2008 yılı Nisan ayında İktibas Dergisi tarafından hazırlanan Dosya çalışmasında, aşağıdaki 4 soru kendisine de yöneltilen Abdurrahman Arslan, “İslam nasıl ki kendine has bir ‘inanma modeli’ ise, aynı zamanda kendine has bir siyaset modelini ifade eder” vurgusunda bulunuyor. Arslan, “Eğer bilgi ile iktidarı birbirlerinden ayrıştırarak düzenlemiyorsak, ki ayrı düşünmemiz asla mümkün değil; bu durumda vahiyle elde ettiğimiz iman/inanma ve bilgi biçiminin kendine has bir ‘siyasal dünya’ kurması zorunludur. Bu hal içinde bilginin kurucu niteliğine uygun şekilde bu sosyal dünyanın bir düzeninin ve yönetme tarzının da olacağı tabiidir.” diyor.
İktibas Dergisi’nin 352. sayısında hazırlanan “İslam ve Siyaset” konulu soruşturma dosyasında yöneltilen sorular şöyle:
1. İslam, ‘siyasî’ karakterli bir din midir? ‘Siyaset’ olgusunu nasıl tanımlıyorsunuz? Bu tanım doğrultusunda İslam’ın siyaset olgusuyla ilişkisini nasıl kuruyorsunuz?
2. İslam’ın bir ‘siyaset modeli’ var mıdır? İslam bir ‘yönetim biçimi’ önenir mi, yoksa İslam’ın bizatihi kendisi bir ‘siyasal model’ midir?
3. İslam’ı bir ‘din’ (religion), siyaseti ise ‘dünyevî’ (veya seküler) bir alan olarak gören yaklaşım için ne düşünüyorsunuz? İslam’da din ile dünyayı birbirinden ayırmak mümkün müdür?
4. İslam ile siyaset arasında özden bir ilişki olmadığını savunan tezi, İslami Uyanış sürecini sekteye uğratmak için 1990’lı yıllardan sonra hız kazanan ‘kuşatma’ politikası ile ilişkilendirmek mümkün müdür? Bu bağlamda BOP ve Ilımlı İslam projesini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Din Hayattır
Abdurrahman Arslan
C.1 Siyaset kavramının bir sınırlılık içerdiği, aynı zamanda da kısmi bir müphemlik taşıdığını söyleyebiliriz. Çünkü bu kavram modern zamanlarda semantik bir müdahaleye maruz kalmış, deyim yerindeyse yeniden inşa edilmiştir. Müdahale siyaset kavramına mesiyanik bir içerik katmıştır. Bu yüzden İslam’ın siyasetten anladığı ile modern siyaset arasında benzerlikler kadar mahiyet olarak farklılıklar da bulunur. Müslüman kesim tarihsel ve epistemolojik sebeplerden dolayı haklı olarak din ve siyasetin ayrıştırılamayacağına sürekli vurgu yapmaktadırlar ve yapmaya da devam edeceklerine inanıyorum. Ancak bugün siyasetin kendi yapısal özelliğinden kaynaklanan kısıtlayıcı ufkunu da gözden kaçırmamamız gerekiyor. Zira dinin sahası öncelikle kendine inanan müminler olurken, post-modern siyaseti bir kenara bırakarak, günümüzün modern siyasetinin sahası ulus-devletin hudutları içindeki topraklar üzerinde yaşayan insanlardır. Özellikle modern siyasetin bu özelliğinin müslüman muhayyilede yaptığı entelektüel tahribatı daha çok “dış siyaset” meselelerinde daha açık bir şekilde görmek mümkün. Allah’ın arzı üzerinde siyasete neyle “hudut” çizilebileceğini, din ve siyasetin ayrıştırılamayacağına vurgu yapanların bugün belki de üzerinde daha çok durmaları gereken önemli bir husus olduğunu söyleyebiliriz.
Siyaset, üzerinde tahlil ve tartışmanın yerinin burası olmadığı “toplum” yaşamını yönetme/düzenleme “sanatı” olarak anlaşılmış ve ortaya çıkmıştır, dememiz mümkün. “Siyasal olan”dan bahsetmek, uğradığı semantik müdahaleden dolayı kavramın muğlak dünyası içinde gezinmek anlamı taşıyor. Buna rağmen siyasal olanı söz konusu etmek her şeyden evvel iktidarın, hayatın ve toplumun ilkelerinden bahsetmek demektir. Siyaset ne kadar toplumu düzenlemek demekse, bir o kadar da hayatın kendisiyle ilgilidir. Zira “siyasal olan”ın nesnesi her zaman “ortak hayat durumu”dur. İktidar kullanım pratiği ortak hayatı düzenlemenin temel kurallarını ortaya koymak ve denetlemektir. Burada iktidarın iki önemli unsuru olarak “kural” ve “denetim” meselesi karşımıza çıkmakta; tartışma konumuzun dışında olsa da kuralın “kaynağı” ve denetimin “usul” ve “araçları” bizi en çok ilgilendiren hususlardır.
Bu yüzden İslam ve siyaseti, kökenleri farklı iki ayrı bilgi biçimi veya iki ayrı faaliyet alanı olarak konumlandırmak asla mümkün değildir. Aslında bu türden bir kabulü bütün ideolojiler için de söz konusu edebiliriz. Yani her ideoloji/dünya görüşünün kendi amaç ve ideallerine uygun düşen bir siyaset anlayışı bulunur; İslam’ın diğerleriyle benzer tarafları olmasına rağmen yine de farklı tarafları ve farklı öncelikleri vardır. Ne zaman ki İslam ve siyaseti iki farklı faaliyet alanı olarak anladığımızda, tabii olarak bunların her birine ait ideal ve hedeflerinin olacağı ve bunları hangi usul ve araçlarla gerçekleştirecekleri meselesi bir sorun olarak karşımıza çıkar. Bu yorum ışığında siyaset nedir sorusuna vereceğimiz cevap, yukarıda da söz konusu etmeye çalıştığım gibi, basit bir ifadeyle şu olabilir: Siyaset, insanın ve toplumun kendi iradeleri ve çabalarıyla kendilerini düzenlemeleridir. Bu düzenleme sadece dışsal bir otorite tarafından sağlanabildiği zamanlarda bu düzenlemeye totaliter yönetim biçimi diyoruz. Ancak totaliterliği sadece bu tarza indirgemek asla açıklayıcı değildir; çünkü bu durumda adı demokratik olan bir toplumun ya da modern demokratik toplumun totaliter karakterini hem anlayamaz hem de açıklayamayız.
Bu tanım ışığında konuştuğumuzda İslam’ın kendisi, yani bilgi biçimi kendine has bir iktidar anlayışını yine kendinde barındırır ve bu bilginin imkanlarıyla İslam önce ona inanan ferdin kendisini, sonra da inananların meydana getirdiği topluluğu, buna birinci dereceden cemaat, ikinci dereceden ümmet diyoruz, kendisini yine kendi elleriyle düzenlemelerini ister. Bu öncelikle vahyin bize sunmuş olduğu bilginin karakteriyle ilgilidir, onun gücü ve imkanlarıyla olmaktadır. Eğer siyaseti modern kavramsallaştırılmış anlamı içinde anlarsak, onu toplumu yönetmeyi sağlayan dinden ayrı bir bilgi alanı olarak kabul etmemiz gerekir ki, İslam böyle bir durumu veya paylaşımı asla kabul etmez. Zira böyle bir ayırım daha başından itibaren bizden “inanma” ile “yönetme” faaliyetlerini birbirlerinden ayırmamızı ister. Bu yüzden dinin alanı ayrıdır, siyasetin alanı ayrıdır; dinin siyasetin alanına müdahale etmemesi gerekir gibi formülasyonlar aslında kendi içinde de çelişki taşır. Bir kere böyle bir ayırım kendi tarihsel köklerini sadece Hıristiyanlıkta bulduğu “Laicus-Glericus” ya da kutsal-seküler ayırımında bulmaktadır. Öte yandan böyle bir ayırımlama bize bizzat siyasetin kendisinin herhangi bir dünya görüşüne içkin olmadığının teminatını vermek zorundadır; ki biz bu durumda siyasetin “değerden-bağımsız” yani “nötr” ve sadece “teknik” bir mesele olabileceğini kabul edelim. Diğer bir ifadeyle dinin siyasete müdahale etmemesi gerektiğini savunanlar, siyasetin de herhangi bir dünya görüşü taşımadığı düşüncesini taşıyorsa, kendini, tabii ki eğer mümkünse, ondan arındırması gerektiğini kabul etmesi lazım. Oysa biz biliyoruz ki ne İslam siyasetten vazgeçebilir, ne de siyaset kendinde içkin herhangi bir dünya görüşü olmaksızın var olabilir. Zira her düzenleme faaliyeti ideolojik bir özellik taşır. Bu durumda muhtemelen karşımızda duran en ciddi ve en önemli sorun, siyasetin bizzat kendisini pozitivist ideolojiden arındırması meselesidir. Müslüman siyasete talip olurken veya din ve siyaset ayrıştırılamaz derken hazır siyaseti İslam adına içselleştirebilir. Bu da onu bekleyen en büyük tehlikedir.
C.2 İslam nasıl ki kendine has bir “inanma modeli” ise, aynı zamanda kendine has bir siyaset modelini ifade eder; zira İslam insanları kendine inanmaya davet ederken onları hem içsel olarak, yani “enfüsi” düzeyde düzenleyerek mümin, mümine, hem de dışsal olarak yani “afaki” düzeyde düzenleyerek adına cemaat dediğimiz topluluk haline getiriyor. Eğer bilgi ile iktidarı birbirlerinden ayrıştırarak düzenlemiyorsak, ki ayrı düşünmemiz asla mümkün değil; bu durumda vahiyle elde ettiğimiz iman/inanma ve bilgi biçiminin kendine has bir “siyasal dünya” kurması zorunludur. Bu hal içinde bilginin kurucu niteliğine uygun şekilde bu sosyal dünyanın bir düzeninin ve yönetme tarzının da olacağı tabiidir.
İslam’ın siyasal/sosyal paradigmasının kurucu unsurları ile modernist siyasal/sosyal teori birey, toplum ve ulus gibi üç kurucu unsur üzerinde kendini inşa etmiştir. Aynı zamanda da İslam’ın kabul etmeyeceği şekilde sosyal hayatı da sivil ve siyasal toplum, özel ve kamusal alan olmak üzere dörde bölmüştür. Oysa İslam kendi siyasal/sosyal paradigmasını aile, cemaat(ler) ve ümmet üzerine kurmaktadır. İslam’ın aile ve kamu hukukunun olması modernist bölünmeyi meşrulaştırmak için kullanılamaz, İslam’a göre bu alanlar birbirlerinin farklı mekanlardaki uzantılarıdır. Onun için İslam’da, modernist anlayışta olduğu gibi özel ve kamusal alanlar için iki ayrı ahlak anlayışı söz konusu değildir; İslam kendine inanan için her yerde geçerli olacak tek bir ahlak sunar. Bu da insanı şizofren olmaktan kurtarır.
C.3 İslam’da nasıl ki fizik-metafizik, kutsal-kutsal dışı ayrılıkları bulunmuyorsa, din ve dünya ayrımı da yoktur. Ahiret, “dünyanın” devamıdır. İslam’a göre dinin varoluş sebebi dünyadır; dünya ise ahiret için vardır. Yani İslam bizim bu dünyamızı ahiret için düzenlemeye gelmiştir; her şeye bu kadar yoğun şekilde müdahil olmasının, ona inanan mümini boşluk bırakmaksızın engin bir sabırla bilgilendirmesinin sebebi budur; bu, kendisine inanan mümine sonu gelmez sevgisinin bir tezahürüdür. Dolayısıyla Hıristiyanlığın teolojik paradigmasının yaptığı ayırımlar ve bu ayırımların modernist paradigmadaki sekülerleşmiş kavramlarla ifadeleri, bizim için açıklayıcı olmaktan çok, kafa karıştırıcıdırlar.
Şüphe yok ki İslam batılı anlamda ve “Religion” kavramının ifade ettiği biçimiyle bir din değildir; İslam insanı “metafizik” aleme “bağlayan” bir din değildir; İslam’a göre din bizzat hayatın kendisine tekabül eder ve bütün kainatı kucaklar. Unutmamak lazım ki, “din hayattır, hayat ise Allah’a dönüştür”. Dolayısıyla ona “hayat” diyerek anlam veren din, bunu yaparken aynı zamanda da onu tanımlamış ve düzenlemiş olmaktadır. Bu durumda din, bizzat düzenleyici bir bilgi/güç olarak siyasetin kendisi olmaktadır. Bunu bir amaç için yapmakta, yani hayatı karşılığı orada alınacak ahiret için düzenlemekte ve anlamlandırmaktadır. Bu bağlamda ele aldığımızda dünya ve ahiret birbirlerinden ayrıştırılmaları asla mümkün olmayan insan faaliyetine ait alanlardır. İnsanin ahiretteki faaliyetlerini belirleyecek olan bu dünyadaki faaliyetleridir; bu yüzden “dünya ahiretin tarlasıdır”. Biz herhangi bir ürünü onun yetiştiren topraktan bağımsız düşünebilir miyiz? Dolayısıyla eğer dünya ahiretteki insan faaliyetlerinin alanı ise, bu durumda sorun insan faaliyetlerinin bu dünyada neye göre ve nasıl düzenleneceğidir. Şüphe yok ki bu da elbetteki bir tercih meselesidir.
C.4 Bilgi ile iktidar arasında ayrılmaz bir ilişki olduğunun konuşulduğu bir çağda yaşıyoruz. Günümüzün bilgi anlayışı, her ne kadar giderek post-modernizme doğru eğilim içinde olsa bile, bilginin iktidar ve dolayısıyla siyasetle olan ilişkisini birbirlerinden ayırmaksızın birlikte düşünmektedir. Aynı durum İslam için de geçerli olacağından, bu meseleyi, sık sık gündeme gelse bile fazlasıyla bayatlamış bir mesele olarak gördüğümü söylemeliyim. Çünkü hem bilgi ile iktidar arasında ilişki olduğu söylenecek, hem de İslam ile siyaset arasında bir ilişkinin olamayacağını savunmak anlaşılacağı gibi fazlasıyla komiktir. Ancak bu söylediğim din ve siyaset arasındaki ilişkinin tartışılmayacağı anlamına gelmiyor; en azından üç yüzyıldan bu yana zaten insanoğlu bunu tartışmaktadır. Tersine bugün de insana, topluma ve hayata dair yoğun tartışmaların yapıldığı ve hayata dair yeni düzenlemelerin hangi bilgi biçimiyle yapılacağına dair yeni arayışların çağında yaşıyoruz. Bu çağ ve onun yaygınlaştırmakta olduğu yeni bir politik kültürün Müslümanlar için taşıdığı tehlike, kanımca bütün “projelerden” çok daha fazla önem taşıyor. İnsanın kendisiyle ve kendi dışındaki bütün varlık alemiyle olan ilişkilerinin çözüldüğü ve yeniden nasıl kurulabilirliğinin imkanlarının araştırıldığı bir dünyada diğer bütün dinler gibi Müslümanların muhayyilesindeki İslam’da ciddi bir dönüşümden geçmekte ve giderek içi boşalmaktadır. Bu durumda bizzat müslümanın muhayyilesi İslam ile kendine has dinamikler üzerinde işlerliğini sürdürürken, onun dışındaki hayat arasında bir ilişki kurmakta zorlanıyor. Yaşadığımız dünyada yeni politik kültür aynı zamanda üç şeyin de işleyiş mantığını değiştiriyor.
Artık uçsuz bucaksız bir iletişim ve bilgisayar ağıyla örgütlenmiş bir dünyada yaşıyoruz. Muhayyilemizin zor kavrayabileceği teknolojinin düzenlediği yeni ilişki biçimleri, yeni paradigmatik kopuşlar mahiyeti farklı yeni bir politik kültür doğurup yaygınlaştırıyor. Bu yeni süreçler içinde üç şeyin işleyiş mantığında da köklü dönüşümler meydana geliyor. Bunlar toplumun, üretimin ve demokrasinin işleyiş mantığında meydana gelen değişimlerdir. Toplum, parçalanarak kendine “sivil toplum” temelinde işlerlik arıyor; siyaset, sınıf özellikli olmaktan çıkıyor. Üretim, ferdist üretimden esnek üretim biçimine; Demokrasi de sivil toplumun açtığı yeni demokratik imkanla katılımcılığa evriliyor. Ama bunlar yanında yeni bir denetleme tarzı ve yeni tahakküm biçimi de bu kültürle beraber yaygınlık kazanıyor. Müslüman muhayyilesi bu kültürü içselleştirdikçe, hiç de zorlamaya ve bir projeye gerek olmadan ılımlılaşıyor ve “iktisadi aktör” haline geliyor: Kendince ticaret yaptığını düşünüyor, oysa herkesin bildiği liberalizmi keşfediyor. Herkeste biliyor ki dini bir heyecan olmadan kapitalizm yaratılamaz. Bugün Türkiye’de siyasetin, paranın, bilginin iktidarı el değiştiriyor. Eğer bu bir projeyse, evet proje işlerliğini sürdürüyor.