Erdoğan Abdülhamid’e değil, Mustafa Kemal’e benziyor

İstanbul Şehir Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Abdulhamit Kırmızı Cumhurbaşkanı Erdoğan'la ilgili yaptığı analizde Erdoğan'ın Abdulhamit'ten çok Atatürk'e benzediğini savundu.

25-09-2016


Tarih tekerrür etmez düsturu bir yana, Abdülhamid-Tayyip Erdoğan eşleştirmesi sorunludur. İlla benzetme yapılacaksa Erdoğan Abdülhamid'den ziyade Mustafa Kemal'e benzer. Sevenlerinin tersine kendisi bunun farkında olmalı; belki henüz kabullenemediği, dışa vuramadığı bir farkındalıktır.
 
Geçen yüzyılda Kemalist rejimin antidotu olarak harlanan Sultan II. Abdülhamid (1842-1918) sevgisi son yıllarda iyice büyüdü. Abdülhamid o zamanlar gayrımemnunların sığındığı mazbut bir muhalefet sembolüydü, bugün muktedirlerin kendilerini bağladığı siyasal silsilenin ilk halkası. Geçen yüzyılın ecdatçıları iktidara gelince gençlere bu nostaljik mirası devrettiler.
 
Yetkili makamlara gelen eski tüfekler kurumsal imkanları geçmişle ilgili fantezileri için kullanırlar. Bu ülkede hep böyle olmuştur. Bu hafta Abdülhamid tartışmalarını alevlendiren Dolmabahçe ("Sultan II.Abdülhamid Han ve Dönemi") sempozyumu da Milli Saraylar'ın bağlı olduğu TBMM Başkanlığının bir etkinliği, nitekim. Bu bilimsel toplantı yeni araştırmalara şevk verecek meşru bir faaliyettir. 33 yıl süren Abdülhamid dönemi modern Türkiye tarihinin en mühim bir cüzüdür, dönemin dedikoduların ve klişelerin ötesinde daha iyi anlaşılması için bu düzeyde yüzlerce faaliyete ihtiyaç vardır.
 
Rahatsızlık duyulacak bir mesele varsa Abdülhamid dönemiyle bugün arasında benzerlikler kurmaya çalışan, tedavüldeki hezeyanlardır: Sokak afişlerinde, dergi kapaklarında, sosyal medyada Abdülhamid'i Menderes, Özal ve Erbakan silsilesi üzerinden Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'a bağlayan resimler görülüyor. Bu silsile ve resimler zaman ve mekan bağlamına göre değişebiliyor.
 
Erdoğan Abdülhamid gibi orta yolcu ve idare-i maslahatçı değil, Mustafa Kemal gibi gözü kara ve korkusuz. Ani ve radikal kararlarıyla kendi takipçilerini bile ters köşeye yatıran, gücünün sınırlarını sürekli test edip genişletmeye çalışan, hatta belki sınır tanımayan bir devlet adamı; hatta ı harfini kaldıralım, bir 'devlet adam'.
 
Elbette kişilerin öldükten sonraki hayatları biyografilerine dahildir. Zaten bu yüzden aynı kişi hakkında her devirde farklı hayat öyküleri yeniden yazılır. Değişen algılarla beraber ölülerin biyografileri de değişir. O yüzden, "Abdülhamid'i anlamak uzayı anlamaktır" zaviyesinden geçmişe bakanlara bile tahammülle kulak verilebilir; iddiaları sabit "gerçek"lerle çelişmediği sürece. Mesela, Abdülhamid'in hiç toprak kaybetmediği yalanı: Kıbrıs, Tunus, Mısır, Girit Abdülhamid devrinde kaybedilmiştir. Saltanatının ilk yılları dahil edildiğinde, Sırbistan, Karadağ ve Romanya ile birlikte bugünkü Türkiye'nin iki katı kadar toprak kaybedilmiştir. Jön Türk ayaklanmasıyla rejim değişmeseydi, Rumeli vilayetleri de kaybedilecekti.
 
Tarihte ruhbaniyet yoktur. Geçmiş üzerine söz söylemek bir sınıfın tekelinde değildir. Herkes tarih hakkında konuşabilir. Hele devletin kaderine dokunmuş şahsiyetlerin hayatları söz konusu olduğunda. Tarih geçmişin, biyografi de hayatın kendisi değildir. Herkes yetenekleri, eğitimi ve zekası ölçüsünde geçmişi kendi zaviyesinden farklı değerlendirir. Testereyi düzeltmeye çalışan ağaç olmayacağım. Sadece (hasbelkader adaşım olmasından dolayı Zonguldak İmam-Hatip Lisesi'ndeki ortaokul sıralarından beri hakkında çıkan her şeyi okumaya gayret eden bir tarih meraklısı şapkasıyla, akademik kimliğimi birazcık kenara bırakarak) Abdülhamid'i Tayyip Erdoğan'a benzetenlere bir çift sözüm var. Bu sözler ne Abdülhamid'i ne de Erdoğan'ı savunmak ya da yermek içindir, artık gına gelen bir söyleme mütevazı bir itirazdır. Belirli bir kesime yönelik de değildir, sonuçta imkanı olanın delirdiği bir ülkeyiz.
 
Sorunlu eşleştirme
 
Tarih tekerrür etmez düsturu bir yana, Abdülhamid-Tayyip Erdoğan eşleştirmesi sorunludur. İlla benzetme yapılacaksa Erdoğan Abdülhamid'den ziyade Mustafa Kemal'e benzer. Sevenlerinin tersine kendisi bunun farkında olmalı; belki henüz kabullenemediği, dışa vuramadığı bir farkındalıktır. Erdoğan'ın, Türk milli eğitiminden geçmiş çoğu birey gibi, yeni bir Atatürk olmaya çalıştığı, onunla yarıştığı bile söylenebilir.
 
Erdoğan Abdülhamid gibi orta yolcu ve idare-i maslahatçı değil, Mustafa Kemal gibi gözü kara ve korkusuz. Ani ve radikal kararlarıyla kendi takipçilerini bile ters köşeye yatıran, gücünün sınırlarını sürekli test edip genişletmeye çalışan, hatta belki sınır tanımayan bir devlet adamı; hatta ı harfini kaldıralım, bir "devlet adam". Abdülhamid ise gücünü kullanmaktan çekinen, daha doğrusu içinde bulunduğu güç parametrelerini aşmaya yeltenmeyen, var olan sınırlar dahilinde hareket eden bir denge politikacısıdır. Milleti cahil olduğu için henüz parlamentoya hazır görmeyen bir Abdülhamid, illa başka bir devlet adamına benzetilecekse, İnönü'ye daha yakın bir karakterdir.
 
Erdoğan Abdülhamid devrinde yaşasaydı muhtemelen ona muhalif olurdu. Tersten bakıldığında, Abdülhamid kabrinden çıkıp gelse Erdoğan da onu tasfiye ederdi. Tasfiye demişken, Mustafa Kemal'in silah arkadaşlarını (Kazım, Rauf, Refet paşalar vs.) zamanla oyun dışına itmesi gibi, Erdoğan da (Gül, Arınç, Şener vs.) kendisiyle yola çıkanları geride bırakmaktan çekinmemiştir. Mustafa Kemal'in Enver'le ilişkisi de, Erdoğan'ın Erbakan'la münasebetine benzetilebilir.
 
Erdoğan'ın 2002 seçimlerinden sonra Siirt'teki sonuçların iptal edilmesiyle 2003'te Mervan Gül'ün yerine meclise girmesi gibi, Mustafa Kemal ve Rauf Bey'in Erzurum Kongresi'ne delege olabilmesi için iki delege istifa ettirilmişti. Erzurum Kongresi'nden sonra Mustafa Kemal'e "Reis Paşa" denilmiştir...
 
1922 yazında inatla Yunan ordusunu en güçlü oldukları Afyon'da vurma planında tek başına ısrar eden ve herkesin muhalefetine rağmen pes etmeyip bütün sorumluluğu üzerine alan bu Reis Paşa idi. Düşmanı tedricen yıpratma taraftarı olan İsmet Bey bile Türk ordusunun yekpare bir saldırıyla zafer kazanacağına inanmıyordu. En iyimserler (Yunanların beklediği gibi) Eskişehir'den saldırmak taraftarıydı. Büyük Taarruz 31 Ağustos zaferiyle sonuçlandı ve bugün Başkomutanlık Meydan Muharebesi olarak anılıyor. 1 Kasım 2015 seçimlerinin mutlak galibi, Ak Parti'nin 7 Haziran 2015'teki seçim yenilgisinden sonra koalisyon beklentilerine tek başına karşı durup erken seçimde oy tablosunun nihai şekilde düzeleceğine inanan da Erdoğan'dı. Kimse hükumet partisinin Türkiye'deki oyların yarısını kazanacağına inanmıyordu.
 
Rejimler arası farkı bir anlığına unutacak olursak, Mustafa Kemal'in ve Erdoğan'ın ülkeyi karış karış bilmelerine karşın Abdülhamid padişahken İstanbul'dan hiç çıkmamıştır. Darbe ve suikast korkusundan adeta Çin hükümdarları gibi görünmez olan, sarayında saklanan Abdülhamid halka hitap etmeyi hiç sevmezdi.
 
Rejimler arası farkı bir anlığına unutacak olursak, Mustafa Kemal'in ve Erdoğan'ın ülkeyi karış karış bilmelerine karşın Abdülhamid padişahken İstanbul'dan hiç çıkmamıştır. Darbe ve suikast korkusundan adeta Çin hükümdarları gibi görünmez olan, sarayında saklanan Abdülhamid halka hitap etmeyi hiç sevmezdi.
 
Kaldı ki, Erdoğan, Avrupa'daki hanedan mensubu monarkların ilgilerini paylaşan Abdülhamid'in özel hayatını bilse onunla pek özdeşlik kuramayacaktır, onu yeterince "yerli ve milli" bulmayacaktır. Mesela, Abdülhamid Batı müziğine meraklıdır; Almanya'dan çocukları için dört piyano getirtmiştir saraya. Piyano ve sair sazlardan bazılarını kendisi de çalabilen Abdülhamid'in dediğine göre, "Nota bilmek şarttır, güzel bilirim. Doğrusunu isterseniz ben Türküm ama Türkçe havalardan ziyade alafranga havalar, operalar hoşuma gider. Çünkü Türkçe minördür, insane uyku getirir. Hem de bizim Türkçe dediğimiz makamlar Türkçe değildir, Yunan'dan Acem'den alınmıştır. Türk çalgısı davul zurnadır." Kızı Ayşe Sultan zaman zaman babasına piyano, keman ve arp çalardı. Yıldız sarayındaki küçük tiyatrosuyla gurur duyan Abdülhamid İtalya'dan oyuncular getirtirdi, özellikle Verdi'nin operalarını severdi. Refik Halid Karay geriye bakarak Abdülhamid devrini "frenkleşmenin halk tabakasına sirayet ettiği teceddüt başlangıcı" sayar.
 
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Papa Franciscus'un Ermeni iddialarını destekleyen açıklamasını kınarken, "Tarihçilerin işini siyasetçiler, din adamları aldığı zaman oradan hakikat değil, işte bugün olduğu gibi hezeyan çıkar," demişti (15 Nisan 2015). Türkiye'de sadece siyasetçiler ve din adamları değil, köşe yazarları ve sanatçılar dahil okuma yazma bilen herkes tab'an, fıtraten, doğuştan, maderzad tarihçi; tarihi hiç tarihçilere bırakmadılar. (Tarihçiler de siyaseti ve dini onlara bırakmıyor gerçi.) Ancak tarih de hiçbir zaman tarihçilere bırakılacak kadar masum olmadı. Özellikle de Abdülhamid dönemi tarihçiliği, tarihi figürler üzerinden vekaleten sürdürülen savaşlara malzeme taşıyıp durdu.
 
Yirminci yüzyılın son çeyreğine kadar Abdülhamid dönemi hakkında yazanlar, (nasıl teoride doğrusal ilerleme fikrini barındıran batı-merkezli modernleşme anlatısının tutsağı olmuşlarsa) ideolojide ulu hakan-kızıl sultan ikileminin esiri olmuşlardı. Akademik tarihçilikte bu kısır döngüden ilk sapma, (bugün İstanbul Şehir Üniversitesi mensubu olan) Engin Deniz Akarlı'nın Abdülhamid'in tahta çıkışının yüzüncü yılında Princeton Üniversitesi'ne takdim ettiği doktora teziyle sembolleşmiştir. Bu öncü çalışma üzerinden neredeyse elli yıl geçti. Tarihçilik ormanında açılan bu çığır genişledi ve büyüdü, Türk tarih yazımında kalabalıkların rehgüzâr olduğu genişçe bir yol halini aldı. O yoldan yürümek istemeyenler ecdatçı goygoycuların hezeyanlarıyla beslenmeye mahkum kalacaklardır. Kuyu başında susuz kalmak kader olmamalı.
 
*Doç. Dr. Abdulhamit Kırmızı, İstanbul Şehir Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi.

Etiketler : #Erdoğan   #Abdülhamid’e   #değil   #   #Mustafa   #Kemal’e   #benziyor   
YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !
İlginizi çekebilecek diğer haberler

Makaleler

Hava Durumu


VAN