Bir mazlum şehid: Hüseyin Kurumahmutoğlu
Hüseyin Kurumahmutoğlu 1987 yılında Mamak Askeri Cezaevinde namaz kılarken işkence yapılarak şehid edildi. İşte H.Kurumahmutoğlu`nun ailesiyle yapılan görüşme, Hüseyin Kurumahmutoğlu`nun cezaevi notları, cezaevi arkadaşlarıyla yapılan yapılan söyleşi... Adım adım şehadet giden yol...
22-07-2010
27 Mayıs Perşembe gecesi Bafra’ya gitmek üzere yola çıktım. Benim için uzun, fakat aynı zamanda zevkli olan on iki saatlik yolculuk başlamıştı. Otobüs yamalı asfalt yolları daha da bir aşındırırken kafamda binbir düşünce vardı. Hayatımda ilk defa bir şehidin ailesi ile yüz yüze görüşecek ve onun hakkında ayrıntılı bilgi alacaktım. Bu günleri bana gösterdiği için Rabbime binlerce şükürler ediyordum.
Bu duygular içerisinde on iki saatlik bir yolculuk, 28 Mayıs Cuma sabahı şehidimizin memleketi olan Bafra’da noktalandı. Otobüsten iner inmez telefon kulübesi buldum ve şehidin kardeşi Hasan Bey’i aradım. Adresi tarif etti ve minibüse binip gelmemi söyledi. Minübüsle gitme yerine yaya gitmeyi tercih ettim. Yirmi dakikalık bir yürüyüşten sonra tarif edilen adrese ulaştım. Tabeladaki “Kurumahmutoğlu” yazısını görünce, ilk defa gelmiş olduğum bu küçük ilçedeki bütün yabancılığım gitmişti adeta. İçeri girdim ve selâm verdim. Telefonla konuşan şahıs düz saçlı, uzun boylu ve geniş omuzluydu. Telefonu kapattı ve selâmımı aldı. Bu şahıs Şehidimizin kardeşi Hasan Bey idi. Yüzü gençti, fakat saçları oldukça kırlaşmıştı.
Kısaca kendimi tanıtıp İstanbul’dan geldiğimi söyledim. İki çay söyledi ve kahvaltı yapıp yapmadığımı sordu. Tok olduğumu söyledim. Bafra’ya gelme amacımı anlatarak, var ise şehide ait belgeleri istediğimi belirttim. Hasan Bey:
-Bizde fazla belge yok, abimin bana göndermiş olduğu mektuplar vardı, sonradan ben onları yaktım. Anneme göndermiş olduğu mektuplar var, fakat annem de onları kimseye vermiyor. Bende bir resmi ve göndermiş olduğu tebrik kartı var. Sadece bunları sana verebilirim.
Demir kasayı açarak bir resim ve bir de tebrik kartı uzatarak:
-Bu abimin en son fotoğrafıdır. Başka fotoğrafı yoktur. Zaten yetkililer cezaevinde fotoğraf çektirmiyorlardı, dedi.
Kendisine gönderilen mektupları niçin yaktığını sordum; “belirli nedenlerden dolayı” deyince içim tarif edilmez bir acıyla burkuldu ve kendisine: “Çok önemli belgeleri yok ettiniz” dedim.
Hasan Bey’e aslen nereli olduklarını sordum.
-Babam aslen Trabzon Ofludur. Babamın babası Osmanlı’da hem muhtarlık hem de imamlık yapmış. Babam çok sonraları Bafra’da bulunan amcamın yanına göç etmiş. Babam herkes tarafından sevilen ve sayılan bir insandı. Çevremizde babamı seven insanlar, bazı olayların çözümünde, onun hakemliğine başvururlardı. Babam seksen beş yaşındaydı, fakat çok dinçti. Çünkü hiçbir kötü alışkanlığı yoktu. Evden işe işten eve giderdi. Düzenli bir hayatı vardı. Yediklerine çok dikkat ederdi. Kötü alışkanlık olarak sigarası vardı, onu da sonradan bıraktı, diyerek sözlerine devam etti:
-Babam hacca giderken kendisi için bir çanta sigara almış, başka bir hacı adayı da bu sigaraları görmüş ve babamı ayıplayarak: “Yazık sana, bir de hacı adayı olacaksın.” türünden laflar söylemiş. Bu nedenle babam sigarayı da bıraktı. İş hayatına da çok dikkat ederdi. Bir gün çok erkenden dükkanı açmış (genellikle dükkanı erken açardı) ve Kur’an okurken aniden dükkanda ölmüş. Bizim haberimiz yoktu. Daha sonra bulduk onu.
Abisiyle ilgili bazı sorular soruyorum.
“Abim 31 Aralık 1962 yılında Bafra’da doğdu. Nüfusta ‘Of’ yazılıdır. Sekiz kardeşiz. Rahmetli dördüncüydü. İlk, orta, ve liseyi Bafra’da okudu. Lise 3. sınıfın ikinci yarısında siyasi faaliyetleri nedeniyle okuldan atıldı. Fakat daha sonra Ankara’da lise diplomasını aldı. O dönemde üniversiteyi kazandı, fakat babam göndermedi. Abim o dönemde çok aktif, cesur ve yiğit bir insandı. Maddi durumumuz iyi olduğu için Ankara, İstanbul, Samsun ve Trabzon’a sık sık gidip gelirdi. Eve pek az uğrardı. İhtilâlden önce aranıyordu. İhtilal olduktan birkaç gün sonra Trabzon Sıkıyönetim Mahkemesi’ne teslim oldu. Daha sonra Samsun’a getirdiler.
Buraya başka illerden de abim gibi bir çok kişi getirdiler. Samsun’da tam yüz gün kaldılar. Rahmetli burada kaldığı süre içerisinde aşırı bir şekilde işkence gördü. Abimleri Zekin Kaman ekibi soguladı. Bizimle hiç görüştürmediler. Mamak Askeri Cezaevi’ne gittikten sonra dört ay kadar yine görüşemedik.”
Muhabbetimizin en koyu yerinde müşteri geliyor ve ara vermek zorunda kalıyoruz. Müşteri gidince Hasan Bey açtığı kumaşları toplarken: “Sen sormaya devam et.” diyor ve kaldığımız yerden devam ediyoruz. Şehid Hüseyin’in cezaevinde ne zaman kitap okumaya başladığını soruyorum. Net olarak şu anda tarihini hatırlamıyorum. Fakat çok kitap okurdu. Genelde fikir kitapları, ciltli ve kaynak kitaplar istiyordu bizden. Onun istediği kitaplar her yerde bulunmuyordu o zamanlar. Ona kitap almak için İstanbul, Ankara ve Samsun’a kitap almaya gidiyordum. Kitap göndermediğim zaman görüş günlerinde bana çok kızardı. Çok kitap istiyordu. Herhalde arkadaşları da bu kitaplardan yararlanıyorlardı. Ona almış olduğum kitaplara bazen bakıyordum, fakat bir şey anlamıyordum. Çok ağır ve kalın kitaplardı bunlar.
“Sürekli ziyaretine gider miydiniz?”, diye soruyorum.
“Hemen hemen her hafta giderdik. Abim Mamak Askeri Cezaevinde çok acı çekti. Özellikle de “sosyal boykot” uygulandığı günlerde.”
Konuşmamız böyle uzayıp giderken söz yine şehide ait mektuplara geliyor. Hasan Bey, annesinin izin vermesi halinde mektupları bana verebileceğini söylüyor. Sevinçten iki kanatlı kuş olup uçacağım sanki. Bu arada saat de epeyce ilerliyor. Öğleye yakın Hasan Bey’in eşi mağazaya geldi ve biz eve gitmek üzere çıktık. Araba ile beş dakika sonra şehidimizin evine geliyoruz. İki katlı bir ev burası. Tülbenti beyaz, elinde doksandokuzluk tesbihi, yüzünde acı ve hüznün kırışıklıkları bariz bir şekilde görülen bir teyze açıyor kapıyı. Kendi annem gibi ellerinden öpüyorum. Oturuyoruz. Yüzüne şefkat ve merhametle bakıyorum. Kendimi tanıtıp hal ve hatırını soruyorum. Hasan Bey mektupları ve notları almak için üst kata çıkıyor. Biz ise, sıcak bir muhabbete dalıyoruz şehidin annesiyle. Aradan yıllar geçmesine rağmen yüreğinin acıyla yandığı her halinden belli oluyor.
“Çok acı çekti oğlum. Babası da ben de bu yüzden çöktük. Allah kimseye evlat acısı vermesin. Teslim olmasını biz istedik. Nereden bilebilirdik böyle olacağını.” diyor, gözü yaşlı anne. Sanki daha dün şehid olmuş gibi sıcak duygularla anlatıyor oğlu Hüseyin’i. Gözlerim doluyor. Birkaç şey söyleme ihtiyacı hissediyorum:
-Anneciğim! Bu dünyada onlar güçlü bundan dolayı her istediklerini yapabiliyorlar. Fakat bir de ahiret var. Biz ona iman ediyoruz. Ahirette hiç kimse cezasız kalmayacak. Kimseye zerre kadar haksızlık yapılmayacak. Herkes yaptığının karşılığını tadacak. Zalimlerin hükümranlığı ancak bu dünyada geçerlidir. Oğlunuzun mekanı cennet, makamı yüce olur inşallah.
Şehidimizin annesi biraz sakinleşiyor. Bu arada Hasan Bey, bir dosya dolusu mektup ve bir de çanta getiriyor aşağıya. Çantanın içinde Şehid Hüseyin’e ait defterler varmış. Defterlerin yapraklarını tek tek çevirerek şehidin Mamak Askeri Cezaevi’nde tutmuş olduğu notları gösteriyor Hasan Bey. Bu arada Cuma Namazı yaklaşıyor. Hasan Bey abdest almaya gidiyor. Ben ise elimde bulunan şehide ait belgeleri büyük bir ilgiyle inceliyorum. Değişik bir his kaplıyor içimi.
Teyze içecek getiriyor ve tam karşımdaki kanepeye oturuyor. Tekrar tatlı bir muhabbete dalıyoruz.
“Rahmetli bu evde hiç kaldı mı?”, diye sordum. Anne tekrar hüzünlendi ve gözleri dolmaya başladı. Soruyu sorduğuma o an pişman oldum.
Oğlum bu evde sadece bir hafta kaldı. Çünkü bu evi o zaman yeni almıştık. İkimiz de susuyoruz. Birkaç dakika sonra suskunluğu yine ben bozuyor ve şehidimize ait resim olup olmadığını soruyorum.
“Hüseyin resmi fazla sevmezdi. Boydan çekilmiş bir resmi vardı, çerçeveletip duvara asmıştım. Fakat kendisi daha sonra bu resmi kaldırmamı söyledi. Ben de kaldırdım.” diyor şehidin annesi.
Muhabbetimiz başka yönlere kayıyor. “İstanbul’u sevip sevmediğimi, ailemin nerede oturduğunu, eşimin nereli olduğunu ve çalışıp çalışmadığını” soruyor. Hepsini bir bir cevaplıyorum. Bu arada Hasan Bey geliyor ve evrakları topluyoruz. Şehidimizin annesine sabr-ı cemil dileyerek elini öpüyorum. Bana, hayır duaları ediyor ve evden ayrılıyoruz.
Bu arada yanımdaki fotoğraf makinesi ile evin resmini çekmeyi unutmuyorum. Cuma Namazına çok az bir zaman kaldı. Şehidimizin mezarına gitmek üzere yola çıkıyoruz aceleyle. Kısa bir zaman sonra mezarlığa geliyoruz. Mezarlığın kapısında “Kurumahmutoğlu Aile Kabristanlığı” yazıyor. Kabrin başına iyice yaklaşıyor ve dua ediyoruz.
Duam bitince şu ayetleri okuyorum içimden:
“Ey iman edenler, sabırla ve namazla Allah’tan yardım dileyin. Gerçekten Allah, sabredenlerle beraberdir. Ve sakın Allah yolunda öldürülenlere “ölüler” demeyin; hayır onlar diridirler. Fakat siz bunun şuurunda değilsiniz. (Bakara 153-154)
“İman edenler Allah yolunda savaşırlar. Küfredenler ise şeytan yolunda cenk ederler. O halde siz, şeytanın dostlarıyla savaşın. Şüphesiz ki şeytanın hilesi pek zayıftır.” (Nisa 76)
Şehidimizin kabrinin sol tarafında babasının, sağ tarafında ise ablasının kabri bulunuyor. Hasan Bey’in anlattığı kadarıyla ablası 1985 yılında ölmüş, yani Hüseyin şehit olmadan iki yıl evvel. Ablasının ölüm haberini o an cezaevinde bulunan Şehid Hüseyin’e söylememişler üzülmesin diye. Şehidin kabri bu iki kabrin ortasında bulunuyor. Mezar taşındaki yazıyı soruyorum Hasan Bey’e. Abisinin not defterinden aldığını fakat kendisine ait olup olmadığını bilmediğini söylüyor. Mezar taşındaki bu yazının daha sonra Said Nursi’ye ait olduğunu öğrenecektim şehidin not defterlerini incelerken. Kabrin fotoğraflarını çektim çeşitli açılardan.
Ezan okunmak üzere; büyük bir hızla camiye doğru ilerliyoruz. Cami hemen evlerinin karşısında bulunuyor. “Rahmetlinin cenaze namazı burada mı kılındı”, diyorum? “O zaman bu cami yoktu. Cenaze namazı başka bir camide kılındı.” cevabını veriyor. Cenazenin kalabalık olup olmadığını soruyorum, “Oldukça kalabalıktı. Burhan (Kavuncu) abi de katılmıştı.” diye cevap veriyor.
Hasan Beyle camide yan yana oturuyoruz. İmam, hutbede tamamen “milli duygulardan” dem vurup duruyor. Meğer bir gün sonra, 29 Mayıs İstanbul’un fetih yıldönümüymüş. Bütün bunlardan ruhum sıkılıyor. Beyin göçü yaşıyorum şehadetin sıcaklığına doğru ve Hüseyin’in şehadatine kilitleniyorum. Cuma Namazı bittikten sonra arabayla hızla ilerliyoruz. Mağazaya gitmediğimiz belli. Mesele biraz sonra anlaşılıyor. Yemek için lokantaya gidiyoruz. Onu biraz endişeli görüyorum, sebebini sorduğumda: “Tek derdim bu belgelerin geri gelip gelmeyeceği. Çünkü abimden bize hatıra kalan sadece bunlar.” diyor, Hasan Bey.
Yemeğimiz geliyor. Bir yandan yemek yerken, bir yandan da fırsattan istifade edip art arda sorularımı sıralıyorum. Hasan Bey bana cevap yetiştirmenin telaşı içerisinde. Şehid Hüseyin’in hastaneye kaldırılması ve sonraki gelişmeleri soruyorum. Zor da olsa, hem yemek yiyip hem de anlatmaya çalışıyor:
-Abim hastaneye kaldırıldığında biz yine ziyaretine her hafta gidiyorduk. Ağır hasta olduğu halde bodrum katta tutuyorlardı onu. Ziyaretine gittiğimizde cezaevinde olduğu gibi yine demir parmaklıklar arkasından görüşüyorduk. O zaman az çok yürüyebiliyordu. Fakat boynunu hiç tutamıyordu. Son iki ay çok fenalaştı. Artık görüşe sedyeyle getiriyorlardı, fakat bizi yine parmaklıklar arkasından görüştürüyorlardı.
Trabzon’lu bir subay vardı. O bir defasında izin vermişti de abime sarılabilmişltim. En son babamla birlikte cumartesi günü ziyeretine gittik. Durumu çok kötüydü. Bafra’ya döndüğümüzde babamın içi rahat etmedi ve dayanamayıp çarşamba günü tekrar ziyaretine gitti. Durumu çok ağırlaştığı için, o zaman babamı içeri almışlar.
Babam Yasin Suresi’ni okurken, sabah saat 11’de kucağında vefat etmiş abim. Eşyalarını verdiler bize. Otopsi yapıldı ve aynı günün akşamı abimi bize teslim ettiler. O gün yola çıktık, perşembe günü Bafra’ya vardık. Bir gün sonra, yani cuma günü büyük bir katılımla cenazesini defnettik.
Hasan Bey’in anlattıkları karşısında çok kötü olmuştum. İçimden ‘zulmün ve çilenin böylesi’ dedim. Kendi ölümümün nasıl olacağını düşündüm. Nasıl bir ölüm bizi bulacaktı? Oldukça karmaşık duygular içerisindeydim.
Yemeğimizi bitirdikten sonra yola çıktık, nihayet mağazaya gelmiştik. Hasan Bey bana vermiş olduğu mektupları ve defterleri küçük bir kağıda not etti. Ev ve iş telefonumu da bu küçük kağıda yazıp cebine koydu. Biraz daha muhabbet ettik. Artık ayrılma vakti gelmişti. Her şey için teşekkür ettim ve müsaade istedim. Hasan Beyle helalleştik ve oradan ayrıldım.
Duygularım çok kabarıktı. Şu an sanki başka bir alemde yaşıyordum. Yarım saatlik bir yürüyüşten sonra otogara geldim. Otobüs hareket ettiğinde o ruh hali ile ajandama şu notları düşüyorum:
Şeytanın kışkırtması sonucu yasak meyveden yiyen Hz. Adem (a.s), imtihan gereği dünya denilen bu aleme gönderilmiştir. Üzerinde yaşadığımız topraklar bir imtihan ve mücadele alanıdır. İnsanoğlu, imtihan gereği bu dünyada yapacağını yapar ve buradan ayrılarak başka bir âleme göç eder. Bu, Rabbimizin sünneti (değişmez yasası) dir. Biz insanların bunu değiştirmesi asla mümkün değildir.
Allah, yeryüzünde yaşayan her canlı için bir ecel tayin etmiştir. Bundan dolayı ölüm, herkes için kaçınılmaz bir sondur. Öyleyse ona hazırlıklı olmak gerekir. Bu hazırlık ise, tüm şeytani yaşam tarzlarını bırakarak, vahyi ilkeler doğrultusunda, istikamet üzere yaşamaktır.
Yaşamı güzel olanın ölümü de güzel olacaktır. Güzel yaşamak için, güzel insanların yolunu sürdürmek zaruridir. Atamız Adem (a.s)’in şehid oğlu Habil’in yoluna baş koyan onurlu insanlar en iyi seçimde bulunmuşlardır. Bu insanlar elbette ki rahat döşeklerde ölümler düşleyenlerle bir olmayacaklardır.
Hz. Adem’den bu yana devam eden hak-batıl mücadelesinde kutlu yolun yolcuları, her türlü baskı, sindirme, gözdağı ve işkencelere rağmen inandığı kutsal değerleri hasımlarının ulaşamayacağı kadar yüksekte tutmasını bilmişlerdir. Onurlu mü’minlerin bu tutumları karşısında çılgına dönen zalimler, güzel insanlarımızı en adi yöntemlerle katlettiler.
İşte o güzel insanlar, “Katımızda şehit olmak isteyen” diye davette bulunan Allah’ın çağrısına ses verip, Rableri ile güzel bir alış-veriş yapmış olan aziz şehitlerimizdir. Onlar hiçbir şekilde sözlerini değiştirmemişlerdir. Rahman’ın böylesi kutlu çağrısına icabet edenlerden birisi de Şehit Hüseyin Kurumahmutoğlu idi. O, Mamak işkencecilerine ‘posta koymuş’ ve bunun neticesinde acımasızca darp edilerek, 15 Temmuz 1987 tarihinde şehidler kervanına katılmıştır.
O, uğrunda binlerce kişinin can verdiği ve bir o kadarının da zindana atıldığı “milliyetçilik” gibi cahili bir pislikten kurtulmuş ve İslami hareketin saflarına katılarak kendini bulmuştur.
Eski teşkilattan ayrılmaya karar verdiğinde, bir bildiri yazıp herkesin koğuşta bulunduğu bir sırada okuyorak, “Hüseyince kıyam” etmiş ve bunun bedelini de ödemiştir. Bundan sonra gerek eski arkadaşlarının, gerekse cezaevi idaresinin baskılarına aldırmayarak, inandığı değerleri tavizsiz ve tevilsiz bir biçimde savunmuştur. Bundan onyedi, onsekiz yıl öncesine, yani insanlık onurunun çiğnendiği Mamaklı günlere gidildiğinde, Mamak zorbalarına kafa tutmanın ne demek olduğu daha iyi anlaşılacaktır.
(Ramazan Göçmen / Tevhid Yolunda)
-
Halit Kara 12-06-2021 12:55
Allah rahmet eylesin,Cuma namazınıza kadar sizin hanım kişi olduğunuzu düşündüm. Yazınızın tamamını sabırla okudum,yazı tarzınızı,yaklaşımınızı,fikirlerinizi saçma ve cahilce buldum. Halen hayatta iseniz,engin gönül sahibi olmanızı temenni ederim.
-
fatma 03-02-2016 15:34
makanı cennet olsun inşAllah
-
sait 04-09-2010 15:34
mekanı cennet olsun
-
ilyas metin 09-08-2010 21:54
Huseyn şehidse bir şehidi anlatır nitelikte bir yazı olmamış.daha çok romana benzemiş,
Makaleler
Hava Durumu