değil mi, Resulullah (as)’ın izinde olmak, onu takip etmek. Şu an tam tersine bir durum görüyoruz, Resulullah (as) vahiy kendisine indirilmeden, yani hidayet, Allah’ın yol göstericiliğiyle tanışmadan, hani Şûra suresi 52. ayeti kerimede buyurduğu gibi “Bu kitaptan önce iman nedir, kitap nedir bilmezdin” halini yaşadığı zamanki Resulullah (as)’ın çabasını, gayretini, mücadelesini ancak bugün Müslümanlar sürdürebiliyorsa, onun vahiyle yani hidayet rehberiyle, Allah’ın yol göstericileriyle donatıldıktan sonraki “bâtılı imha hakkı inşa” edecek temeldeki duruşunu yitirmişlerse burada gerçekten ciddi bir irticayı konuşuyoruz demektir, maalesef böyle bir sorun yaşıyoruz.
Batıda NGO denilen STK ne ifade ediyor?
Şimdi kavramsal düzeyde ele alacak olursak, STK neyi ifade ediyor? Tabii bunun için sivil toplum kavramı neyi ifade ediyor, hani NGO deniyor ya. Önce temelde onu çözümlemek lazım meselenin künhünü anlamak noktasında.
“Sivil toplum” biliyorsunuz genelde bizim algımızda ‘askeri olan’ın dışında olan, yani ‘askeri olmayan’ şeklinde algılanıyor. Ama işin doğrusu, bundan daha kapsamlı olarak aslında sivil toplum, “yönetimle, iktidar ilişkileriyle, siyasetle bağı olmayan” demek. Yani şöyle diyelim: İktidar ve itaat ilişkilerinin, siyasetin-altı bir durumu ifade ediyor. Siyasetle, iktidar ilişkileriyle, itaat ilişkileriyle, bu ilişkilerin temel biçimiyle ilgili herhangi bir itirazı söz konusu olmayan, bu ilişkiler altında toplumsal kimi görevlerini yerine getiren, kimi toplumsal sorunlarla ilgilenen algıyı ifade ediyor sivil toplum, STK da sivil toplum kuruluşu da bu demek.
Hatta işte NGO, ‘Non-governmental Organizations’ İngilizcesi; ne demek? Hükümet-dışı organizasyon, kuruluş demek. Yani oradaki hükümet-dışından kasıt da zaten siyaset-dışı organizasyon. Siyasetle, yönetimle, hükmetmekle vs. ilgili bir iddiası olmayan, bunların altındaki hallerle, durumlarla, sorunlarla ilgilenen toplum kuruluşu anlamına geliyor.
Cemaat ise, belli bir dünya görüşü, inanç, değer yargısı etrafında bir araya gelen insanlar topluluğu demek. Tabii bu değer yargısı, inanç, İslam olunca, yani Allah’ın insanlar için bildirdiği yegâne hak, hayat nizamı İslam demek olunca, Allah’ın insanlar için bildirdiği inanç ve hayat nizamı üzerine bir araya gelen, Rabbimizin insanlar bildirdiği hayat nizamı olan İslam’ın dünyada hükümran olması için bir araya gelen, gayret gösteren, çaba gösteren, İslam’ı birarada yaşayan insanlar topluluğu demek oluyor İslami cemaat.
“Va’tasımû bihablillâhi cemîân”, yani Rabbimizin Al-i İmran 103’te buyurduğu üzere, Allah’ın ipine, Kur’an’a topluca sarılın, hep birlikte sarılın ayetinde belirtildiği üzere, Allah’ın ayetleri, onun insanlar için bildirdiği ölçüler, ilkeler için bir araya gelen insanlar topluluğu demek. Bu topluluğun sahip olduğu, inandığı, tâbi olduğu, yani iman akdini kabul etmekle birlikte tâbi olduğu değer yargıları da inşa edici, kurucu ve kendisi dışındakileri de reddedici, “hak geldi bâtıl zail oldu” anlayışını ifade eden, bâtılı reddettiği gibi onun ideolojik anlamda meşruiyetini de kabul etmeyen, dolayısıyla da yine Enbiya suresi 18’de Rabbimizin buyurduğu üzere, “biz hakkı batılın üzerine atar, escort eskişehir onun beynini çarpalar” iddiasına sahip bir din. Dolayısıyla da böyle bir dine, böyle bir değer sistemine, inanç sistemi ve hayat nizamına inanan insanların bir araya gelerek oluşturdukları bir cemaatin, bu dine dayanmayan herhangi bir toplumsal ve siyasal işleyişin alt bir kolu olarak faaliyet göstermesi mümkün müdür? Değildir. Çünkü temelde zaten onları bir araya getiren değer yargıları o mevcut işleyişi ve onun paradigmasını, onun önerdiği dünya görüşünü, hayat nizamını temelden reddediyor, akidevi olaraktan reddediyor. Dolayısıyla burada STK ve cemaat formundan kastımız bu.
STK, mevcut toplumsal ve siyasal işleyişi ve iktidarı, iktidar-itaat ilişkilerini reddetmeyen, ona akidevi temelde reddiye getirmeyen, onunla temelde bir meşruiyet sorunu yaşamayan, o iktidar ve itaat ilişkileri altında, o iktidar işleyişinin altı toplumsal sorunlarla ilgilenen bir yapı demek. Cemaat ise, İslam’ın değerler sistemi gereği temelde kendisi dışındaki her türlü anlayışın, öğretinin akidevi olarak reddine dayanan bir inancı, bir dünya görüşünü toplumda ve siyasal işleyişte hakim kılmayı amaçlayan insanlar topluluğunu ifade ediyor.
28 Şubat sürecinin ‘terbiye edici’ rüzgarları
Şimdi kavramları bu şekilde koyduğumuzda, Türkiye’deki ve şu an İslam dünyasındaki Müslümanların genelde hali pür melalini görebiliyoruz. Mesela 28 Şubat öncesi, 90’lı yılları, yaş olarak hepimiz yaşadık. Müslümanların laik düzen yıkılacak vesaire gibi iddiaları vardı temelden. İslam devleti gibi iddialarımız vardı. Bâtılın zail olması, hakkın hakim kılınması gibi bir gündemimiz, bir söylemimiz, bir inancımız vardı ve gerçekten bunu kamuoyuna taşıyacak şekilde de bir gücümüz vardı. 28 Şubat süreci, biraz sert rüzgarlar, biraz terbiye edici, biraz böyle uyarıcı, ikaz edici, biraz sopa gösterici bir hal ve ondan sonra gelen ılıman rüzgarlar. İşte gördünüz, eğer terbiye olmazsanız, yani Rab olarak hala Allah’ı görmeye devam ederseniz, bizim hayatımızın her anında, ticaretimizde, siyasetimizde, her şeyimizde Allah hakim olsun, Rabbim o olsun demeye devam ederseniz gördünüz!.. Bu sadece basit bir örnek şeklinde gösterilen bir şeydi aslında 28 Şubat, o yüzden “post-modern darbe” dendi biliyorsunuz, yani terbiye sürecinin bir parçasıydı. Maalesef algı anlamında Müslümanların çoğunun, bu terbiye sopasını görüp ılımlı dönemdeki terbiyeye teslim olduğunu görüyoruz, acı ama gerçek. O ciddi iddiaları olan, İstanbul’un Ankara’nın vesaire meydanlarında gerçekten çok önemli tepkiler, talepler ortaya koyabilen, toplumsal ağırlığı temsil edebilen Müslümanların 28 Şubat süreci oldu, sonra Ak Parti dönemi ılımlı rüzgarlar vesaire. Giderek o yapıların, Müslümanların oluşturdukları vakıfların, derneklerin cemaat düzeyine, yani düzene rağmen ve düzeni temelden akidevi olarak reddedip Allah’ın dininin hükümranlığını talep eden, bunun için gayret eden düzeyden, giderek vakıf ve dernek binalarına hapsolup eğitim faaliyetleri, yardım çalışmaları gibi işte iktidar-itaat ilişkilerine, yani siyasetin alt düzeyindeki sivil toplum çalışmalarına yöneldiklerini gördük ve maalesef bu durum bugün de devam ediyor.
STK sadece siyaset-altı alanlarla ilgilenmek değil, siyasette de, mevcut siyasi düzenin ve işleyişin bünyesinde bu mevcut işleyişe temelden bir reddiye, onun meşruiyetini sorgulayan bir yaklaşım yerine, onun düzleminde bir muhalefet ve taraftarlığı öngörür. Bir takım özgürlük, haklar vesaire talebi, bu noktada sistem-içi aktörlerin bu talepleri yerine getireceği düşünülen aktörlerin desteklenmesi, onlara gerekli uyarıların yapılması, diğer aktörlere karşı muhalefetin yapılması gibi, sistem düzeyinde bir siyaset ve muhalefet ya da taraftarlık düzeyi; dolayısıyla bugün yaşadığımız durum bu.
Mesela insani yardım faaliyetleriyle ilgili olarak cemaatle STK arasındaki farkı şöyle ifade edebiliriz: STK’lar, iktidar-itaat ilişkilerini sorgulamayan, onlara karşı temelden meşruiyetini reddedecek bir itiraz ifade etmeyen yaklaşımlarıyla ne yaparlar, işte koli dağıtırlar değil mi, insani yardım çalışmaları, fakire-fukaraya yardım, bu konuyla ilgili kampanyalar falan, çok güzel. Bunlar İslami açıdan yanlış mı? Değil. Kur’an da, biliyorsunuz ilk Mekki surelerde çok yoğun şekilde yetime, yoksula, yolda kalmışa vs. yardımı vaz’ ediyor, emrediyor. Fakat İslam’ın öngördüğü, dolayısıyla hani bizim İslami yapılanma biçimi olarak -cemaatle bunu ifade ettiğimiz yaklaşım ise- şunu ifade eder… Ki bunu işte tüm resullerde gerçekten görüyoruz, Resulullah (as)’ın ve sahabenin hayatında da bunu görüyoruz. Bu şekilde toplumsal yardım çalışmalarını devam ettirmekle birlikte, aynı zamanda mevcut o bâtıl düzenin, işleyişin, dolayısıyla algının, paradigmanın meşruiyetini de reddederek onun çarklarını ortadan kaldıracak, yerine Allah’ın dininin istediği bir toplumsal iktisadi yapıyı hakim kılacak bir gündemi ve mücadelesi de aynı zamanda devam eder.
Şöyle diyelim: Gün içerisinde siz bir ülkede diyelim ki 100 bin tane yardım kolisi dağıtsanız, yahut insanlara yardım yapsanız parasal, nakdi, ayni vs., fakat yönetim erki 0.01’lik bir rakamla oynayarak, işte o borsa, döviz, faiz dediğimiz o işleyiş içerisinde aldığı bir kararla sizin o yaptığınız bütün yardımı, tekrar zenginlere fazlasıyla veriyor. Dolayısıyla iktidar-itaat ilişkileri düzlemini gözetmeyen, asıl onu hedef almayan, onun meşruiyetini reddedip onu ortadan kaldırarak Allah’ın dininin adalete dayalı, paylaşıma dayalı, iktisadi sistemini kurma iddiasını korumayan bir çalışma, ancak işte yardım kolisi dağıtma düzeyinde kalır, bu da tam olarak o Hılful Fudül düzeyidir maalesef.
‘Peygamberlerin daveti sistem-içi düzlemde asla olmamış’
Kur’an-ı Kerim’de Rabbimiz bize kıssalar anlatıyor, bizlerin ilk elde Resulullah (as) ve arkadaşları, sonra da kıyamete kadar bütün Müslümanlar onları örnek alalım, onların izinden gidelim diye. Biz gerçekten peygamberlerin kıssalarında şunu çok net görüyoruz: Hiçbir peygamber, davetini, çabasını sistem-içi bir düzlemde asla tutmamıştır. Hatta tam tersine, temel çıkışları ve yaklaşımları öncelikle mevcut o cahili işleyiş dediğimiz, Allah’ın insanlar için belirlediği ölçüleri esas almayan iktidar-itaat ilişkileri olmuştur. Asli olarak davalarının merkezine koydukları husus bu olmuştur.
Hz. Musa örneği üzerinden bunu görebiliriz, Resulullah (as)’ın mücadelesi bu konuda çok açık. Hz. Musa’nın mücadelesinde daha böyle sembolik şeyler var, o yüzden onu ben numune olarak ifade etmek istiyorum. Biliyorsunuz Musa (as) doğrudan doğruya Rabbimiz tarafından Firavun’un sarayına gönderiliyor, Firavun’u inzar etmesi için. Firavun’un azdığını ve onun uyarılması için, belki öğüt alır diye Rabbimiz tarafından doğrudan doğruya. Bir insan, peygamber olarak Rabbimiz tarafından seçiliyor ve doğrudan, bakın toplumsal bir çalışma yapmadan, toplumsal bir zemin vs. çalışmasından önce, öncelikle neyi hedef alıyor? İktidar-itaat ilişkilerini. Firavun’un sarayına gidiyor, Firavun’a bir davette bulunuyor. Aynı zamanda şunu görüyoruz Musa (as)’ın davetinde: Hani diyor ya Rabbimiz, ‘Mısır’da, şehirde kıblegah olan evler hazırlayın’. Bunu şöyle ifade edebiliriz: İslami mücadele, cemaat çalışması, merkez ve çevre mücadelesini birlikte eşgüdümlü bütüncül olarak bize öngören bir anlayışı veriyor. Ne, merkezde gayret gösterelim, halkı uyandıralım belli bir güce ulaştıktan sonra sözümüzü, siyasal iddiamızı ortaya koyarız gibi bir yaklaşımı öngörüyor, ne de salt siyasal, tepeden inmeci bir anlayışı öngörüyor. İşte Hz. Musa’nın kıssasında gördüğümüz o eşgüdümlü, eş zamanlı bir çaba. Bir taraftan doğrudan Firavun’un sarayına gönderiyor Rabbimiz Musa ve kardeşi Harun (as)’ı aynı zamanda da toplumsal bir örgütlenme ve çaba onlara öngörüyor. Bu nedir? İşte merkezi çevre daveti diyebileceğimiz şey…
Siyasetin, iktidar-itaat ilişkilerinin, belirleyici, toplumları yönlendirici bir vasfı vardır. Siz salt merkezi-çevre çalışmasıyla, yani toplumsal çalışmayla, işte sohbetlerle, Kur’an halkalarıyla bir toplumu dönüştüremezsiniz. Bunun örneğini de şöyle verebiliriz: Kur’an halkaları, sohbet çalışmaları, seminerler, konferanslar -ki 28 Şubat sonrası süreçte Müslümanların çekildiği alanlardı, bu bir geri çekilmeydi gerçekten ve bu alanlara daha çok çekilindi- bir haftada diyelim ki Türkiye’de 10 bin tane sohbet halkası olsun, 100 bin olsun, konferans seminer olsun insanları aydınlatmak, Kur’an’la tanıştırmak, hakkı söyleyip bâtılı izah etmek için. O iktidar-itaat ilişkileri dediğimiz, yani siyasal düzen elinde bulundurduğu televizyon gibi bir araçla mesela her gün, her saat milyonlarca insanı ifsad ediyor değil mi? Yani siz çevrede insanları öyle tek tek, 10’ar, 20’şer konferanslarla, seminerlerle Kur’an’la tanıştırmaya çalışın, ama düzen elinde bulundurduğu imkanlarla, bir dizisiyle, reklamıyla, programıyla her gün, her gece, her saat 10 milyonlarca insanı ifsad ediyor. Dolayısıyla sizin bu işleyişe bir itirazınız, o işleyişi inkılaba uğratmak, yani ortadan kaldırıp onun yerine Allah’ın dinini hakim kılıp, dolayısıyla televizyonu, interneti, her şeyi temelde Allah’ın dininin hizmetine verecek bir iktidar, bir hakimiyet iddianız olmadığı zaman çevredeki çabanızın gerçekten kalıcı, değiştirici, dönüştürücü bir etkisi olmaz. İşte STK ve cemaat farkı dediğimiz hadise buralarda kendini gösteriyor somut olarak.
Kur’an-ı Kerim’de çeşitli kavramlar var, mesela Rabbimiz müminlerin kendi aralarında birbirlerine öğüt vermelerini, birbirlerine nasihatte bulunmalarını zikreder, ister. Tezkir, tezkire kavramları bu anlamda geçer. Bir de biliyorsunuz Müddessir suresinin başında, “ya eyyuhelmuddessiru, kum feenzir” ve benzeri ayetlerde inzar emri vardır. Az önce söylediğimiz konuyu biraz ifade eden kavramlardır bunlar. Öğüt, nasihat Müslümanlar arasındaki işleyişlerle ilgilidir. İnzar ise, doğrudan doğruya, Musa (as)’ın Firavun’a gitmesi, Resulullah (as)’ın Mekke’de o Mekkeli yöneticilere Dâru’n-Nedve’yi teşkil eden, Mekke liderleriyle yaptığı mücadele, onlara karşı daveti, işte Salih (as)’ın şehirdeki -9’lu çete olarak Kur’an’da ifade edilen- lider kesimiyle mücadelesi bağlamındadır. İşte bu, bahsettiğimiz İslami mücadeledeki bu merkez-çevre bütünlüğüdür. Kur’an’ı ve Kur’an kıssalarını okuyan her Müslüman şunu çok rahatlıkla görür: Peygamberlerin, resullerin eleştirel anlamda hedeflerinin daha çok liderler olduğunu görüyoruz. Yani mücadele adeta şöyle sürüyor: Allah’ın resulleri toplumlara diyor ki, şu insanlar sizi saptırıyor, dünyanızı da, ahiretinizi de ateş atıyorlar, sürekli bu çabayı gösteriyorlar, Kur’an kıssalarından bunu çok net görürüz.
Tabii tarihten bugüne değişen nedir? Tarihte bu daha çok şahıslar tarafından temsil ediliyordu, bugün daha çok kurumlar tarafından temsil ediliyor, bu iktidar-itaat ilişkileri, düzen dediğimiz hadise. Dolayısıyla şimdi Müslümanlar olarak yaşanan bu geri gidiş yani irtica halini öncelikle teşhis edeceğiz, yani gerçekten böyle bir sorunumuz var şu anda Müslümanlar olarak.
Müslümanların bugün çoğunlukla içinde bulunduğu hal nedir? İşte STK’lar, vakıflar, derneklerde eğitim faaliyetleri, işte insani yardım faaliyetleri gibi faaliyetlerin ağırlıklı olduğu, siyasi algı ve çabaların ise sistem düzeyinde olduğudur. Yani, sistemin aktörleri arasında tercihte bulunmak, sistemin aktörlerinden hak ve özgürlükler bağlamında talepte bulunmak ve bu taleplere karşı sistemin aktörleri tarafından gösterilen reaksiyonlarla olumlu-olumsuz, onlara taraftar ya da muhalif olmak düzeyi. Tam olarak işte STK düzeyi, bugün Müslüman çevrelerin temsil ettiği düzey.
‘Siyaset akidenin içinde mündemiçtir’
Siyasi-akidevi diye bir ayrım yapabilir miyiz? Normalde yapamayız değil mi? Yani o zaman biz de laik bir dil kullanmış oluruz. Belki kelime anlamı olarak yapabiliriz. Akide dediğimiz şey, siyaseti kapsar, yani siyaset akidenin içinde zaten vardır, mündemiçtir. İslam’ın akidesi demek, Rab, İlah, Melik tüm temel kavramlar doğrudan doğruya siyasetle insanların sevk ve idaresiyle, itaat ilişkileriyle ilgilidir. Dolayısıyla akide dediğimiz şeyler de temelde bu kavramlar üzerine inşa olmaktadır. İlah, Rab, Melik, yalnızca Allah’ın Rab ve İlah tanınması, yeryüzünde onun Melikliğinin kabullenilmesi, başka melikliklerin reddedilmesi. Fakat mesela, siyaset akideyi kapsar mı? Kapsamaz. Bugün çoğunlukla Müslümanlar akidevi temelli, yani akidenin kapsadığı anlamda bir siyasi duruşu terk etmiş durumdalar, sistem-içi dediğimiz işte o siyasi zemine gelmiş durumdalar. Bunu bir örnekle ifadelim.
Öncelikle şunu söyleyeyim: Resulullah (as) da aslında o davet sürecinde STK’laşma teklifi aldı. Nasıl aldı? Yunus suresi 15. ayet tam olarak bunun ifadesidir: “Onlar dediler ki ya bu Kur’an’ı değiştir ya da bize başka Kur’an getir.” Getirse inanacaklar ama nasıl bir Kur’an? Onların o işleyişlerini, algılarını, düzenlerini reddetmeyen, onunla barışık, ilahiyat alanına çekilmiş bir Kur’an… 28 Şubat sürecinde Demirel demişti ya -şimdi de tarihselciler diyor aynısını- ahkam ayetlerinin geçerli olmadığı bir Kur’an getirseydi onlar razı olacaktı. Yani, düzene ilişme ama onun dışında merhamet, sevgi, insanlara yardım, eğitim, bunları yap, onlarla bizim sorunumuz.
Aslında benzerliği itibarıyla Avrupa’daki sosyalist hareketlerin düzene nasıl entegre edildiği ve Avrupa’da sosyalist bir devrimin nasıl engellendiği, günümüzde bizim yaşadığımız durumu birebir ifade eden bir örnek. Biliyorsunuz sosyalist devrim, Avrupa’da bekleniyordu, zaten beşiği orasıydı sosyalizmin, komünizmin, fakat Rusya’da oldu. Komünizmin ve sosyalizmin kendi o tarihsel paradigmasına da aykırı bir şekilde aslında. Çünkü feodalizm, sonra kapitalizm, sonra devrim süreci Avrupa’da bekleniyordu, olmadı. Neden olmadı? Çünkü Avrupa’nın o şeytani aklı bugün İslam’a karşı uyguladığı ideolojik tedbirleri uyguladı. Onlar bir taraftan askeri tedbir uygularlar, bir taraftan ideolojik tedbir. Bakın, 28 Şubat süreci Türkiye’de bir İslami gelişmeye, İslami bilinçlenme sürecine karşı tam olarak bir askeri tedbirdi, fiili tedbir süreciydi, sonrasında gelen Ak Parti süreci de tam olarak ideolojik tedbir sürecidir. Yani birisi jakoben baskıcı laiklik, diğeri de İslam’ın, dinin kamusal alanda, bireysel hayatta, nüsuk anlamında ibadet alanında ve dar kamusal alanda varlığını tolere eden ama egemenlik-iktidar ilişkilerine asla müdahil kılmayan Anglosakson laiklik süreci.
Sosyalist hareketleri düzene entegre etme noktasında Avrupa’da şunu yaptılar: Sosyalist dalga ve itiraz süreci ciddi bir noktaya ulaşınca, o büyük işçi hareketleri vs. işçi potansiyeli üzerinden oluşan itirazı sisteme entegre edecek şekilde, sendikalar ve sosyal demokrat partiler üzerinden… Yani sistem-içi itiraz yapacak, hatta kapitalist sistemi bu anlamda kendi içinde de iyileştirecek şekilde… Şimdi sosyalizm-komünizm, kapitalist sistemi temelden bir reddiye değil mi? Onu asla meşru kabul etmeyen, yıkılması gerektiğini ifade eden ve işte üretim araçlarının topluma ait olması gibi iddiaları olan bir anlayış, bir paradigma. Bunun kapitalizmle uzlaşması mümkün müdür? Değildir normalde, asla değildir. Ama ne yaptılar? İşte orada çok ince bir işçilikle, sendikalar ve sosyal demokrat partiler marifetiyle o sosyalist iddiaları sistem-içi bir düzeye indirgediler. Kapitalizmi ve kapitalist işleyişin aksayan bir takım kısımlarını onardılar, işte işçilere daha çok pastan pay vermek gibi. Hani üretim araçları burjuvadan alınacaktı, toplumsallaştırılacaktı? O temel iddialar, itirazlar ortadan kaldırıldı, mevcut üretim araçları yine burjuvanın elinde ama işçiye daha fazla pay verecek şekilde bir takım fiyat ayarlamaları, sendikal düzenlemeler oldu. Sosyalist partiler ne oldu? Sosyal Demokrat partiler düzeyine indirgendi. Bugün Avrupa’da birçok ülkede sosyal demokrat partiler iktidarda ama bildiğiniz anlamda bütün o vahşiliğiyle kapitalizm egemen iktidar.
Şimdi aynısı bizde de yapıldı. Bu ince işçilik 28 Şubat süreci sonrası gerçekten bizde de birebir uygulandı. Düzenin meşruiyetini reddedip onu ortadan kaldırma iddiasıyla ortaya çıkan bir potansiyel var, İslami bir potansiyel, tüm ideolojik paradigmalarıyla, kapitalist işleyişle, nasyonalizmle vs. var olan işleyişi asla kabul etmeyen ve onunla uzlaştırılamayacak bir inancı, akideyi temsil eden bir potansiyel. Bu potansiyel ne yapıldı? Muhafazakar demokrat siyasetle sistem-içi bir düzeye indirgendi, sistemin bir alt biçimi haline getirildi. Bu anlamda sistemle revize edildi, yani halkla daha barışık hale getirildi, tabanı genişletildi. Avrupa’da sosyalizme ve sosyalist hareketlere karşı ne yapıldıysa, Türkiye’de ve İslam coğrafyasında -model ülke Türkiye olmak üzere- bu gerçekleştirildi.
Şeytan ve şeytanın yandaşları her zaman planlar kuracaktır değil mi, projeler geliştirecektir? Müslümanlar, İslam’ın onlara bildirdiği akideleriyle, iddialarıyla dimdik buna karşı duracak yerde, niçin çoğu İslami çevre buna angaje oldu? Sorun aslında burada. Yoksa küfür, şeytani güçler her zaman işlerini yapacaklardır. Rabbimiz Maide suresi 105’te öyle buyuruyor: Bismillahirrahmanirrahim, “Ey iman edenler, siz doğru yolda olduğunuz müddetçe, sapan kimse size zarar veremez.” Yani burada mesele bizimle ilgili aslında. Müslümanlar ilkelerini, Allah’ın ölçülerini, rasullerin örnekliklerini taze tutarsa, bunda ısrarcı olursa, yani istikamet üzere, istikrar üzere olursa bu tür sapmaların yaşanması mümkün değil. Ama maalesef o ilkeler unutulunca, maslahat, reel politika vs. gibi bir takım farklı algılar oluşturup onlar üzerinden hareket edince, kaçınılmaz olarak STK düzeyine indirgenmek kaçınılmaz oluyor ki maalesef bugün yaşadığımız hal bu.
STK ve cemaat derken, tabii meselenin form boyutu var, yani usul anlamında, yani yapılanma biçimi anlamında. Bu anlamda form ve norm benzerliği olumsuz anlamda gerçekleşmiş durumda aslında bizim İslami çalışmalarımız noktasında. Konumlarımız, mescitten çok maalesef STK işlevi görüyor. Haftada birkaç gün derneklerimizde, vakıflarımızda buluşuyoruz, işte sandalyelerde oturuyoruz yahut halka kuruyoruz sohbet yapıyoruz, hangi namaza denk gelmişse o namazı birlikte kılıyoruz, dağılıyoruz evlere gidiyoruz bir dahaki programa kadar. Şimdi bu, mescit formunu mu bize çağrıştırıyor yoksa kilise formunu mu? Kilise formunu çağrıştırıyor değil mi? Bu, İslam’ın örgütlenme, bir araya getirme formu değil. Mesela Resulullah (as) Medine’ye gidince ilk yaptığı iş nedir? Mescidin inşası değil mi? Önce mescidin inşası, sonra evler, çarşı vs. şehir öyle kuruluyor. Zaten İslam şehirlerinin temel örgütlenme biçimi budur. Ama bugün kapitalist şehirler nasıl örgütlenir? AVM’ler stadyumlar vs. temelinde. Şimdi İslami toplumsallaşma, yani cemaatleşme, mescit merkezli olur ama mescit, mescit olursa, yani kurumlarımız mescit haline gelirse. Bunlar aslıda biraz trajikomik olaylar ama biz olumluyoruz bile onu mesela “sabah namazı buluşmaları” gibi. Müslümanların sabah namazı buluşması ne demek? Müslümanlar sabah namazında buluşmalı zaten, bunun için bir program yapmaya gerek var mı, duyurular yapmaya? Aslında baktığımız zaman İslami öğreti bağlamında trajikomik hadiseler bunlar ama biz bunları içselleştirmişiz, hatta olumlu bile görüyoruz, ne güzel, bak işte sabah namazında buluştular gibi.
Yesrib’de tamam kalıcıydı ama Kuba köyünde bile biliyorsunuz Resulullah (as) 15 gün kaldı, hemen mescit inşa edildi, Cuma namazı ikame edildi vs.
Dolayısıyla bizim form boyutunda da olsun, norm boyutunda da olsun, yeniden İslam’ın bizden istediği bu mescit ve cemaat formatına dönmemiz gerekiyor algı düzeyinde, iddia düzeyinde. Şu an maalesef STK’laşma halini yaşıyoruz, sadece örgütlenme biçimi ve kurumlarımız anlamında değil, algılarımız, iddialarımız bağlamında da.
Son dönemde, bizim gibi akidevi temelli yaklaşım sahibi olup, son süreçlerde dönüşen, daha sistem-içi bir düzeyde algıya yönelen kaç arkadaşa bu konularda eleştiri sunmuşsam şunu söylüyorlar: Kardeşim, biz bahsettiğiniz hükümetin yahut da partinin doğrularına doğru diyoruz, yanlışlarına yanlış diyoruz. Algı bu. Oysa, doğru-yanlış cetveli tutma algısına dönmüşse bir İslami algı, zaten orada bitmiş demektir. Temelden bir algı, temelden bir itiraz, temelden bir inşa süreci, inşa algısı, temelden bir paradigma değişimidir İslam. Sen şunun yanlışını say bir de doğrusu say, yanlışa yuh de, doğrusunu ezberle. Eğer Müslüman bu duruma gelmişse zaten gerçekten bitmiş demektir, bütün o İslami algısı, İslam’ın ona kazandırdığı o düzey sıfırlanmış demektir. Dolayısıyla bizim bu noktada gerçekten ciddi bir muhasebeye ihtiyacımız var Türkiyeli Müslümanlar olarak ve aynı zamanda dünyadaki Müslümanlar olarak.
Bu meseleleri ciddiyetle ele almamız gerekir.
‘Hak din İslam’dır, hüküm Allah’a aittir’
Bitirirken şöyle diyeyim: Allah’ın indinde yegâne hak, hayat nizamı, din İslam’dır, hüküm Allah’a aittir. Rabbimizin bize bildirdiği bu iki temel iddiayı terk eden, bunlar düzeyinde değil de, hayatı, işte muhatap olunan düzeni, toplumu bu düzeyde algılamayıp da, bu anlamdaki itirazını, duruşunu yitirip, mevcut cahili sistemler düzeyinde bir algıya yönelmişse Müslümanlar; ki cahiliye olarak adlandırılması bu toplumsal ve siyasal işleyişin, ondan ilkesel kopuş, hicret gibi söylemler daha şurada 15-20 yıl öncenin taptaze, dipdiri söylemi, hatta belki o kadar bile değil. Kırılmalar hemen olmadı çünkü, bir 10 yıl önce bile hala bu söylemler tazeydi, ama giderek bunların yok olduğunu, cahili sistem, cahili işleyiş gibi söylemlerin ortadan kaldırıldığını görüyoruz.
Kırılmanın bir örneği olarak, yaşanan bir olay olarak hatırlıyorum, 2010 referandumunda bu bahsettiğim algı ve iddialara sahip birkaç kuruluş bir bildiri yayınladılar. O bildiride şöyle bir ifade vardı: “Sistemin adalet temelinde yeniden inşası için biz bu referanduma destek veriyoruz”. Ben zaten o zaman bir makale de yazmıştım. Bakın diyor ki, sistemin adalet temelinde yeniden inşası… Hani biz sistemi temelden reddediyor, onu ortadan kaldırıp yerine Allah’ın dinine değer bir sistem inşa etmek istiyorduk? Bu kırılmanın Müslümanlar tarafından fark edilmesi gerekiyor ve dolayısıyla da İslam’ın o temel ilkelerine, temel iddialarına göre yeniden bir inşa sürecinin başlaması gerekiyor. Tabii Allah’ın dini, kitabı, Resulün örnekliği gerçekte dipdiri, taptaze; anlamak isteyenler, buna yönelmek isteyenler için hakikaten dipdiri.
Rabbim bizleri bu noktada, Kendisi’nin ölçülerini bize bildirdiği o hayat membaı, ölçüleri, ilkeleri ve resullerinin örneklerini bütün ferdi, toplumsal algı ve yaşantısında her an gündemde tutup onlar üzere sebat ederek kendisine ulaşan salih, muvahhit kullarından kılsın inşallah.
Allah razı olsun dinlediniz, katkılarınız ya da sorularınız olursa öyle devam edebiliriz.
BİR KATILIMCI – Teşekkür ederiz. Peygamberimizin Hira’da vahiy almadan önce sivil toplum, STK sürecinde olduğunu, vahiy alıp Hira’dan aşağı inince cemaat dönemine geçildiğini söylediniz. Bu böyle, bir gün içinde olmadı sanırım, epey bir süreç geçti, cemaatleşme belki 3 yıl sonra oldu, belki 5 yıl sonra oldu.
ŞÜKRÜ HÜSEYİNOĞLU – Şöyle aslında ben buradan, cemaatten -biraz sembolik olarak kullanıyorum tabii cemaati- Resulullah (as) Hira’dan döndükten sonra önce Hz. Hatice iman etti, sonra Hz. Ali vesaire gidiyor. Ama tabii cemaatleşme bir süreç aldı, fiziki anlamda cemaatleşme. Benim buradaki STK ve cemaat imgelerini -tabiri caizse- kullanmam biraz imgesel bağlamda, algıyı ifade etmek için. STK o mevcut işleyen sistem içindeki bir çabayı gösteriyor. Hılful Fudül örneğini ondan verdim. Hılful Fudül sürecinde Resulullah (as) “Bu Mekke’deki Daru’n-Nedve işleyişi, ortadan kaldırılmalıdır, onun yerine şu düzen kurulmalıdır” diyebiliyor muydu? Çünkü iman nedir, kitap nedir bilmeyen bir konumdaydı. Ama Hira ile birlikte artık elinde bir hidayet rehberi var. Yani yeni bir hayat, yeni bir nizam kuracak bir öğreti var. O öğreti de hemen Hira’da 5 ayetle inşa olmadı ama orada bir algı değişimi, bir duruş değişimi o anda gerçekleşti. Artık o, kitap nedir, iman nedir bilen, Allah’la irtibatı olan, onun öğrencisi olan bir insandı. Tabii oradaki fiziki anlamda cemaatleşme vs. belli bir süreç aldı. Oradaki algı değişimini ifade etmek için onu sembolik kullanım olarak ifade etmeye çalıştım.
BİR KATILIMCI – İlave olarak şunu da söylemek istiyorum: Bu STK sürecinde eğitimin çok önemli olduğunu, hafife almamak gerekiyor. Bu süreci bir türlü bitiremiyoruz…
ŞÜKRÜ HÜSEYİNOĞLU – Bitmesin, zaten hayat eğitimdir, zaten “ikra” ile başlayan bir din. İslam aslında gerçekten bir eğitim dini, okuma, öğrenme, yazma, daha ilk söylenen hemen kalemle yazma. Ama buradaki mesele -o televizyon örneğini ondan verdim- Allah’ı Rab edinmek demek sadece onun terbiyeci olduğunu ve insanlar üzerinde hükümran, egemen olarak sadece Allah’ı kabul etmek demek. Şimdi siz dernekte, vakıfta, mescitte dersler yapıyorsunuz, çok güzel, halkalar kuruyoruz falan. Ama iktidar demek, televizyonu olması demek, iktidar demek okulu olması demek. Biz bile çocuklarımızı başka imkan bulamadığımızda o okula gönderiyoruz. Şimdi siz bu alt faaliyet olarak, yani STK faaliyeti olarak sadece eğitim faaliyetleriyle yetinirseniz olmaz. Bunlar kötü değil demin bahsettik, kötü olur mu! Allah da bunu emrediyor. Ama mesele bu düzeye çekilmek. Bakın bu bir geri çekiliştir. Gerçekten Müslümanlar geri çekildiler. 28 Şubat süreci sonrası sopayı gösterdiler bize ve biz geri çekildik. Bunu kabul edeceğiz bir kere. Öyle sadece fiziken de geri çekilmedik. Bugün şu teoriyi dinlemeyen az insan mı var şu tür sözleri: “İslam devleti diye bir şey yoktur, İslam’ın hakimiyeti diye bir şey yoktur” vesaire.
BİR KATILIMCI – Algı operasyonu olabilir mi?
ŞÜKRÜ HÜSEYİNOĞLU – Tabii ki bunlar algı operasyonu ama sorun şurada: Bu algı operasyonu artık operasyon olmaktan çıktı içselleştirildi. Buna itiraz eden çok az insan var. İbretlik bir olay anlatayım. Peygamber kıssalarıyla ilgili beni davet etmişlerdi, 3-4 yıl oldu. Konferansı verdim ben “Peygamber kıssaları bağlamında İslam mücadele fıkhı”. O zaman çıkan kitabımla ilgili bir konferanstı. Orada çok ciddi itirazlara maruz kaldım. Arkamdan da bir arkadaş beni aradı yoldayken dönerken İstanbul’a. Hocam, sizin konferanstan sonra burada adınız Harici’ye çıktı falan diye. Demiştim ki, nasıl ki Tanzimat Fermanından sonra Osmanlı’da gavura gavur demek hor görülmeye başlanmışsa, çünkü artık gavurlarla anlaştık, kardeş olduk, gavur denir mi!? Aynı şekilde bu partiyle birlikte Türkiye’de tağuta tağut demek Müslümanlar tarafından bile yadırganır bir durum oldu dedim diye bakın inanın salonda ayaklanma çıktı. Böyle bir durum yaşıyoruz, yaşadığımız süreç aslında gerçekten sıradan bir süreç değil. Çok ciddi bir irtica süreci, yani İslam’dan, İslam’ın iddialarından geri dönüş süreci maalesef.
BİR KATILIMCI – Sizin bu sunumunuzdan benim edindiğim intiba; Allah rahmet eylesin Ercüment abinin 80’li yılların başlarında bir deneyimi vardı, bir girişimi, İslami Parti. Zaten sizin tanımladığınız cemaat İslami Parti. Hani bildiğimiz şu andaki genel anlamda cemaat gibi değil, bir şahsa körü körüne bağlanan. Ercüment abi -Allah rahmet eylesin- böyle bir girişimde bulundu, çaba sarf etti. Ben bütün bu çabanın içeriğine vakıf değilim ama atıl kaldı bu. Acaba bu girişimi de dikkate alarak tekrar ne söylersiniz?
ŞÜKRÜ HÜSEYİNOĞLU – Tabii, aynen dediğiniz gibi. Netice itibariyle orada ilginç bir şey var, o günlerde Ercüment abiye parti kurduğu için “sistem-içi bir şeye mi yöneliyorsun” diye itiraz edenler şimdi partilerin destekçileri. O gün itiraz edenler, böyle bir parti girişimine, yani İslami, tamamen sistem-dışı, sistem-üstü bir parti girişimine itiraz edenler, ilkelerden sapma gibi bir takım ithamlara maruz bırakanlar bugün bazı partilerin fiili destekçileri, bazı partilerin de kurucuları arasında adamları var artık. Böyle de bir garip, yani uçtan uca insanlar. Bizim insanımız öyle. Şu mutedil çizgide, vasat çizgide ısrarcı ol kardeşim. Aynı işte o dediğiniz örnek, aynı kadrolar işte Ercüment abiye orada itiraz ettiler, şimdi kendileri düzen partilerinin taraftarları durumunda maalesef, acı gerçek.
Temel sorunlardan biri şu: Bahsettiğimiz istikametsizlik, istikrarsızlık meselesi. Biz gerçekten şöyle kısa yakın tarihe, içinde olduğumuz 90’lı yıllara falan baktığımız zaman şöyle bir sorunumuz var: Her defasında 15-20 yılda bir sıfırdan başlamak zorunda kalıyoruz. Bir kadro yetişiyor, ciddi bir potansiyel oluşuyor. Ben 90’lı yıllarda üniversitedeydim, İstanbul Üniversitesinde. Biz, “tamam, devrim yaptık” diyorduk, forumlar yapıyorduk çok iyiyiz falan diye. Ama sonra maalesef bir rüzgar geldi, bir sert bir ılıman, bitirdi.
Şimdi sorun şöyle bence: Sıfırdan tekrar başlıyoruz. Diyelim Ercüment abi -Allah razı olsun- gerçekten müthiş bir potansiyel oluşturdu. Birçok yere gittim, inanın her zaman da ifade ediyorum, içim kan ağladı. Ercüment abi gitmiş, çaba göstermiş, insanları tevhidle, Kur’an’la tanıştırmış. Birileri gelmiş, aynı kadroyu, aynı insanları mevcut algıya dönüştürmüş, sıkıntı biraz burada. Şöyle bir dur yanında ya, sabitkadem ol değil mi? Bir dur yani İslam’ın ilkelerinde. Bu olmadığı zaman o dediğimiz sorun oluyor, sıfırdan tekrar başlıyoruz. Şu anda biz neyiz? Aslında normalde müthiş bir potansiyel. İnşa süreci yaşanmıştı 90’larda, şu anda artık biz toplumsallaşma süreci yaşamamız gerekiyordu ama şu an sıfırdan başlıyoruz bakın. Çünkü bütün potansiyel gitti, yüzde 80 anlamında o yetişmiş potansiyel, bugün düzen partilerinin propagandisti durumunda. Maslahat ve reel politik yapıyorlar, biraz ondan dolayı. Çünkü potansiyel olmayınca ne yapacaksınız, yeniden sıfırdan başlayacaksınız.
BİR KATILIMCI – Oradaki sıkıntı sopadan çok havuçtan kaynaklı. Sopadan korkmaktan değil…
ŞÜKRÜ HÜSEYİNOĞLU – Tabii tabii, kesinlikle. Resulullah’a da uygulamışlar, diyorum ya bir taraftan işkence-zulüm var diğer taraftan da diyorlar ki “Bu Kur’an’ı değiştir ya da yenisini getir inanalım”. Bu her zaman olmuş, önemli olan ikisine de direnmek. Şimdi biz 28 Şubat’ta sopaya direndik ama öbürüne, o havuca, direnmedi insanlar. Birincisi çünkü kolay, fiziken direnirsin, göze alırsın hapsi ölümü falan. Ama öbürüne direnmek ciddi bir İslami bilgi, birikim, bilinç gerektiriyor. Yine Ercüment abiden bir örnek, Avrupa’daki ağaçlarla Türkiye’deki ağaçlar örneği. Suya kolay ulaşırsa ağaç, çok yağmur yağdığında en ufak bir rüzgarda yıkılır. İşte o yüzden İslam’ın temeli hep okumak, yazmak, o ilk sureler niye bu kadar eğitime önem veriyor, bundan dolayı. Yani köke inmek, derinleşmek. Yüzeysel olunca, sloganik olunca bir rüzgar geliyor, silip götürüyor; yaşadığımız sorun biraz bu.
Bu söylediklerim şimdi karamsar bir tablo mu? Değil. Eğer biz bunları söyleyebiliyorsak, İslam’ın bu konudaki ilkelerini ortaya koyabiliyorsak ve Türkiye’de bunca sürece -bakın gerçekten basit şeyler yaşanmadı, çok ciddi süreçler yaşandı- buna rağmen ciddi bir potansiyel hala varsa demek ki umutvar olmak gerekiyor, şahsen gerçekten umutvarım. Kendimi teselli etmiyorum, umutvarım. İnşallah ciddi bir potansiyel var, inşallah bir inşa sürecinin yaşanacağını düşünüyorum Allah’ın izniyle.