İbadet
‘’İbâdet), Ubûdiyyet, (abdiyyet) (â.be.de) fiilinin mastarlarıdır bunlar. Sözcük lügatte, baş eğmek, boyun eğmek (hudû'), tevazu ya da al¬çakgönüllülük (tezellül) göstermek anlamlarına geliyor.
06-03-2010
İbadet…
‘’İbâdet), Ubûdiyyet, (abdiyyet) (â.be.de) fiilinin mastarlarıdır bunlar. Sözcük lügatte, baş eğmek, boyun eğmek (hudû'), tevazu ya da alçakgönüllülük (tezellül) göstermek anlamlarına geliyor. Kişinin bir başkasına, hiç bir direnç göstermeden, isyana kalkışmadan dosdoğru ve sadâkatle teslim olması, gönülden bağlanıp boyun eğmesi... Öyle bir teslimiyet ve boyun eğiş ki, teslim olunanın her türlü arzusu ve dileği teslim olan için uyulması zorunlu bir emir, yerine getirilmesi kaçınılmaz bir görev oluyor. Bunun içindir ki, Araplar, yumuşak huylu, uysal deveye muabbed deve, yürünmesi kolay, düz ve kestirme yola da muabbed yol tabir ederler.
Sözcüğün bu kök anlamından, kulluk, itaat, hizmet, ilâh yerine koyma, kayd (sınır, ölçü, bağlanca), men' (yasak, engel, mania) gibi birbirine yakın, birbirini tamamlayan anlamlar türemiştir.
Bütün bu lügat verilerinden hareketle, 'ali (â-be-de) fiil kökündeki ana yüklemin ya da merkezî anlamın, insanın, kendisinden üstün ve yüce gördüğü bir varlığın önünde eğilmesi; özgürlüğünden, bağımsızlığından vazgeçip, bu yolda her türlü direnmeyi, isyan ve dik başlığı bir kenara bırakıp böyle bir varlığın hüküm ve irâdesine baş eğmesi olduğunu söyleyebiliriz artık. 'İbâdet' ve 'Abd' sözcüklerinin bir Arabın zihninde uyandırdığı ilk çağrışımlar 'kulluk', 'kölelik' ve 'bağımlılık" tır. Bir köleden ya da kuldan zuhuru beklenen en belli başlı tavır, efendisine itaat etmek, onun arzu ve emirlerini yerine getirmek olduğuna göre, 'ibâdet' sözcüğünde de hâkim yüklemin, baş eğmek, boyun eğmek, itaat etmek ve teslim olmak anlamları çevresinde odaklandığını söylemek yanlış olmaz. Öte yandan, kul ya da köle, kulluğu, köleliği bilerek isteyerek kendi seçimiyle benimsemişse, o zaman, efendisine sadece fiilen ve bedenen itaat etmekle kalmıyor, onu zihnen de kendisinden üstün görüp yüceltiyor demektir; bu durumda kulun, efendisine karşı, nimet ve ihsanlarından ötürü duyduğu minnet ve şükran duygularının, övgü ve yüceltmelerin, mahviyet içinde gösterdiği saygı ve teveccühün de 'ibâdet' olgusunun temel ifâde biçimlerinden olduğunu kaydetmek gerekir. Kul efendisine sadece fizikî ve haricî tesirlerin zoruyla değil de, aynı zamanda yürekten ve seçerek bağlıysa, o zaman bu bağlılığını göstermek için yollar arar ve bu arada bir takım anlamlı ifâde biçimlerine (salât, hac, kurban v.s.), temsilî eylemlere başvurur; bunların da 'ibadet' kavramının kapsamı içine girdiğini kaydedelim.
Ey îman edenler, size rızık olarak bahşettiğimiz temiz ve an nimetlerden yiyin; Ve şükredin Allah'a, eğer gerçekten O'na kulluk(İbadet) ediyorsanız. Bakara. 172
Bu âyetin indiriliş sebebi, İslâm öncesi Araplarının yeme içme konusunda izledikleri bir takım çarpık ve tutarsız âdetlerin ıslahıyla ilgilidir. Arapların, atalardan kalma yerli yersiz bir takım törelere, kurallara bağlı kalmaları, onların, toplumun nüfuzlu kişilerine, egemen güçlerine karşı gösterdikleri boyun eğme tavrıyla doğrudan ilgili görünüyor; Allah da, müminleri yerleşik kültürün bulaşıklarından bütün bütün arındırmak ve yerleşik kültürü ayakta tutmaya çalışan baskı gruplarına karşı onları uyarmak için : 'Eğer yalnızca bana kulluk etmek istiyorsanız, başkalarının koyduğu yasak ve kuralları bir kenara bırakıp, benim helâl kıldığım nimetlerden yiyin, için ve başkasına değil, ancak bana şükredin' talimatını veriyor. Tabii, mü'minlerin bu talimata uyup, yerleşik kültüre karşı ıslahatçı bir tutum benimsemeleri; atalardan kalma bir takım tabu ve yasaklan ilga ederek baskı gruplarına, nüfuzlu kişilere, rahiplere karşı durmaları, onların yalnız Allah'a kulluk etmelerinin bir ifadesi, bir göstergesi olarak yorumlanıyor ayette.
De ki: "Söyleyeyim mi size, Allah katında kötülükte bundan daha ileri olanı? Söyleyeyim mi, Tâgût'a kulluk ettikleri için Allah'ın lanet ve gazap ederek maymuna ve domuza çevirdiği kimseleri!... İşte, kötülükte en ileri olan bunlardır ve dümdüz yoldan sapıp çıkan da bunlar." Mâide.60
Gerçek şu ki, biz, her ümmetin içinden, onlara: "Allah'a kulluk(İbadet) edin ve tâgût'a sırt çevirin, ondan kaçının" diyen bir elçi çıkardık... Nahl.36
Tâgût'a kulluk(İbadet) etmekten kaçınan ve Allah'a yönelenlere gelince... onlara müjdeler olsun! Haydi, sen de müjdele kullarımı! Zümer. 17
Bu üç âyette de 'tâgût'a ibâdetten kasıt, ona kulluk ve itaat üzere bulunmaktır. 'Tâgût'un, Allah'a karşı isyan ve azgınlık içinde olan; Allah'ın mülkünde kendi buyruk ve yasalarını hâkim kılmaya çalışan; baskı, vaad, ulufe ya da propaganda gibi yollarla insanları kendisine itaat ve kulluğa çağıran her türlü düzen, sistem, kişi, zümre Ve otoriteyi ifâde eden bir kavram olduğunu daha önce belirtmiştik. Kur an'a göre, bu tür sistem, kişi ya da zümreleri itaat mercii olarak tanıyıp, onların vazettiği buyruk ve yasalara bilerek isteyerek uymak düpedüz 'tâgût'a kulluk, 'tâgût'a ibâdet etmek anlamına gelmektedir.
Aşağıdaki âyette 'ibâdet' kelimesinin, uymak, boyun eğmek, itaat etmek anlamında kullanıldığını görüyoruz:
Ey âdemoğulları, ben sizden, "Şeytan'a kulluk(İbadet) etmeyeceksiniz (ona uymayacaksınız), çünkü o sizin apaçık düşmanınızdır" diye söz almamış mıydım? Yâsin.60
Bu âyette geçen 'şeytan'a kulluk etmek'ten kastın, onu bir mabut yerine koyup da, terimin genel geçer anlamıyla ona 'ibâdet' etmek, ona tapmak olmadığı hemen anlaşılıyor olmalı. Çünkü grupsal cinnetlerin ya da toplu ruh hastalıklarının bir türü olarak 'şeytana tapanlar' adı altında zamanımızda da nadiren rastlanan küçük, gizli şarlatan grupların dışında, hemen herkesin, hiç olmazsa zahiren şeytanı lanetle anıp, onu kendinden uzak tutmak istediğinde şüphe yoktur. Öyleyse bu âyette kastedilen şey, şeytana tapınmak, ya da onu bir mabut olarak seçmek değil, onun iğva ve ayartılarına kendini açık tutmak onun adımlarına ayak uydurmak, telkinlerine kanmaktır, olsa olsa. Yani şer olana uymak, şer olana boyun eğmek, Allah'tan başkasının hüküm ve rızasına teslim olmak.
"Toplayın zulm edenleri, onların eşlerini ve Allah'tan başka kulluk(İbadet) ettiklerini...toplayın da, hepsini cehennem yoluna sevk edin!
"Ve tutun (tutuklayın) onlan ki, sorgulanacak kimselerdir onlar!
"Hadi söyleyin, neyiniz var, niçin yardımlaşmıyorsunuz?"
Hayır, o gün sinip kalmışlardır onlar.
Ve birbirlerini sorgulamaya koyulup,
Derler ki: "Hani, siz bizi temin ederek yanaşıp, sureti haktan görünmüştünüz?"
Ötekiler, "Hayır" derler, "sizler, kendiniz de inanan kimseler değildiniz zâten."
"Bizim sizi zorlayacak bir gücümüz, bir kanıtımız yoktu; sizler, kendiniz azgın bir toplumdunuz." Sâffât.22...30
Yukarıdaki ayetlerde, Allah'tan başkalarına kulluk edenlerle, kendilerine kulluk edilenler arasında geçen temsilî diyalog açıkça göstermektedir ki, bu ikinciler tanrı yerine konulan sembolik varlıklar ya da putlar değil, insanların önüne kurtarıcı ya da yol gösteri kılığında çıkıp onları Allah'ın yolundan çeviren, onlara Allah'ın dininden başka yollar ve töreler öneren lider durumundaki nüfuzlu kimseler, kavim kabile büyükleri yahut din adamlarıdır; halkın dostu olduklarını, halkın yararına çalıştıklarını, ıslah etmek, iyileştirmek için çaba gösterdiklerini iddia ettikleri halde, gerçekte yeryüzünde bozgunculuk çıkarmak, harsı (ekini-kültürü) ve nesli bozmak isteyen çıkarcı, fesatçı gruplardır bunlar, halkın, işte böylelerine boyun eğmesi, körü körüne itaat etmesi de, 'Allah'tan başkalarına ibâdet etmek' ifadesiyle tanımlanmıştır Kur'ân-ı Kerîm'de.
Allah'ı bırakıp, bilginlerini, rahiplerini Rabler edindiler; ve Meryemoğlu Mesih'i de. Oysa, kendisinden başka ilâh bulunmayan ve onların ortak koştuğu şeylerden/kimselerden mutlak üstün ve yüce olan o Tek îlâh'a, yalnızca O'na kulluk etmekle emr olunmuşlardı. Tevbe.31
Burada, bilgili, malûmatlı kişileri, rahipleri 'Rab' yerine koymuş ve onlara ibâdet etme, kulluk etme durumuna düşmüş olmak için, ille de onlara birer tanrı gözüyle bakmak ve tapınmak gerekmediğini belirtelim. Böyle bir duruma düşmek için, onları helâl ve haranın tayinine yetkili görmenin ve arkalarında vahyî bir dayanak aramaksızın emir ve yasaklarına körü körüne uymanın yeterli olduğu daha önce kaydedilmişti. Zikri geçen âyeti yorumlarken, Hz.Peygamber'in, Hıristiyan kökenden gelen bir muhtediye yaptığı açıklamayı burada bir kere daha hatırlıyoruz.
Buraya kadar verilen örneklerin hemen hepsinde, 'ibâdet' sözcüğünün, özellikle Allah'tan başkalarına gösterilen bağlılık, itaat ve biçimsel tazim tavrı ya da eylemi ifâde edilirken kullanıldığı dikkatli okuyucunun gözünden kaçmamıştır. Sözcüğün, metafizik planda herhangi bir varlığa karşı duyulan içten bağlılık ve tazim; siyâsî ve teşrii planda da bir otoriteye gösterilen itaat ve teslimiyet anlamında kullanıldığı bu âyetlerde, kendisine ibâdet edilen obje ya da varlık olarak ya Şeytan'dan söz edildiğini görüyoruz, ya insanları Allah'a ibâdetten (kulluk, itaat ve teslimiyetten) alıkoyup kendilerine kulluk ve itaate zorlayan azgın güçlerden, kişilerden, genel deyimle 'tâgût'lardan; ya da Allah'ın dinini yahut teklifini kendi arzu ve çıkarları doğrultusunda tahrif ve tağyir ederek insanların dillerini ve zihinlerini karıştırıp onları, düşünme, doğruyu eğriden ayırma yetisinden yoksun gönüllü tutsaklar güruhuna çeviren ideolojik önderlerden, ilâhiyatçılardan, rahiplerden... Sözcüğün biçimsel tazim ve tapınma anlamında kullanıldığı âyetlerde ise, ibâdet objesi olarak ya tebliğ ettikleri sahih öğretilere, sergiledikleri örnek hayatlara rağmen ölümlerinden sonra mitleştirilen, tanrısal niteliklerle anılmaya başlanan peygamberlerden, velîlerden, sâlih kişilerden; ya eşya ve olaylar üzerinde tasarruf sahibi olduklarına inanılan meleklerden ve cinlerden; ya da bütün bunların sembolleri olarak benimsenen fizikî nesnelerden, putlardan, ikonlardan (v.b.) söz edildiği anlaşılıyor. Kur'ân, ibâdet objesi olarak benimsenen, nesnel ya da ruhanî, bütün bu varlıkların birer 'mabut' olmadıklarını, olamayacaklarını, bu konuda bizzat kendilerini tanık tutarak ortaya koyuyor ve hangi anlamda olursa olsun onlara 'ibâdet' etmenin temelden bâtıl ve tutarsız olduğunu vurguluyor. Gaybî (görünmeyen) ya da zahirî (görünen), bütün bu varlıklar birer yaratık olmaları haysiyetiyle Allah'ın kulları, köleleri olduğuna göre, onlara ibâdet de yaratılışa aykırı, hakikate mugayir ve akıldışı bir haldir ve insana zillet ve bayağılıktan başka bir kazanç getirmez. Görülüp teslim olunması kazanç getirecek gerçekse şudur: göklerde ve yerde ne varsa, hepsinin biricik sahibi ve efendisi Allah'tır; küllî kudret ve otorite, mutlak hüküm ve teşri O'nun elindedir: Öyleyse, hangi anlamda olursa olsun, ibâdete lâyık yegâne Rab, biricik îlâh O'dur.
İnsanlardan ve cinlerden, hangi biçim ve anlamda olursa olsun ibâdetlerini münhasıran Allah'a tahsis etmeleri, Allah'a özgü kılmaları istenmektedir, Kur'ân-ı Kerim'de. Yalnızca O'na kulluk edilmeli, O'nun buyruklarına boyun eğilmeli; yalnızca O'nun hoşnutluğu aranmalı, O'na dua edilmeli ve mutlak anlamda yalnız O'na umut bağlanmalıdır.
Gerçek şu ki, biz, her ümmetin içinden, "Allah'a kulluk edin ve tâgûttan kaçının, uzak durun" diyen bir elçi çıkardık.... Nahl.36
Ne mutlu, Tâgût'a kulluk etmekten kaçınan ve Allah'a yönelenlere!.. Zümer.17
Ey âdemoğulları, ben sizden, "Şeytana boyun eğmeyeceksiniz; çünkü o sizin apaçık düşmanınızdır;
"Bana boyun eğeceksiniz; doğru yol budur" diye söz almamış mıydım? Yasin.60-61
Allah'ı bırakıp, bilginlerini ve rahiplerini Rabbler edindiler; ve Meryemoğlu Mesih'i de. Oysa, yalnızca tek îlâh'a kulluk etmekle emr olunmuşlardı.... Tev-be.31
Ey inananlar, size rızık olarak bahşettiğimiz temiz ve iyi şeylerden yiyin ve Allah'a şükredin, eğer yalnızca O'na kulluk ediyorsanız. Bakara. 172
Bu âyetlerde de, yalnızca Allah'a yapılması istenen ibâdetin, kulluk ve itaat etmek, boyun eğmek, teslim olmak anlamına geldiği ve bu itibarla, tâgûta, Şeytan'a, bilgin ve rahiplere başeğip itaat etmenin onların kulu olmayı seçmek, onları tanrı yerine koymaktan başka bir anlama gelmediği anlaşılıyor.
Buraya kadar ibadet sözcüğünün kulluk/kölelik/bağımlılık, baş eğme/itaat/teslimiyet, dua/tazim/tapınma gibi birbiriyle bağlantılı, ama yine de yerine göre birinde ya da ötekinde belli bir yoğunluk gösteren üçlü anlamına ilişkin münferit âyetleri böylece gördükten sonra, artık diyebiliriz ki: Kur'ân'da 'ibâdet' sözcüğünün bu üç anlamından birinin ya da ötekinin özellikle vurgulandığı her yerde sözcük, bu üç anlamın hepsini birden ifâde eden bir anlatım içinde de geçmektedir. Aşağıdaki örneklerde de işte bu geniş anlamıyla geçmektedir sözcük:
"Ben seni seçtim; öyleyse vahyolunanı dinle:
"işte, benim Allah
Benden başka ilâh yok!
Öyleyse bana kulluk et
Tâhâ. 13-14
Rabb'inız Allah budur işte!
Ondan başka ilâh yok!
Her şeyin yaratıcısıdır O.
Öyleyse O'na kulluk edin.
Her şeyi gözeten, koruyup kollayan O'dur. En'âm.102
De ki: "Ey insanlar, benim cimimden kuşkuda olsanız bile, ben sizin Allah'tan başka kulluk ettiklerinize kulluk edecek değilim; ben, sizi öldürecek olan Allah'a kulluk ediyorum. Çünkü bana, inananlardan olmam emredildi." Yûnus. 104
Siz, Allah'ı bırakıp, sizin ve atalarınızın uydurduğu bir takım isimlere tapıyorsunuz. Allah onların hakkında hiçbir belge indirmemiştir. Oysa, bu konuda hüküm yalnızca Allah'a özgüdür. Allah ise, yalnız kendisine kulluk etmenizi buyurmuştur ki, doğru ve tutarlı din de budur; ne var ki, insanların çoğu bilmezler. Yûsuf.40
Göklerin ve yerin görünmeyeni/bilinmeyeni Allah'a aittir. Bütün işler O'na arz edilmektedir. Öyleyse, sen de O'na kulluk et; O'na dayan ki, Rabb'in yaptıklarınızdan gafil değildir. Hûd.123 (vi)
"Biz ancak Rabb’inin emriyle ineriz. Bizim önümüzde, arkamızda ve bunların arasında var olan her şey O'na aittir." Senin Rabb'in unutkan değildir. Göklerin, yerin ve bu ikisi arasında bulunan her şeyin Rabb"idir O. Öyleyse O'na kulluk et ve O'na kullukta devamlılık ve direnç göster.... Meryem.64-65.
De ki: "Ben de sizin gibi bir insanım; yalnız, ilâhınızın Tek îlâh olduğu vahy ediliyor bana. Bunun içindir ki; kim, Rabbine Kavuşmayı umuyorsa iyi ve doğru eylemler koysun ortaya! ve Rabb’ine kullukta kimseyi araya sokmasın! " Kehf.110
Bu son örneklerde, ibâdet sözcüğünün, üç anlamından münhasıran birinin ya da ötekinin vurgulandığını gösteren herhangi bir belirtiye rastlanmıyor. Sözcük, kulluk/bağımlılık, itaat/teslimiyet ve dua/biçimsel yönelme olarak sıralayabileceğimiz üç semantik kategorinin hepsini birden ifâde eden üçlü bir anlam birliği, bütünlüğü içinde geçiyor bu âyetlerde. Gerçekte de, bu üç kategori, biri birinden kopuk ya da bağımsız üç ayrı anlamı göstermekten çok, aynı bütünün değişik veçhelerini, değişik boyutlarını işaret etmektedir. Nitekim yöneldiği istikamet ne olursa olsun insanın realitede ibâdet kavramı çevresinde ortaya koyduğu tercih, tavır ve eylemler de hep belli bir bütünlük gösterecek yönde cereyan eder. Bununla şunu demek istiyoruz: kişioğlu, realitede kimi efendi yerine koyuyor, kimin kulu ya da bağlısı olmayı kendisine yakıştırıyorsa onun buyruk ve talimatlarına uymaya; kimin buyruk ve yasalarına uymayı seçmişse ona güvenip dayanmaya ve ondan dileyip, istemeye yatkınlık gösterir. Bir başka deyişle, bağlılık ve güven duygularını göstermenin yolu, hemen her zaman istek ve ümitleri arz etmenin yoluyla aynıdır. Bunun içindir ki, Allah'ı ilâh ve Rab olarak görmek, ama başkalarının buyruk ve yasalarına uymayı tercih etmek; başkalarının buyruk ve yasalarına uymak, ama dirlik ve esenlik bahşetmesi için Allah'a başvurmak, en hafif deyimle ciddi bir zihin karışıklığına; en sahih ifadesiyle ise şirk'e delalet eder ki, bu son niteleme Kur’an'ın nitelendirmesidir.
Buraya kadar verilen âyetlerin de ortaya koyduğu gibi, Kur an'ın en temel 'dâvâ'sı, en köklü öğretisi: sözcüğün yukarda incelenen üç anlamından ya da anlam boyutundan hangisiyle daha çok ilgili olursa olsun, bilinçli bir tercih, bir tavır ve bir eylem olarak ibâdetin yalnızca ve bütünüyle Allah'a tevcih edilmesi, O'nun rızasını sağlamaya matuf kılınması gerektiği hususudur. Bunun içindir ki, 'ibâdet' terimini anlam boyutlarından sadece biriyle ya da ötekiyle sınırlı tutmak, Kur'ân öğretisini de sınırlandırmak, tek boyuta indirgemek anlamına gelecektir. Kur'ân öğretisinin kendisi her türlü eksiklikten, sınırlılıktan uzak olduğuna göre, ancak onu algılamaya yönelik zihinlere arız olabilecek böyle bir sınırlılık ya da tek boyutluluk da, 'gelenekten Müslüman sayılan toplumların standartlarına göre mü'min Müslüman olmayı kendileri için yeterli gören kimselerin bile imanını tehlikeye sokmaya yeter sanırız.
Kur’an’ı Kerim’de Dört Terim Mevdudi
- Ümmet
- Politik ve Ekonomik Bir Enstrüman Olarak "Holokost"
- Filistin davası, kavramlar çerçevesinde konuşuldu
- Hamd sadece âlemlerin Rabbinedir
- Modern İnsan, Biz Müslümanlar ve “Hayvan Hakları”
- İSLÂM'A GÖRE İLİM VE İLMİN ÖNEMİ - Asım ŞENSALTIK
- Hicretin anlam ve kapsamı üzerine
- Politik ve ekonomik bir enstrüman olarak “Holokost” kavramı
Makaleler
Hava Durumu