Hüseyin Bülbül, Kur'an'a doğru yaklaşım usulünü anlattı

Kur'an Nesli Kültür Merkezi'nde "Geleneksel ve Modernist Yaklaşımlardan Arınıp Kur'an'ı Doğru Anlamak" konusunu anlatan Hüseyin Bülbül, Müslümanların tarihinde ve günümüzde Kur'an'ın maksadına aykırı yaklaşımları sıraladı ve bizzat Kur'anın kendisine nasıl yaklaşıması gerektiğine dair ölçülerini katılımcılarla paylaşmaya çalıştı.

25-02-2013


İslam ve Hayat

Kur’an Nesli Kültür Merkezi’nin “Alternatif Eğitim Dersleri” devam ediyor. Bu hafta, İktibas Dergisi yazarı Hüseyin Bülbül'ün sunumuyla "Geleneksel ve Modernist Yaklaşımlardan Arınıp Kur'an'ı Doğru Anlamak" konusu ele alındı.

Bülbül, Müslümanların tarihinde ve günümüzde Kur'an'ın maksadına aykırı yaklaşımları sıraladı ve bizzat Kur'anın kendisine nasıl yaklaşıması gerektiğine dair ölçülerini katılımcılarla paylaşmaya çalıştı.

Hüseyin Bülbül'ün sunumunun tam metnini dikkatlerinize sunuyoruz:

Bu sunum üç ana başlıktan oluşmaktadır:

I: Geleneksel Yaklaşımlar:

1: Anlamadığı halde orijinal metni okuyanların yaklaşımları:

 a: Sadece sevap Kazanmak Amacıyla Okumak,

 b: İstenilen Hedeflere Ulaşmak İçin Okumak,

c: Musikisinden Haz Almak İçin Okumak,

d: Tıbbi hastalıklara şifa bulmak için okumak

2: Anladığı dilden okuyanların yaklaşımları:

a: Sadece bilgi edinmek maksadıyla okumak,

b: Bazı gaybi olayların şifrelerini aramak maksadıyla okumak

c: Kendi görüşlerini onaylatmak için okumak,

d: Kur’an’ın, Bir Kısmını İnkâr Eden Bir Yaklaşımla Okumak:

e: Kur’an’ın bütünlüğünü ve ayetlerin bağlamını gözetmeden okumak,

f: Kur’an’ın önüne birtakım kitaplar koyarak, onların penceresinden okumak.

II: Modernist  Yaklaşımlar 

1: Mealci Bir Mantıkla Okumak

2: Tarihselci bir mantıkla okumak

3: Modernist bir mantıkla okumak:

III-Batıni Yaklaşımlar

a: Tasavvufî bakış açısıyla okumak

b: Şia bakış açısıyla okumak

Kur’an hakkında söze başlarken bu kitabı bizlere bahşeden Allah’a hamd, Onu bizlere tebliğ etme şerefine ulaşan Muhammed (as)’a salât ve selam olsun… Allah’ın selamı, rahmet ve bereketi âline ashabına ve tüm Müslümanların üzerine olsun…

“Rabbim! Göğsüme genişlik ver (Tahammül gücümü artır.). İşimi kolaylaştır. Dilimden düğümü çöz ki; Sözüm anlaşılır olsun. İlmimi ve anlayışımı artır. Müslüman olarak öldür ve salih kullarının arasına kat.

Kur’an’a yaklaşımlar konusuna başlarken, Kur’an’ı özetleyen bir ayet ve bir de hadisi şerifi sizlere okumak istiyorum.

“Eğer okunan bir Kitapla dağlar yürütülseydi veya onunla yer parçalansaydı yahut onunla ölüler konuşturulsaydı (o Kitap yine bu Kur'an olurdu). Fakat bütün işler Allah'a aittir.  İman edenler, kâfirlerden ümit kesip daha anlamadılar mı ki, Allah dileseydi, elbette insanların hepsine toptan hidayette kılardı. Allah'ın vadi gelinceye kadar inkâr edenlere, yaptıklarından dolayı ya ansızın büyük bir belâ gelmeye devam edecek veya o belâ evlerinin yakınına inecek. Allah, vadinden asla dönmez. “(Rad 13/31)

Allah'ın kitabı olan Kur’an da sizden öncekilerin kıssaları, sizden sonrakilerin haberleri, kendi aranızda olanların hükümleri vardır. O doğruyu eğriden ayıran kitaptır. O hiçbir zaman anlamsız konuşmaz. O Allah'ın sağlam ipidir. O zikri hakîmdir. O dosdoğru yoldur, kötü arzular onu asla hedefinden saptıramaz. Diller onu karıştırıp bozamaz. Âlimler O na doyamaz. Muttakiler ondan usanmaz. O tekrar tekrar okumakla eskimez. O cinlerin, işitir işitmez “Biz acayip bir Kur’an işittik ki O doğru yola iletiyor. Derhal ona inandık” dedikleri kitaptır. O’nun ölçülerine göre konuşan doğruyu söyler, ona göre davranan ecrini alır. Onunla hükmeden adil olur. Ona çağıran doğru yola çağırmış olur. (Tirmizi)

İnsanlığı karanlıklardan aydınlığa, zulmetten nura, batıl anlayışlardan hakikata, ulaştırmak için gönderilmiş olan Kur’an’a, bazı insanlar doğru olmayan yöntemlerle yaklaşarak kendilerince anlam kazandırmaya çalışmaktadırlar. Bu yaklaşım tarzlarını ve okuma biçimlerini birlikte değerlendirerek, sahih bir anlayışta buluşmaya çalışacağız.
 
I: Geleneksel Yaklaşımlar:

1: Anlamadığı halde orijinal metni okuyanların yaklaşımları:

a: Sadece sevap Kazanmak Amacıyla Okumak,

Biz Müslümanlar okunsun, anlaşılsın ve yaşansın diye gönderilmiş olan bir kitabı, yıllarca anlamadan okuruz. Ona duyduğumuz sevgi ve saygıyı anlatmakla bitiremeyiz. Abdest almadan ona elimizi sürmeyiz, Yüksek yerlerde muhafaza ederiz, kısacası ona saygı adına yapılması gereken ne varsa hepsini yapmaya çalışırız. Ama onu anlamak için hiçbir gayret göstermeyiz. Anlamadığımız için de onun bizden istediği nedir hiç öğrenmeden sayfalarına bakarız.

Kur’an’ı, anlamadan, anlama gayreti göstermeden, hatta bunun gerekliliğine bile inanmadan, salt ecir kazanmak üzere ve hatim indirmek amacıyla okur dururuz. Bu garabet, dünyada herhalde Kur’an’dan başka bir kitap için yapılmamıştır. Çünkü dünyanın her yerinde insanlar bir kitabı öğrenmek için okurlar ve onun vermeye çalıştığı mesajdan istifade ederler. Müslümanlar ise Kur’anı sadece okumak için öğrenir ve bir ömür boyunca da okurlar fakat asla onu anlamak ve ne istediğini öğrenmek için anladıkları dilden okumazlar. Niçin? Çünkü böylesi sevap değildir!.. Bu yanlış yaklaşımın bir başka şekli ise Kur’an’ı, kendisi için değil de ölüler için, ya da ölülere hediye etmek amacıyla okumaktır. Bu konuda o kadar ileri gidilmiştir ki, artık mezarlıklarda, “taze okunmuş Yasin” ya da “hatim”ler, alınır satılır bir meta haline getirilmiştir. Daha gülünç olanı ise, içine Yasin üflenmiş, İhlâs ve Fatiha üflenmiş balonların satışa arzedilmiş olmasıdır. Bayram arifelerinde mezarlık çevrelerinde zabıta bunlarla uğraşıyor. Dinini bilmeyen insanların duyguları böyle istismar edildiğini görüyor üzülüyoruz. 

b: İstenilen Hedeflere Ulaşmak İçin Okumak,

Geleneksel düşüncenin üretmiş olduğu hurafelerin toplumda yaygınlaşmasının sonucu olarak, Kur’an’ın belli sureleri belli amaçlara ulaşmak için bir araç olarak görülmeye başlanmıştır. Yasin, Mülk, Cin, Nebe… sureleri gibi. Bunların okunmasıyla nelere ulaşacaklarını anlamak için “Peygamberimizin Dilinden Surelerin Faziletine Dair” yazılanlara bakarsanız şunları göreceksiniz:

FATİHA: Her derde deva, zehire şifadır. (Ramüz 321/11)
YASİN SURESİ: Bu mübarek sureyi 70 defa okuyan her muradına nail olur.       
ŞURA SURESİ: Bu sureyi okuyan hasmını mağlup eder.
KAMER SURESİ:70 Defa okuyan zalimin şerrinden kurtulur.
CUMA SURESİ: Helalinden evlenmek isteyen 18 defa okursa nasibi açılır.
NEBE SURESİ: İkindiden sora okuyan dünya ve ahiret saadetine nail olur.
HAC Suresini okuyan, hac ve umre yapanın sevabı alır. (Beyzavi 4/62)

Aklınıza şöyle bir soru gelebilir, “Bu niyetle okumanın insanlara ne zararı vardır?  Verecek Allah değil mi? Eğer Allah Teâlâ böyle bir vaade bulunmuşsa elbette o vadinden dönmez. Fakat böyle bir şey yoksa ki, herhangi bir sure için Allah böyle bir şey vaat etmiyor. Bu halimizle insanları aldatmış, Allah’a da iftira etmiş olmaz mıyız? Bu sureleri anladığımız dilden okuduğumuz zaman Allah Teâlâ’nın bu surelerde bizlerden ne istediğini yakinen göreceğiz… Buna en çok hasta ve ölülere okunan Yasin suresinden bir örnek vermek istiyoruz:

“Biz ona şiir öğretmedik, zaten ona gerekmezdi de. Bu bir öğüt ve apaçık bir Kuran'dır. Diri olanları onunla uyarasın ve kâfirlerin üzerine de söz hak olsun diye (gönderdik).” (Yasin 36/69-70)

Bu ayeti okuduğumuz bir ölü bizimle konuşacak olsaydı şöyle demez miydi? “Bu ayet diriler için öğüt olduğunu söylüyor, ben ise ölüyüm ve o şansı kaybettim. Sen bu ayeti bana değil önce kendine, sonrada hayatta olan insanlara okuman gerekir. Şimdi sen okuduğun ayete uygun davranmıyorsun. Yanlış yapıyorsun” dediğinde halimiz nasıl olurdu?

c: Musikisinden Haz Almak İçin Okumak,

Kur’an’ı, tecvitli ve teganni ile ve sadece musikisinden haz duymak için okumak da yaygın bir diğer yanlışlıktır. Bu hususta aşırıya giden kimileri açısından ise, Kur’an okumak neredeyse müzik zevkine indirgenecek boyutlara kadar taşınmış bulunmaktadır. Bu tarz Kur’an okunan yerlere “Kur’an ziyafeti” sloganıyla on binlerce kişinin akın edip, hiçbir şey anlamadan abartılı tegannilerle okunan Kur’an’ı dinleyip duygulandıkları, büyük haz duydukları görülmektedir.

Ancak aynı on binlerin, Kur’an’ın mesajının anlatılacağı, Rabbimizin vahiyle bizden neler istediğinin açıklanacağı konferans, seminer, panel ve sempozyumlara katılımın ise hemen yüzlere, en fazla binlere düşüvermekte olması da bu alandaki büyük sapmayı ve Kur’an’a bu anlamdaki yanlış yaklaşımın hangi boyutlarda olduğunu ortaya koymaktadır. Şüphesiz ki, halkımızı bu tür davetlerle Kur’an’la buluşturmak da ilk bakışta bir olumluluktur.   

Ancak bu vesileyle toplanan on binlerce insana sunulan Arapça Kur’an okunuşunun ardından hiç olmazsa orada okunan ayetlerin açıklamaları da yapılmalı ve toplanan bu iyi niyetli, ancak Kur’an’a nasıl yaklaşacağının bilincinde olmayan kitlelere Kur’an’ın ne için indirildiği ve bizzat Kur’an’ın da ifade ettiği doğru yaklaşımın ne olduğu da anlatılmalıdır.

Bunlar yapılmadan gerçekleştirilen bu tür Kur’an okumaları, muharref geleneğin ürettiği yanlışa hizmet etmekten ve onu meşrulaştırarak, halkımızın Kur’an’ı anlamaktan uzak duruşuna katkıda bulunmaktan başka bir sonuç doğurmayacaktır. Hâlbuki halkımıza ısrarla şunun anlatılması, bilenlerin büyük sorumluluğudur. Şüphesiz ki tegannili okumak ta aşırıya kaçmamak kaydıyla;  Kur’an’ın Allah kelamı olması hasebiyle, onu bu duygularla okuyan haz da duyabilir.

Ancak bu amaç haline getirilmemeli, yani Kur’an haz duymak, müzik zevkini tatmin etmek amacıyla okunmamalı, bu hal Kur’an’ı anlamak ve yaşamak gayesiyle okuyan insanda kendiliğinden meydana gelen doğal bir sonuç olmalıdır.

d: Tıbbi hastalıklara şifa bulmak için okumak

Kalplerdeki hastalıklara şifa vermek, manevi kirlilikleri, şirki, fesadı izale etmek için indirilmiş Kur’an’a fiziki hastalıkları tedavi edecek bir kitap gibi yaklaşmak da bir başka yanlış yaklaşım olarak ortaya çıkmıştır.        “Ey insanlar, size Rabbinizden bir öğüt, kalplerde olanlara bir şifa, müminler için de bir hidayet ve rahmet gelmiştir.”(Yunus 10/57)

“Eğer biz onu, yabancı dilden bir Kur'an kılsaydık, diyeceklerdi ki: Ayetleri tafsilatlı şekilde açıklanmalı değil miydi? Araba yabancı dilden (kitap) olur mu? De ki: O, inananlar için doğru yolu gösteren bir kılavuzdur ve şifadır. İnanmayanlara gelince, onların kulaklarında bir ağırlık vardır ve Kur'an onlara kapalıdır. (Sanki) onlara uzak bir yerden bağırılıyor (da Kur'an'da ne söylendiğini anlamıyorlar.)” ( Fussilet-41/44)  

Kur’an’ın Müminler için yol göstermesi, onları başta şirk olmak üzere kalplerdeki kirlerden arındırması ve kalplerdeki hastalıklara şifa olabilmesi için, O’nun ancak öğüt almak ve anlayıp da bir an önce hayata geçirmek amacıyla okunmasını gerekli kılmaktadır. Değil Allah’ın hidayet için göndermiş olduğu kitabına bu gözle bakmak, İnsanların istifade etmesi için yazılan hiçbir kitaba bu gözle bakılmaz. Doktorun hastaya yazdığı reçeteyi okuyarak tedavi olması ne kadar anlamsız ise, Müslümanların biyolojik rahatsızlıkları için Kur’an okuyarak tedaviye çalışmaları da bir o kadar yanlıştır.     

Bu anlamdaki muskacılık faaliyeti, hayatı düzenleyen hükümler taşıyan ayetleri değişik biyolojik hastalıkların tedavi aracı haline getirerek, esas amacından uzaklaştırmaktadır. Bir kere daha hatırlatalım ki onun şifa oluşu, gönüllerde yer eden küfür, şirk, nifak, dünyevileşme ve beşeri olanı ilahi olana tercih etme hastalıklarına karşıdır. Yerinde kullanılmayan reçete yaraya merhem olmayacaktır.

2: Anladığı dilden okuyanların yaklaşımları:

a: Sadece bilgi edinmek maksadıyla okumak,

Kur’an’ı, sadece bilgi edinmek ve entelektüel bir boyut kazanmak için okumak ve Kur’an’a bu amaçla yaklaşmak da Kur’an’ın indiriliş amacına aykırı bir başka sapmayı oluşturmaktadır. Bu sebeple bu amaçla Kur’an okumaya çalışan kimseler, Kur’an’ın bereketinden istifade edememektedirler.

Allah’ın kulları için seçtiği dinin kitabını, okuyup onunla amel etmek için değil de, meslek ve kariyer sahibi olmak için bir araştırma nesnesi haline getirerek profesyonelce okumak da bu anlamdaki sapmanın bir diğer biçimini oluşturmaktadır.

Nitekim bugün yüzlerce “ilahiyatçı akademisyen” ve “İslamcı yazar” bu konuda ibret verici, çok sayıda örnek sunmaktadırlar.

Kendilerinin yaşamadıkları, onunla amel etmedikleri ayetlerin bilgilerine sahip, ilmiyle amil olmayan bu tür kişiler Kur’an’ın diliyle kınanmaktadır:

“Kendilerine Tevrat öğretildiği halde, onun gereğini yapmayanların durumu, sırtına kitap yüklenmiş merkebin durumu gibidir. Allah'ın ayetlerini yalanlayan kimselerin durumu ne kötüdür! Allah zalimleri doğru yola eriştirmez.” (Cuma 62/5)    

Kitabı sadece bilgilenmek,  akademik bir çaba göstermek için okuyup onun hükümlerini hayata taşıma kaygısı duymayanların durumu, böyle zelil bir durumdur.

Allah, ayetlerin bilgisine sahip olup, onu insanlara anlattığı halde o bilgiyi hayatına aktarmayanları uyarmakta ve Allah’ın en sevmediği halin bu olduğunu beyan etmektedir.

“Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz?  Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah katında büyük bir günahtır. Allah, kendi yolunda kenetlenmiş bir duvar gibi saf bağlayarak savaşanları sever.” (Saf 61/2-4)

Aynı şekilde Rabbimiz iyiliğin bilgisine sahip olup onu başkalarına tavsiye ettiği halde kendisini unutanlar için de şöyle buyurmaktadır: 

“Kitap'ı okuyup durduğunuz halde kendinizi unutur da başkalarına mı iyilikle emredersiniz? Düşünmez misiniz?” (Bakara 2/44)   

O halde Kur’an’ı, sadece bilgi sahibi olup, o bilgiyi başkalarına anlatmak için değil, öncelikle anlayıp, öğüt alıp kendi hayatımızı düzeltmek amacıyla okumalıyız. Kendi hayatımızın ilkeleri haline getirdiğimiz bu hükümleri, ondan sonra ve yine Rabbimizin emri gereğince diğer insanlara da anlatmamız gerekmektedir.

b: Bazı gaybi olayların şifrelerini aramak maksadıyla okumak,

Kur’an’a gaybi olayların şifrelerini bulmak maksadıyla okumak; onun harflerinden, ifade biçimlerinden bir takım anlamlar çıkarmaya çalışmak, ya da onu bir şifre kitabı olarak görmek ve bu amaçla Kur’an’a yaklaşmak da önemli bir diğer sapmayı oluşturmaktadır. Hâlbuki Kur’an sadece öğüt vermek ve ihtiva ettiği, ölçü, değer ve hükümlerle hayatımızı yeniden tevhit dini ekseninde inşa etmek amacıyla indirildiğini yine kendisi açıklamaktadır.  

“Gerçek (şu ki), o (Kur'an), elbette bir öğüttür. Dileyen kimse ondan öğüt alıp düşünür.” (Müddessir 74/54-55)  

Gerçekten onlara, inanan bir toplum için yol gösterici ve rahmet olarak, ilim üzere açıkladığımız bir kitap getirdik.”(Araf 7/52)     Merhum Mehmet Akif de, toplumda yaygın olan bu tür yanlış yaklaşımlara isyanını aşağıdaki mısralarında ifade etmiştir:

İnmemiştir arza Kur’an, bunu hakkıyla bilin,

Ne mezarlıkta okunmak, ne de fal bakmak için,

Doğrudan Kur’an’dan alarak ilhamı,

Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı.

c: Kendi görüşlerini onaylatmak için okumak,

Kur’an’ı özne olmaktan çıkarıp nesneleştirerek, belirleyen olmaktan çıkarıp belirlenen konumuna dönüştürmek ve Kur’an’a kendi ön yargılarımızı tasdik ettirmek, ön kabullerimizi onaylatmak amacıyla yaklaşmak da yine yaygın olan bir diğer yanlış yaklaşımı teşkil etmektedir. Hâlbuki Kur’an hep merkezde ve özne konumunda, belirleyen otorite noktasında tutulmalıdır ki, o bizim aklımızı, imanımızı, şahsiyetimizi ve hayatımızı vahyin ölçüleri ile inşa edip, bizi arındırabilsin. Bize izzet, şeref ve Rabbimizin rızasını kazandırabilsin.  

Eğer böyle olmaz da, önyargıların, ön kabullerin kirlettiği, şartlandırdığı bir akılla ve önceden sahip olduğumuz Kur’an’ın aydınlığından uzak, hevamızın ürünü fikirlerimizi destekleyecek hükümler aramak amacıyla Kur’an’a yaklaşırsak, Kur’an bize hazinelerini açmayacak, bize rehberlik yapmayacak ve bizi aydınlatmayacaktır. Tam tersine, sahip olduğumuz ön kabullerimizi onaylatmak için Allah’ın ayetlerini zorlamak, onları eğip bükerek kendi haklılığımızı ispat etmeye çalışmak olacaktır. Kur’an’ı hevamıza uydurmaya çalışmak, zelil ve sefil konumlara sürüklenmemize sebep olacaktır. Böyle bir duruma düşmekten Allah’a sığınmalıyız. Kur’an bize değil biz Kur’an’na tabi olmak için çalışan kullar olmakla emrolunduğumuzun bilinciyle hareket etmeliyiz.

“Rabbin, onların işlerinin karşılığını elbette tamamen verecektir. O, şüphesiz, onların yaptıklarını bilir.” “ Sen, emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Beraberindeki tevbe edenler de dos doğru olsunlar. Aşırı gitmeyin. Çünkü O, yaptıklarınızı görür.” (Hud 11/111-112)

d: Kur’an’ın, Bir Kısmını İnkâr Eden Bir Yaklaşımla Okumak:

“Kitabın bir kısmına inanıp, bir kısmını inkâr ederek” Kur’an’a yaklaşmak ya da Kur’an’ın bir kısmını uygulayıp, bir kısmını da hayatın dışında bırakan bir anlayışla Kitabı okumak da insanlık serüveninde sürekli var olan bir sapma türünü oluşturmuştur. Bunların durumuyla ilgili olarak da Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:

“Gerçekten, Allah'ın indirdiği Kitap'tan bir şeyi gizlemede bulunup onu az bir değere değişenler var ya, onların karınlarına tıkındıkları ancak ateştir. Allah kıyamet günü onlarla konuşmaz ve onları günahlardan arıtmaz. Onlara elem verici azap vardır.”  Onlar doğruluk yerine sapıklığı, mağfiret yerine azabı alanlardır.” (Bakara 2/174-175)

“…Yoksa kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden böyle yapanın cezası; dünya hayatında rezil olmaktan başka bir şey değildir. Kıyamet gününde ise onlar, azabın en şiddetlisine uğratılırlar. Allah, yaptıklarınızdan gafil değildir.”(Bakara 2/85)     

İşte bu ayetlerden de anlaşılacağı üzere, Kitaptaki bir kısım hükümleri, ibadetleri yerine getirip, diğer bir kısmını ise terk edip, uygulamama hali, Rabbimizce, “Kitabın bir kısmına inanıp, bir kısmını da inkâr etmek” olarak değerlendirilmektedir. Halkımız, Kur’an’ı okusaydı, indiriliş amacına uygun olarak, O’nu anlamak, öğüt almak ve yaşamak gayreti içinde olsaydı, şüphesiz bu ayetin de farkına varacak, Allah’ın emir ve yasaklarını vazettiği hükümlerin ya da ibadetlerin bir kısmını yerine getirip, diğer bir kısmını terk ederek, Kitaba inanmama anlamına gelecek zelil konumlara düşmeyecekti.

e: Kur’an’ın bütünlüğünü ve ayetlerin bağlamını gözetmeden okumak,

Kur’an bütünlüğünü gözetmeyen, “parçacı yaklaşım”la okumak, aynı konuyu düzenleyen, ya da aynı konu ile ilgili bir birini tamamlayan biligilleri veren yahut da aynı konuda birbirini açan, tefsir eden, birbirini tamamlayan diğer ayetleri dikkate almadan bir ayetten istediği hükmü çıkarıp onunla amel etmek, Kur’an’ın amacına uygun bir sonuca ulaştırtmadığı gibi, bu anlayışa bağlı olarak pek çok sorunların meydana gelmesine de yol açmaktadır.

Hâlbuki, aynı konuda değişik surelerde yer alan başka ayetlerin de birlikte ele alınması suretiyle ve Kur’an bütünlüğü içinde bir konu hakkında doğru hükme ulaşmak mümkün olabilir. Aynı şekilde, dinin kendisi ile (yoruma açık alanda) yapılan bazı yorumlarının birbirine karıştırılması sonucunda, kendi yorumunu mutlaklaştıranların, diğerlerini dışladığı, hatta Müslüman bile kabul etmeyerek öldürmeye kadar gidebildiği ciddi sorunlar yaşanmıştır.

Bir başka tutumla Kur’an’ı parçalara ayırıp, bu parçalardan bir kısmını öne çıkarıp, esas alarak, Kitabın bütünlüğünü ve diğer kısımlarını ihmal ederek Kur’an’a yaklaşmak, onun doğru anlaşılmasını ve bütüncül olarak idrak edilip aynı bütünlük içinde hayatı inşa etmesini engelleyen önemli bir zaaf olarak büyük sıkıntı ve sapmalara yol açabilmektedir. Böyle yapanlara Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:

“Kuran'ı işlerine geldiği gibi bölenlere de, kendi kitaplarının bir kısmına inanıp bir kısmını kabul etmeyen Yahudi ve Hrıstiyanlara da nitekim Kitap indirmiştik; Rabbine andolsun ki hepsini, yaptıklarından hesaba çekeceğiz.”(Hicr 15/90-92)     

f: Kur’an’ın önüne birtakım kitaplar koyarak, onların penceresinden okumak.

“Kur’an’dan Din öğrenilmez” yaklaşımıyla, insanların kitaplarını Kur’an’ın önüne geçirerek Kur’an’a yaklaşmak;  Dini, efendilerin, üstatların kitaplarını Kur’an’a önceleyerek öğrenmeye çalışmak da Kur’an’ın anlaşılmasının ve yaşanmasının önünde en büyük engellerden birini oluşturmaktadır.

Tüm insanlara hitap eden ve akıl sahibi herkesin öğüt alması için, apaçık ve anlaşılmak için kolaylaştırılmış olarak indirilmiş (Kamer 54/17, 22, 32, 40) Kur’an’ı okumayı terk edenler, vahiyle belirlenen ölçü, değer, ilke ve hükümlerden habersiz olmakta ve bu sebeple de, önderlerinin söyleyip yazdıklarının Kur’an’la sağlamasını yapma imkânından da mahrum kalmaktadırlar. Böyle olunca da önderlerinin Kur’an’a aykırı olarak ifade ettikleri bidat ve hurafe nevinden düşünceleri de “bir hikmeti” vardır anlayışıyla benimseyip, itaat ederek dinden saymak yanlışlığına düşmektedirler.

Kur’an, böyle davrananların, âlimlerini, önderlerini Rabler edinme konumuna ve şirke sürüklendiklerini bildirmektedir:

“Onlar Allah'ı bırakıp hahamlarını, papazlarını ve Meryem oğlu Mesih'i Rab edindiler. Halbu ki, tek olan Allah’tan başkasına kulluk etmemekle emrolunmuşlardı. Ondan başka ilah yoktur. Allah, onların ortak koştuklarından münezzehtir.”(Tevbe 9/31)  

Hz. Peygamber (as) Adiyy b. Hatem’in  “Onlar rahiplerine tapmıyorlardı ki” şeklindeki itirazına şöyle cevap vermişti: 

“Onlar Allah’ın helal kıldıklarını haram, haram kıldıklarını da helal sayıyorlardı. Halkta buna itaat ediyordu. Böylece onlara tapmış oluyorlardı” buyurmuştur.  

İşte, Allah’ın hükümlerine uygunluğunu tahkik etmeden, kör taklitle, önderlerinin Kitaba aykırı düşüncelerini benimseyip tabi olanlar da tıpkı bunlar gibi âlim ya da önderlerini Rabler edinme konumuna sürüklenirler.

Kur’an’ı okumayıp, “Dini”, önderlerinin kitaplarından öğrenenler, önderlerinin düşüncelerini, Kur’an’a uygunluğunu araştırmadan, kör bir taassupla benimseyenler, başka kitapları Kur’an’ın önüne geçirerek belirleyici kılanlardır. İşte bunların, bu yanlış tercihleri ve yanlışa tabi olmaları sonucunda sürüklendikleri azap sırasındaki itiraf ve yakınmaları gerçekten ibret vericidir.  “Yüzleri ateşte çevrildiği gün: «Keşke Allah'a itaat etseydik, keşke Peygamber'e itaat etseydik!» derler. Yine derler ki: «Ey Rabbimiz, doğrusu biz, beylerimize ve büyüklerimize itaat ettik de bizi yanlış yola götürdüler. Ey Rabbimiz! Onlara azabın iki katını ver ve kendilerini büyük bir lânet ile lânetle.»” (Ahzab 33/66-68)  

II- Modernist Yaklaşımlar     

1: Mealci Bir Mantıkla Okumak. (Peygamberi devreden çıkartarak)

Malum olduğu üzere Allah Teâlâ her defasında kitabını bir elçi vasıtası ile göndermiştir. Çünkü kitabın hayata geçirilmesi o elçinin eliyle ve diliyle mümkün olmuştur. Sözün davranışa dönüştürülmesi, ilk muhatabı olan Elçilerin davranışlarıyla cisimleştirilmiş ve ümmete örnek gösterilmiştir:

“Andolsun ki, Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok zikredenler için ve sizin için Resulüllah güzel bir örnektir.” (Ahzab 33/21)

Mealcilikle temayüz etmiş insanların Kur’an’a, Peygambere ve Onun hadislerine yaklaşımlarında büyük bir sakatlık vardır. Kur’an okumaları Kur’an bütünlüğünden uzak, ayetler bağlamından kopartılarak lâfzî bir okuma biçimiyle okuyorlar. Bunun içinde İslam’ın gerçeğiyle bağdaşmayan bir anlayışla karşı karşıya kalıyorlar. Örneğin insanı sarhoş edip aklı gideren içkiler konusunda sadece Kur’anda ismi zikredilen şarabın yasaklandığını, aynı özelliğe sahip adı anılmayan diğer içkilerin haram olmadığını söyleyecek kadar ileri gidiyorlar.

İbadetler konusunda örneğin Namaz kılmada peygamber gibi kılmaya ihtiyaç yoktur. Namaz duadır. İnsan bir miktar ayakta, oturarak veya yolda giderken de dua eder ve böylece namazını kılmış olur” şeklinde bir anlayışa sahiptirler.

Peygamberimize izafe edilen hadislere yaklaşımda ise, süpürüp atıcı bir yöntem kullanmaktadırlar. Uygulamada hadislere ve kuran dışında hiçbir şeye bakmadan düz bir mantıkla hareket etmektedirler. Peygamber (as) uygulamada örnek olarak almamanın tabii bir sonucu olarak namazlarda rekât sayısı diye bir uygulamaları da yoktur. Bu anlayışta en az tarih boyunca altında hadis yazan sözleri Kur’an’ın eleğinden geçirmeden, toplayıp alanların yapmış olduğu yanlış kadar büyük bir yanlıştır.

Özellikle Kur’an’ın uygulaması olan fiili sünnetleri göz ardı etmek, kabul edilebilir bir şey değildir. Çünkü Peygamber (as), bu dinin tebliğinden mesul olduğu kadar tebliğ ettiği ayetlerin hayata nasıl uyarlanacağını kusursuz olarak göstermekten de mes’uldür. Çünkü onda olan bir özellik, Allah tarafından hiç kimseye verilmemiştir. Hayatta iken vahyin devam sürecinde yapmış olduğu şeyler Allah’ın iradesine uygun değilse hataları vahiyle düzeltilmiştir. Bu imkân sadece peygamberlere verilmiş bir imkân olduğundan o’nun örnekliği, yapıp ettiklerinin doğru olduğundan ve Allah tarafından kabul edildiğinden eminiz. Bizim veya peygamber (as) dışındaki ona uygun olmayan yapıp etmelerin ise akıbeti meçhuldür.

En kestirme olarak şunu kesin olarak biliyoruz ki, Peygamberler asla dinine ihanet etmez. Keyfi olarak bir şey yapmaz. İnsanları zora sokmak için uğraşmaz. “İki şey arasında Rabbim tarafından muhayyer bırakılsam, kolay olanını tercih ederim” sözü onun bu konudaki yaklaşımını ortaya koymaktadır. Allahtan olmayan bir şeyi dindenmiş gibi bildirmez. Böyle bir durumun olması halinde onu elçi olarak gönderenin nasıl bir tehditle tehdit ettiğini görüyoruz:

“Eğer o, bize karşı bazı sözleri uydurup-söylemiş olsaydı, Elbette biz onu bundan dolayı kuvvetle yakalardık. Sonra da onun şah damarını keser atardık. Hiçbiriniz de onu koruyamazdınız. Doğrusu Kur’an Allah'a karşı gelmekten sakınanlara bir öğüttür.” (Hakka 69/44-47)

Peygamberden olduğundan emin olduğumuz konularda peygambere uymak, İslam’a uymak, Kur’an’a uymak ve dolayısı ile Allah’ın hükmüne uymaktır. Uymamak ise bu saydığımız şeylere uymamak ve Allahın hükmünden uzak kalmak anlamına geleceği gayet açıktır.

İslam’ın şiarı olan “emri bil mağruf nehyi anil münker” olarak ifade edilen, iyiliği emretmek kötülüğü nehyetmek sadedinden olarak Müslüman’a yakışan, bu insanlara doğruları hatırlatarak yanlıştan dönmelerini sağlamaktır. Kimsenin ayıp ve kusurlarını araştırmak, sayıp dökerek muhasebesini tutmak bizim işimiz değildir. İnanıyoruz ki Allah hiç kimsenin gayretine ihtiyaç duymayacak şekilde herkesin yapıp ettiklerinin muhasebesini tutuyor. Zira yapılan hiçbir şeyi ihmal etmeyip İmhâl ettiğini açıkça bildiriyor.(Yasin 36/12) Gizli ve açık tüm işlerin sonunun Allaha varacağına inanıyoruz. Onun için kendimizi o güne hazırlamanın gayretinden başka kederimiz yoktur.

Şunu çok net olarak bilmeliyiz ki kimsenin meal okumasından rahatsız değiliz çünkü kırk yılı aşkın bir zamandan beri ulaşabildiğimiz insanlara anadillerine çevrilmiş, anladıkları dilden Kur’an okumalarını tavsiye ediyoruz. Dünyanın hiçbir yerinde anlamadıkları bir dilde yazılmış bir kitabın harflerini seslendirmek için kitap okuma biçimi yoktur. Bu sadece Müslümanlara özgü bir okuma biçimidir. Merhum Iraklı âlim Gazali (çağdaşımız) bu gerçeğe parmak basarak, Müslümanların bu gün, bu halde olmalarının yegâne sebebinin bu olduğunu teslim ediyor. Müslümanlar olarak(!) Allahın, insanlar okuyup anlasınlar da hallerini düzeltip Allah’ın istediği gibi Allaha kulluk etsinler diye, açık anlaşılır (Yusuf 12/2)ve öğüt alınması için kolaylaştırdığı (Kamer 54/17-22-32-40) kitabını,  örtüp kapatmak için elimizden geleni ardımıza koymuyoruz. Bu işin hesabını vermek her halde kolay olmayacaktır.

Bu nedenle bizim anlaşılmasını istediğimiz, mealcilik yapanların okuma biçiminin yanlışlığını anlatmaktır. Böyle bir okuma ne Allah’ın, ne peygamberin ve nede Müslümanların razı olacağı bir okuma biçimidir. Elbette dinin kaynağı Kur’an, Şarî ise Allah Teâlâ’dır. Ancak peygamberi de bu dinin birinci elden uygulayıcısıdır. Onu hesaba katmamak, razı olunan uygulamayı hesaba katmamak olacağından, yapılan amellerin kendini tatminden öte bir anlamı olmayacaktır.

Akıllı insan akıbetinden emin olmadığı bir işi yapmaktan imtina eder. Zira akıllı olmak bunu gerektirir. Dibini görmediği suya girmenin, yüzmede bilmiyorsa sonucu bellidir. Koruyup kurtaracak bir tedbir almadan insan suya girmez iken; ebediyen kazanıp kaybetmekten emin olmadığı bir yola girer mi? Bu iş ben yaptım olduyla olacak şey değildir.  Dünyadaki yanlış hesaplarımız Bağdat’tan dönüyor. Ama dinde yaptığımız yanlışlar ahiretten dönmüyor. Onun için bu işteki yanlış tercihlerimizin düzeltilmesi ise din gününe kalmaktadır. Orada ise düzeltme imkânı yoktur. İnsan ancak yapıp ettiklerinin sonuçlarını kucağında bulacaktır.

2: Tarihselci bir mantıkla okumak: 

Tarihselcilik: Var olan her şeyin, her zaman tarihsel gelişme seyri içinde görülmeleri gerektiğini savunan yaklaşımdır. Tarihsellik ise tarihe ait olan demektir. Her çağın, her tarihsel dönemin, o döneme damgasını vuran fikirler ve ilkeler aracılığıyla yorumlanması gerektiğini savunur.       Bir felsefe terimi olarak tarihselcilik batıda 16. yüzyıldan itibaren telaffuz edilmeye başlanmıştır. Fransız devriminden önce ve sonra kendisine alan bulan  anlayış, Fransız Devriminden sonra ortaya çıkan Din ile Siyasetin, Kral ile Papanın, Din ile Dünyanın ayrılmasıyla durumunu daha da pekiştirmiştir. 17. ve 18. yüzyıllarda tarihselci tenkit metodu, kutsal metinler üzerinde de denenmeye başlanmıştır.
Bu yöntem oluşumunu tamamen İslam dünyasının dışında tamamlamıştır. Helle üniversitesi ilahiyatçılarından Salamo Semler ilk defa tarihselci bir programla Kitabı Mukaddese, eleştiren bir tarih araştırmacısı gözüyle bakmayı denemiştir. Ayrıca Semler, Allah'ın kelamı ile kutsal metinleri bir birinden ayırarak kutsal metinlerin Allah'ın kelamı olmadığını savunmuştur. Tarihselciliğin değer felsefesine göre, tüm zamanlar ve mekânlar için geçerli bir hakikat yoktur. Her hangi bir şeyin gerçek mahiyetini tespit etmenin yolu, onun tarihsel gelişim süreci içerisinde oynadığı rolü ve işgal ettiği yeri tespit etmekle mümkündür.  

Tarihselcilik 19. yüzyılda Diltey tarafından sistematik hale getirilmiştir. Bunu hazırlayan sebepler bilimin ilerlemesi sonucu kitabı mukaddes deki bir takım verilerin bilimsel verilerle çatıştığı görülünce batı insanı için iki yol kalıyordu: Ya kitabı mukaddesin tümüyle beşeri kaynaklı olarak görülmesi ve tarihsel bağlamının tespit edilerek açıklanması;  Ya da ilahi kaynaklı olduğu kabul edilmekle birlikte, onun ifade ve kurgusunun tarihsel olduğu belirtilerek yorumlanması. Böylece tarihte olup bitenleri beşerileştirerek, tarihte olup biteni anlamaya çalışan insanın da tarihsel bir varlık olarak kabul edilmesidir.

Bu tez ile ortaya çıkan önemli iki sonuç şudur: Birincisi; tarihte ortaya konulan şeyler o şartların bir ürünü oldukları için evrensel bir karakter arz etmezler.

İkincisi: Anlayan insanın tarihsel şartlar tarafından belirlenmesi nedeniyle her türlü anlama, yorumdan ibaret olup, kesin ve herkesi bağlayan bir anlamdan söz etmek mümkün değildir. Bu anlayış, beşeri kaynaklı olan her konuda kullanılacak bir takım doğruları taşımaktadır. Ancak beşeri olmayan “ilahi” hitabın, ilahi denetim altında yazıya geçirilen bir metin olan Kur'an'ın ve de onun ilahi destekli tebliğcisi olan peygamber (a.s.) için asla geçerli bir anlayış değildir.

Tarihselciliğin İslam dünyasındaki tezahürlerine baktığımızda Müslüman ilahiyatçılara da bulaştırılmıştır. Artık onlar için de tarihselciliğin kapısı aralanmış ve görüşlerini şöyle dillendirmişlerdir:

 a: Kur'an bir kavme belli bir tarih içinde peyderpey inmiş bir kitaptır.

Bu nedenle Kur'an'ı kendi tarihsel bağlamında okumak doğru bir okuyuştur. Çünkü Kur'an ve sünnet referansta bulunacağımız bir kaynak değil; Allah'ın bize bahşettiği örnek almamız gereken bir tecrübedir.

 b: Kur'an'ı önceden tasarlanmış bir metin olarak kurgulamak yanlıştır.

 c: Birebir meydana gelen olaylarla ve peygamberin özel hayatıyla ilgili durumları gösteren vahiyler bunun delilidir.

 d: Kur'an daha ziyade geldiği toplumun ihtiyaçlarına cevap veren bir kitaptır.

 e: Kur'an ve sünnetle sergilenen İslam standart bir durum değil; tarihsel bir duruma karşı takınılan bir duruştur.

 f: İslam’ı,  tekrar edilmesi gereken bir durum olarak algılayan lafzi okuma, tarihsel bir duruma (asrı saadete) dönüş anlamında gericiliktir.

 g: Kur'an'ın zamanlar üstü mesajını alabilmek için, ilgili durumla Kur'an hitabı arasındaki diyalektiği görmek ve oradan hareket etmek zorundayız.

 h: Yaşanan ortamın farklılaşmasıyla Şariin maksadı ile hüküm arasında bir ayrışma ortaya çıkabilir. Kur'an'ın hükmünü aynen tatbik ettiğimizde; Kur'an'ın hedeflemesi mümkün olmayan sonuçlar çıkabilir.

Bu konuda Fazlur Rahman’ın dillendirdiği el kesme, kadının mirası, ölüm cezaları gibi modern hukuka aykırı durum ve anlayışların yani duruma / ortama göre belirlenmesi konuları işte buradan çıkmaktadır.

Türkiye’de son dönemlerde bolca dillendirilen, başörtüsü, kadının dövülmesi, faizin meşruluğu, Kur'an'ın Türkçe okunarak ibadet edilmesi ve benzeri konuların dayandığı felsefi mercii de burasıdır. Değişen şartlara / ortama göre hükmün değişebileceğine ilk dönemden Hz. Ömer ‘in uygulamaları örnek gösterilmektedir.

a) Fethedilen toprakların gazilere verilmemesi;

b) Müellefeyi kuluptan zekât payının kaldırılması konusu;

c) Üç talak meselesi;

d) Devletin hazinesi için divan tutturması konusu;

e) Kıtlık yıllarında yiyecek çalanlara el kesme uygulanmaması gibi.

Ayrıca bugün dillendirilen bir başka konu, Kur'an indiği dönemde adaleti tahakkuk ettirmek için erkeğe iki dadına bir vermiştir.  Bugün ise adaleti sağlamak için eşit verilmesi gerekir. Çünkü kadının durumu zamanımızda çok farklı bir konuma gelmiştir.

(Hz. Ömer için söylenen şu ifadeye dikkat etmemiz gerekir: Bu nedenle Hz. Ömer için Kur'an ve sünnet bir referans kaynağı değil onun için bir hatıradır. Hatıra ise kişinin içinde yaşadığı tarihtir. Buna F. Rahman “yaşayan sünnet” tabirini kullanarak bu sünnete başvurduğunu söylüyor. Hal bu ki Hz. Ömer Kur'an'ın Mushaflaştırılması için elinden gelen gayreti göstermiş ve sünnetten istifade için bilen sahabelerin hicretine izin vermemiştir.)      -Ankara okulundan Ömer Özsoy’un iddiasına göre “Kur'an’ın Mushaflaştırılarak iki kapak arasına almak ve böylece kuşaktan kuşağa intikalinin Allah'ın amacı olduğunu söylemek zor bir iştir.”

-Onun amacı örnek bir cemaat oluşturmaktı demek daha yatkın geliyor bana sahabede referans metni olsun diye cem etmedi Kur'an'ı.”

 -İlahi iradenin amacı örnek bir ümmet oluşturmaktı. Bunun için Allah topluma gerektiği yerde gerekli miktar müdahale etmiştir. İşte Kur'an bu sözlü müdahalenin yazılı belgesidir.

 -Bu nesilde de, daha peygamberin vefatıyla bazılarında geriye dönüş özlemleri depreşiyor. (Daha ilk nesilde bozulmalar başlıyor, diyen bu insanlara şunu sormamız gerekiyor.  Bu örnekte bozulunca, gelecek kuşaklar ne ile ilahi iradeye kulluk edecekler, İslam’ı nasıl yaşayacaklardı?)

 -Kur'an insanlara bilimsel bir katkı sağlamıyor. Tamamen ahlâki bir katkı sağlıyor. Kur'an insana bilmediği bir şeyi anlatmıyor.” Diyor Ömer Özsoy.

-Taha Hüseyin’in iddiasına göre, İsrail oğullarıyla İsmail oğullarının arasında bir akrabalık yok. Fakat Araplar arasında İbrahim’in hicretine dayanan yaygın bir kanaat vardı. Kur'an’ı Kerim Yahudilerin politik desteğini almak için bu malumatı kullanmakta beis görmedi.

-İbrahim kıssası aslında Arap mitolojisine dayanır. Kur'an'ı Kerim hitap ettiği toplumların inandıkları şeyin tarihsel gerçekliğini sorun edinmeyip kullanmada bir beis görmemiştir.

 -Kur'an kıssalarında Halefullah’ın tezi; 

 -Kur'an'ın olayları olduğu gibi anlatma hassasiyeti yoktur. Olaylar genel hatları itibariyle anlatılıyor. Kur'an'ın iktibas mantığı yoktur.

 -Kur'an topluma bilgisel bir katkıda bulunmuyor, toplumun hafızasında bulunan tarihi şahsiyetlerden duruma göre bahsediyor.  İbrahim kıssasında olduğu gibi.

 -Kur'an kıssalarında bilimsel bir katkı amaçlamadan o halkın dilindeki ifadelerle konuyu sunmaktadır. Zülkarneyn kıssasında “Güneşin battığı yere kadar gitti. Doğduğu yere kadar gitti” ifadeleri asla bilimsel değildir. 

 - Özsoy, Kur'an'da sihir ve cin’in varlığını reddetmem ama Kur'an'da sihir ve cinden bahsediliyor diye bunu itikat derecesine yükseltmeyi de doğru bulmam.

 -Cinne inanmayan Müslümanlar var. Hatta Meleğe de inanmayanlar var. Tabiat güçleridir diye tevil ediyorlar. Ama gaybı tamamen dışlama yok ise Müslümandırlar.

 -Yahudi ve Hıristiyanların, Teslis konusunda, İsa’nın öldürülmediği konusunda, Üzeyir Allah'ın oğludur diyenler konusunda Kur'an'a itirazları var, İsmail ve İsrail oğullarının amca çocukları olduğu konusunda da itirazlar vardır.    Bunlara Halefullah: Kur'an'ın amacı tarihi olayları anlatmak değildir diye cevap vermiştir.

 Kur’an’ı tarihe gömmeye, hükümlerin tarihselliğini ve bu gün değiştirilmesi gerektiğini iddia ederek, seküler kültürle örtüşen bir İslam oluşturmaya çalışan “Tarihselcilik” de Kur’an’a yaklaşımda modern dönemde üretilmiş büyük bir sapmayı teşkil etmektedir. Modern dönemde sözüm ona Kur’an’ı öne çıkarma görüntüsü altında pek çok modern bidat ve hurafe üretilmiştir. Böylece, şeklen kabul edilen Kur’an’ın mesajı ve işlevi bulandırılmaya, hatta hükümleri değiştirilmeye çalışılmaktadır.

Kur’an’a yönelişi, bidat ve hurafelerden arındırarak, sahih bir din anlayışına yönelmek, Müslümanların gayreti ve Allah Teâlâ’nın da yardımıyla bu sorunların üstesinden gelinecektir.

3: Modernist bir mantıkla okumak: 

Hint alt kıtasındaki Kuran ve tefsir çalışmaları söz konusu oldu¬ğunda akla gelen ilk isimlerden biri Seyyid Ahmed Han’dır. Yaşadığı çevredeki Müslümanların beka ve salâhını İngilizlere sadakatte gö¬ren ve bu siyasi tercihine sadık kalma çabalarından ötürü İngiliz hüküme¬tince “Sir” unvanıyla taltif edilen Seyyid Ahmed Han (ö. 1898) ilmî ve entelektüel faaliyetleri arasında Kuranın tamamını içermeyen bir tefsir ile bu alanda yeni bir metodoloji sunma iddiası taşıyan Tahrîr fi usûli’t-Tefsîr adlı iki esere de imza atmıştır.

Vahiy ve Kur’an’ın nüzul keyfiyetiyle ilgili düşünceler geleneksel Sünnî telakkiden epeyce farklıdır. Zira ona göre vahiy, reel ve müstakil bir varlık olduğuna inanılan melek (Cebrail) vasıtasıyla değil, doğuştan sahip olunan meleke-i nübüvvet sayesinde Hz. Peygamberin kalbine inzal ya da ilham edilmiştir.

Belli ölçüde Fazlur Rahman’ın vahiy telakkisini de anımsatan bu görüşünden başka Ahmet Han’ın Kur’an okumalarındaki en temel vurgu tabiat kanununa (kânun-ı fıtrat) aittir. Ahmet Han’a göre Allah evrene ezelden beri değişmeyen bir fıtrat kanunu koymuştur. Tabiat, âdet dışı hiçbir müdahaleye imkân tanımayan ve tamamen sebep-sonuç dairesinde işleyen kapalı bir sistemdir. Öte yandan Allah’ın biri kavli, diğeri fiilî olmak üzere iki sözü vardır. Tabiat kanunları Allah’ın fiilî sözüdür.  O’nun hiçbir sözünde/yasasında tebdil vuku bulmadığına göre Kur’an’da da ezelden beri değişmeyen tabiat kanununa muhalif hiçbir beyan yoktur. Dolayısıyla İslâm uleması¬nın mucize diye kavramlaştırdığı hâdiselerden söz eden Kur’an pasajları aslında bilindik doğa olaylarına işaret etmektedir.

Netice itibariyle Ahmet Han’ın özellikle Allah’ın sözü ile fiili arasındaki çelişmezlik prensibiyle bağlantılı fikirleri, gelenekten muazzam bir kopuşu ifade eder. Ahmet Han’ın bu yaklaşımları sonraki nesiller üzerinde de bir etki bırakmıştır.

Keza Hz. Musa’nın denizi ikiye yarması, balığın Hz. Yûnusu yutması, cin, melek, şeytan, cennet ve cehennem gibi konularla ilgili izahatına Ömer Rıza Doğrul (ö. 1952). Muhammed Esed (ö. 1992) ve Süleyman Ateş’in meal-tefsirlerinde de rastlanmaktadır. Bu düşünce,  Seyyid Ahmet Han, Çırak Ali (ö. 1895) ve Seyyid Emir Ali (ö. 1928) gibi modernistlerce temsil edilmiştir.

Bu söylemin en güçlü teorisyenlerinden oluşan ekolün hareket noktası, isminden de anlaşılacağı gibi, Kur’an’ın her bakımdan şâfî ve kâfî bir kitap olduğu iddiasıdır. Bu iddia Müslümanlar için gerekli olan her bilginin Kur’an’da bulunduğunu; dolayısıyla başka kaynaklara gerek olmadığını savunmaktadırlar. Nebevi sünneti de ihtiva eden rivayet malzemesinin en başından reddedilmesinin doğal sonucu olarak namaz vakitleri ve rekâtları da dâhil olmak üzere her şey Kur’an’dan çıkartılmıştır. Ancak bunu başarabilmek için kimi zaman Kur’an met¬nine tasallut edilerek tahrifle eşdeğer yorumlar üretilmiştir. 

Mesela, “Her türlü övgü, gökleri ve yeri yoktan var eden: melekleri ikişer, üçer, dörder kanatlı elçiler kılan Allah’a mahsustur” mealindeki ayet (35/ Fâtır, 1),

“Ey gök ve yer ehli! Allah’ın rızasını kazanmak için beş vakit namazınızda Fatiha’yı okuyun. O Allah ki sizi, altı rüknü (kıyam, kıraat, rükû vs.) bulunan namaza yöneltmek için melek elçilerini gönderir”  şeklinde yorumlamışlardır.

Hadis ve rivayet malzemesine rezerv koyma ve mucizenin imkânı¬nı reddetme hususunda Sir Ahmet Han’ın izinden giden Ehl-i Kur’an ekolünde, dinî değer ve kavramları 19. yüzyıl Avrupa akılcılığı ve tabiat felsefesinin verileriyle test ederek İslam dünyasındaki çok boyutlu krizi akli yöntemlerle dengelemeye çalışmışlardır.

Hint alt kıtasındaki çağdaş Kur’an okumalarına Muhammed İk¬bal, Ebü’l-Kelâm Âzâd (ö. 1958), Ferâhî (ö. 1930) ve Islâhi (ö. 1997) gibi şahsiyetler de önemli katkılarda bulunmakla birlikte özellik¬le Fazlur Rahman İslâm ve Çağdaşlık adlı eserinde önerdiği tefsir usulüyle haklı bir şöhret kazanmıştır.  
1919’da şimdiki Pakistan’da dünyaya gelen Fazlur Rahman’ın ana projesi, modern zamanlarda Müslüman kalarak çağdaşlaşmanın imkânını öngören bir yenilik ve yenileşme talebi olarak özetlenebilir.

Fazlur Rahman, özellikle Kur’an’ın ahlâkî bir rehberlik belgesi olarak okunması gerektiğinde ısrar eder. Ahlâkı hu¬kukun önüne geçirmeyi savunan Fazlur Rahman’ın bizzat kendi ifadesiyle, “Kur’an her şeyden önce ne bir kanun kitabı¬dır ve ne de böyle bir amaç güder. O kendisini hüden li’n-nas (insanların yol göstericisi) diye adlandırır ve insanlardan, koyduğu emirlere göre yaşamalarını ister. Fakat bu emirler umumiyet itibariyle ve esas olarak hukukî olmayıp ahlâkîdirler.”

 Fakihlerin, Kur’an’da ki muayyen emir ve yasakları son derece dikkate alıp kutsal kitabın ahlâkî ilkelerine oldukça az önem vermeleri ve bu ahlâkî ilkeleri emirden ziyade, öğüt ya da tavsiye olarak telakki etme¬lerini, esef verici bir hata olarak niteler. 

Kuran’daki şer’î hükümleri asırlar öncesindeki olaylara cevap olarak vahyedildiği düşüncesinden hareketle, bugün aynen tatbik edilmesinin işe yarar bir sonuç vermeyeceğine inanan Fazlur Rahman, lafzın ardındaki maksadı kavramanın önemli olduğunu savunmaktadır.

Örneğin, bugün hırsızın elini kesmeye gerek olmadığını, başka bir yöntemle de mani olmanın Kur’ani olacağını savunmaktadır. 

III : Bâtıni veya Tasavvufi yaklaşımlar:      

Tasavvufa göre; Dinin bir Zahiri birde Batını vardır. Zahir, naasların zahirinden halkın avamın anladığı manadır.

Batın ise, naaslardan kastedilen ve hakiki ilim kabul edilen batini manadır ki, onu da ancak imamlar ve veliler bilir.
Bu konuda Şia ve Tasavvufçuların düşüncesi ortaktır. Bunlara göre Ayet ve Hadislerin zahirinden anlaşılan mana halkı bağlar, ama imam ve velileri bağlamaz. Çünkü kastedilen mana ayrıca imam ve velilere özel verilmiştir.

Şia’nın iddiasına göre Muhammed (as) Kur’anın Lafzını, Ali ise Tefsirini getirmiştir. Örneğin; “ Namazı kılın zekâtı verin” ayetinin gerçek manası: “Namazı kılın demek masum imama biat edin, zekâtı verin demekte imama karşı samimi ve itaatkâr olunuz demektir.”
Tasavvufçuların bu tür açıklamalarının zahirine şeriat, Batınına da hakikat demektedirler. Şeriat, halka verilen ve zahiri âlimlerinin bildiğidir. Hakikat ise velilere verilendir ve hakiki bilgidir.

Bu yol ile ayet ve hadislere istedikleri anlamı verme ve hevalarına delil gösterme imkânı bulmuşlardır.

Keşif, işrak (şeyhin himmeti) ve bilgelik adı altında yapılan bu batini teviller, aslında dini bozmak için dışarıdan yapılan tahrik çabalarından çok daha tehlikelidir. Süleyman Ateş’in “ işari tefsir okulu”  kitabından İbni A’rabiye ait bir örnek verelim.

Allah çocuk edindi dediler. O yücedir. Göklerde ve yerde olanların tümü onundur.” (2/116)

“Allah çocuk edindi dediler=” haşa ona benzer bir şeyin var olması bir yana, ondan başka bir varlığın bulunmasından onu tenzih ederiz.”

“Yerde ve gökte ne varsa onundur.=” Yani ruhlar ve cesetler âlemi onundur. Zaten bunlar onun zahir ve batınıdır.” (Vahdeti vücut anlayışının yansıması.)

“ Ayakkabılarını çıkar”(20/12) = “Kalbini çoluk çocuk düşünmekten boşalt.”(sa’lebi)

“Biz Beyt’i (Kabe’yi) sevap kazanma ve güvenlik yeri kıldık. “ (2/125) = Burada Beyt, Muhammed (a.s) dır. Ona inanan onun Risalet ini kabul eden güvenliğe kavuşmuş olur.”( sa’lebi)

Sülemi, İbrahim’e görünen yıldız, ay ve güneşin (8/76-79) süluk (tasavvufta derecelere yükselme anı)  esnasında görünen ve gittikçe büyüyen nur olduğunu söyleyerek açıklamıştır.

“ Gündüzün güneşi geceleyin batar, oysa kalplerin güneşine batış yoktur.”

Kâinat İbrahim’e karanlık olup iradesi elinden gidince, kalbine rububiyet nurları doldu. “Bu benim Rabbim” dedi. Sonra kendisine heybet nurları açıldı. Nuru arttı. “Bu benim Rabbim,” dedi. Sonra ulûhiyet nuru ile beşeri varlığından geçilirdi.  “Rabbim hidayet etmeseydi sapanlardan olurdum” dedi.” Sonra Baki ile baki oldu.

“Ey kavmim, ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden uzağım” dedi. (8/76-79)

Gazali Nur suresinde ki “Ateş değmese de yağı hemen hemen ışık verir.” (24/35) ayetiyle ilgili olarak şunları söylemektedir:

“Ayetin bu kısmı, nurunu peygamber vasıtası olmadan doğrudan doğruya Allah'tan alma derecesine yükselmiş olan velilere işarettir. Çünkü veliler arasında az daha peygamber yardımına muhtaç olmadan nuru parlayan veliler vardır. “

Bu anlayış, bu minval üzere devam etmektedir. Onlardan birine ait olan şu söz bu anlayışın ruhuna da uygundur.

“Biz gayb âleminde öyle deryalar geçtik ki peygamberler onun kıyısında kaldı.” (Beyazıdı Bistami…)

Vahdeti vücut felsefesinin temsil ettiği Bâtınilik Allah ile varlıklar arasında soy bağı kurmuşlardır. Aynen, Hıristiyanlar İsa (as) ile, Museviler Üzeyir (as) ile, Kureyşîler de melekler ile soy bağı kurmuşlardır.  

Böylesi bir anlayışın Tevhidin kaynağıyla ne alakası olabilir?  Allah ile kullar arasındaki bağ yaratanla yaratılanlar arasındaki bağdır.

Etiketler : #Hüseyin   #Bülbül   #   #Kur'an'a   #doğru   #yaklaşım   #usulünü   #anlattı   #   
YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !
İlginizi çekebilecek diğer haberler

Makaleler

Hava Durumu


VAN