Kalem-Der'in açılışında ayaklanmalar konuşuldu
Kalem-Der, yeni binasının açılışını bir panelle yaptı. Ahmed Kalkan’ın yönettiği panelde konuşmacı olarak Hamza Er, Ahmet Turgut ve Orhan Güvel, ortadoğu ve kıyamlarla ilgili doyurucu bilgiler verdi.
27-10-2012
Kalem-Der’in yeni binasının açılışında “Ortadoğu’daki Halk Ayaklanmaları” konuşuldu.
Eski binasının yetersiz gelmesi üzerine daha geniş ve daha merkezî yerdeki yeni binasına taşınan Kalem-Der, açılışı bir panelle yaptı. 21 Ekim 2012 Pazar günü saat 14.00’de başlayan panel ve devamındaki açılış programı, saat 18.30’a kadar kalabalık bir katılımla sürdü.
Ahmed Kalkan’ın yönettiği panelde konuşmacı olarak Hamza Er, Ahmet Turgut ve Orhan Güvel Ortadoğu ve kıyamlarla ilgili doyurucu bilgiler verdi.
Ahmet Turgut: “İlâhî Yardıma Lâyık Olmayan Ayaklanmaların Başarısı Kısa Sürer”
İlk konuşmacı Ahmet Turgut'tu. "Tarihte Ayaklanmalar ve Kıyam Hareketleri" konusunda bilgiler verdi. Tarihte ayaklanmaların dört sebepten dolayı vuku bulduğunu söyleyen Ahmet Turgut; bunların siyasî, sosyal, ekonomik ve dinî algılar olduğunu belirtti.
Turgut, ayaklanmaların temel sebebinin mevcut yönetimlere karşı isyan anlayışı, halkın gasp edilen haklarına yönelik hak arama mücadelesinin teşkil ettiğini ifade etti. Ahmet Turgut şöyle dedi: Ayaklanma kelimesi, mâna olarak tarihte, biraz da devlet yanlısı bakış ile eleştirel şekilde anlam bulurken, sanki meşru olmayan bir hareket olarak anlaşılmıştır. Ayaklanmaların tarihteki yansımalarına baktığımızda, Müslüman toplumlarda, çoğunlukla, daha âdil bir yönetim için ayaklanmalar olurken; Müslüman olmayan toplumlarda köleliğe ve toprak ağalarına karşı mücadeleler öne çıkmaktadır.
Tarihteki ayaklanmalara M.Ö. Spartaküs’ün liderliğindeki kölelerin isyanının bazı özelliklerini anlatarak örnekler vermeye başlayan Ahmet Turgut, ikinci örnek olarak Fransız ihtilalini verdi. Dünya çapında ciddi değişimlere sebebiyet veren tarihsel bir süreci etkilediğinden bahsetti. Ve Turgut: Spartaküs'ün başlattığı efendilere boyun eğmeme tavrının izlerinin, günümüze kadar sürdüğünü belirtti.
“Fransız ihtilali, dünya çapında ve çok uzun bir müddet birçok kırılmaları beraberinde getirmiş olan ayaklanma hareketi olarak öne çıkmaktadır.” diyen Ahmet Turgut bu ihtilalin sonuçlarının en önemlilerini şöyle açıkladı: Fransız ihtilalinin sonuçları olarak yıkılmaz diye düşünülen, hatta egemenlik hakkını Tanrı'dan aldığı iddia edilen mutlak krallıkların yıkılabileceği ortaya çıktı. Demokrasi ve ırkçılık/milliyetçilik, Kıta Avrupası'nda da gelişmeye başladı ve Batı medeniyetinin vazgeçilmez unsurlarından biri haline geldi. Özellikle asırlardır Batıyı sömüren kilisenin, yani papaz sınıfının tekelinde olan egemenliğin halka ait olduğu kabul edildi.
20. Asrın en önemli olaylarından birinin 1917’deki Sovyet Bolşevik devrimi olduğunu belirten Ahmet Turgut, buraya kadar anlattıklarımız seküler algıya sahip olan cahilî toplumların ayaklanmalarından örneklerdir. Esas örnekler, zulme karşı gerçek adalet arayışları içindeki İslâmî kıyamlardır, dedi.
Ahmet Turgut açıklamalarında özetle şunlara değindi: Müslümanları yakından ilgilendiren birçok kıyam hareketlerine baktığımızda genellikle zahirî anlamda başarısızlıkla sonuçlandığını görüyoruz. Bizi derinden hüzne boğan ve bir kıyam önderi olarak tüm zamanlara ışık tutan Hz. Hüseyin’in kıyamı tarihte çok önemli bir yer tutmaktadır.
Şüphesiz ki İslâm tarihindeki en büyük ve inkılâpçı hareketlerden biri Hüseyin’in kıyamıdır. Bu kıyamın rehberi olan İmam Hüseyin hayatı boyunca (zulüm ve hilekârlık karşında) uzlaşmaz bir çizgi takip etmiş ve babasının yanı başında Cemel, Sıffin, Nehrevan savaşlarına da bizzat katılmış biriydi.
Emeviler döneminde kıyamlar sadece Hz. Hüseyin’le sınırlı kalmadı. Abbasiler döneminde de yine yönetimin zulmüne karşı kıyam eden nice hareketler oldu.
Velhasıl Hz. Ali ve oğlu İmam Hüseyin'in zulüm ve adaletsizlikler karşısında takındıkları uzlaşmazlık, direniş ve ayaklanma tavrı, tarih boyunca birçok kahraman ve özgür düşünceli insanlara ilham kaynağı olmuş ve onları zâlim sulta aleyhine kıyama teşvik etmiştir. Görüldüğü gibi bütün bu kıyamlar, ilk etapta büyük bir başarıyla gerçekleşmiş, ama daha sonra çıkan nefsanî birtakım ihtilaflar veya halkın vefasızlığı sebebiyle yenilgiye uğramış, tarihe karışmıştır.
Kıyam tarihi açısından Şeyh Said’in kıyamı da bu coğrafya açısından değerlendirilmeye tabi tutulması gereken bir kıyam hareketidir.
Ayaklanma tarihinden örnekler verdikten sonra, Ahmet Turgut, Kıyamın tarihî felsefesine yönelik çıkarımlarda bulunarak şunları söyledi:
Bu ayaklanmalar da gösteriyor ki, bir inkılâbın başarıya ulaşmasındaki en önemli faktör, inkılâpçı unsurların vahdeti ve halkın inkılâp ruhuna olan bağlılık ve vefakârlığıdır. Elbette ki kıyamların başarısında düzen ve planlı bir hareketin de büyük bir rolü vardır. Zaten bu yüzdendir ki kâfirler daima müslümanlar arasında ihtilaf çıkarıyor, halkı âlimlerden koparmaya, batıcı aydınlara bağlamaya çalışıyor ve de halk ile âlimler arasında büyük bir uçurum meydana getirmek istiyorlar.
Böylece de kendi sultalarını sürdürmeye, mahrum halkları sömürmeye devam ediyorlar. Halk âlimlere, âlimler de halka güvenemiyor. Radyo televizyon ve gazetelerde hep batıcı aydınlar boy gösteriyor. Sanırsın ki bu ülkede bir tek âlim yok. Görülen âlimler de rejimle uzlaşmış ve toplumda hiçbir etkinliği olmayan kimselerdir. Hatta rejim bazı halk kıyamlarında bu âlimlerden istifade ediyor ve mahrum halkın taşan hınç ve kinini bu din adamlarının uzlaştırıcı ve barıştırıcı nasihatleriyle dindiriyor. Nitekim Suriye’nin halk ayaklanmalarını el-Bûtî gibi âlimlerle bastırmaya çalıştığı gibi, Erzurum'da da öyle oldu. Sokağa dökülen halk karşısında rejim "Naim Hoca"ya sığınmak zorunda kaldı ve hoca da bu tarihî misyonunu ifa ederek halkın haklı direnişini kendine yakışır biçimde bastırdı.
Ama bilinmelidir ki Müslüman ve mustaz'af halk ile gerçek âlimler (resmî din adamları değil) birleşmedikçe, halk âlimlere, âlimler de halka teveccüh etmedikçe hiçbir birlik ve beraberlik sağlanamaz. Vahdet ve birlik sağlanmadıkça da bu ülkede hiçbir adım atılamaz. O halde ilk iş halk ve âlimlerin birbirine teveccüh etmesi ve âlimlerin mustaz'af halkın dertleriyle yakından ilgilenmesidir. Bugün artık ihtilaf ve fitne de en büyük tehdit ve en büyük fesattır. İslâm'ın tehlikede olduğu bir ülkede grupsal çıkarların sözkonusu edilmesi affedilmez bir suçtur.
Dolayısıyla Müslümanlar olarak böyle bir ortamda; kâfirler, fâsıklar ve münâfıklar karşısında birleşmek zorundayız. Küfrün tek bir millet olduğu gibi, bizler de tek millet olmakla yükümlüyüz. Halk, sorunlarının halli için âlimlere gitmeli, camiler halkın dertlerinin dinlenildiği ve çözümlerin üretildiği bir merkez haline gelmelidir. Bu kardeşlik ruhu, toplumda hâkim hale gelmediği müddetçe hiçbir olumlu çaba içine girilemez. Bugün mahrum ve mustaz'af halkımız kan ağlıyor. Tüm ülke birkaç vurguncunun eliyle talan ediliyor, acımasızca yağmalanıyor. Halk yavan ekmek bulma derdinde iken, mutlu azınlık milyarlarca doları, kilise direğinden geniş boğazlarına indirmenin zevki içindeler. Bütün bu olanlara ise halk olarak, ezici bir çoğunluk olarak seyirci kalıyoruz. Grupsal çıkarlarımızla uğraşıyoruz. İntiharlar, fuhuş ve fesat alabildiğine yayılıyor Zenginle fakir arasındaki uçurum gittikçe artıyor, büyüyor. Bütün bunlara “dur!” demenin zamanıdır! Bütün bunların halli için, ilk önce İslâmî mânâda kardeş olmalıyız. Bütün bu olanlardan hepimiz sorumluyuz. İnklâplar veya kıyamlar baskı ve zorlayıcılıktan ziyade, zihinlerin ve yüreklerin zulme ve tuğyana karşı bilinç ve direniş içerisinde, Allah’ın kitabında beyan ettiği esaslar doğrultusunda yapılan çalışmalar ve bu esasların hâkimiyeti için olmalıdır. Kur’an’a baktığımızda değişim ve dönüşümlerin meşakkatli ve zor olduğu kadar, İlâhî sünnete bağlı kuralları olduğunu görmekteyiz. O yüzden Allah, sınırlı sayıda peygambere iktidar nasip etmiştir.
Bugünlerde Ortadoğudaki gelişmelere baktığımızda zalim diktatörlere karşı ayaklanmalara şahit olmaktayız. Lâkin bu ayaklanmalara kıyam dememiz veya intifada, İslâm baharı gibi adlar takmamız, gerçeği yansıtmamaktadır, bunu bilmemiz gerekiyor. Tarihsel dönemde kıyamların ve ayaklanmaların uzun soluklu bir netice getirememesi doğru şekilde değerlendirilmelidir. İran inkılâbı ve Sudan’daki gelişmeler ayrı bir dosya konusudur.
Yüreğini kuşatamadığımız hiçbir insanın bizim insanımız olmadığını bir kez daha görmemiz gerekiyor. Zamansız ve hikmetsiz ayaklanmaların ümmete daha ağır bedeller ödettiğini de görmemiz gerekiyor. Kıyam ruhu ve zulme karşı, tuğyâna karşı izzetli, tavizsiz duruşumuz hayatımızın kulluğunda temel eksenimizi oluşturmalıdır. Peygamberlerin tamamı hayatın içinde Allah’a kullukta engel olan tüm unsurları ortadan kaldırma noktasında cehd etmişlerdir. Malını fedâ eden, mücadele eden, kan veren tarafın hep Müslümanlar olmasına rağmen, beşerî sistemlerin sürekli egemen olması, neticenin Müslümanların hanesine yazılmamış olması bu açıdan hayatî öneme hâizdir.
“Allah size yardım ederse, sizi yenecek yoktur. Eğer sizi yardımsız bırakırsa, artık ondan sonra size kim yardım edebilir? Mü’minler, ancak Allah'a güvenip dayansınlar.” (Âl-i İmran suresi 160)
Orhan Güvel: “Âlimlerin Çoğu Ahlâkî ve Zihinsel Zaaflar Taşımaktadır!”
İkinci konuşmacı olarak Orhan Güvel söz aldı. Ortadoğu’daki halk ayaklanmaları bağlamında Suriye konusunu gündeme getiren Güvel, Suriye’de Hafız Esed dönemi ve o dönemdeki muhalefet konusuyla sözlerine giriş yaptı.
Hafız Esed zamanındaki zulümleri hatırlatan Güvel, şunları söyledi: “Suriye’de Hafız Esed döneminin başladığı 70’li yıllardan bu yana, toplumun büyük çoğunluğunu oluşturan Sünni muhalefetle yönetim arasındaki çekişme canlılığını korumuştur. Hafız Esed’in yönetime gelmesini kabullenemeyen kitleler, çeşitli kentlerde muhalif gösteriler düzenlemiş ve İbn Teymiyye’nin Nusayriler’in kafir olduğu fetvasını da kullanarak Esed’in Suriye devlet başkanı olamayacağını dillendirmişti. Zira Suriye’deki anayasaya göre devlet başkanının Müslüman olması gerekiyordu. Esed’e bu engeli aşmada Lübnan’daki Emel Hareketi’nin kayıp imamı Musa Sadr’ın fetvası yardımcı olacaktır. Musa Sadr’ın Nusayrilerinde Müslüman olduğu yönündeki fetvası ve Esed’in bazı Sünni âlimlerin de desteğini almasıyla Suriye’de Hafız Esed dönemi başlamıştı.
Konuşmasında “Nusayrilik İslâmî bir mezhep midir?” sorusuna da cevap arayan Orhan Güvel, özetle şunları ifade etti: “Muhammed b. Nusayr en-Nemiri (ö.883) tarafından kurulan batıni bir Şii fırkasıdır. Mezhep ilk olarak Kufe ile Halep arasında yayılmış, Nusayriliğin ikinci ismi olarak bilinen Hüseyin b. Hamdan el-Hasibi tarafından geliştirilerek diğer komşu bölgelere yayılmıştır. Hasibi tarafından yazılan 16 sureden müteşekkil Kitabu’l-Mecmu Nusayrilerin kutsal kitapları mesabesindedir. Nusayrilerin tarihini anlatan kimi kitaplarda Yavuz Sultan Selim döneminde Halep’te 40 bine yakın Nusayrinin öldürüldüğü gibi bilgiler yer almaktadır. Nusayrilere göre bunda İbn Teymiyye’nin verdiği fetvaların rolü büyüktür ve bu, Sünnileri Nusayrilere karşı kışkırtan en önemli etkenlerdendir. Bu sebeptendir ki günümüz Suriye’sinde ibn Teymiyye’nin kitaplarını satmak yasaktır. Nusayriliğin inanç esaslarını özetleyecek olursak: Reenkarnasyona inanırlar. Onlara göre Hz. Ali haşa Allah’tır. Kendi nurundan Hz. Muhammed’i yaratmıştır. Hz. Muhammed ise Selman-ı Farisi’yi yaratmıştır. Şehadetleri ‘’Ali’den başka İlah bulunmadığına şehadet ederim’’ şeklinde olup, Namaz, Oruç ve Zekat gibi ibadetler batıni yorumlarla işlevsiz hale getirilmiştir. Dolayısıyla Nusayrilik, İslâm ve Hıristiyanlık sentezi bir mezheptir. Sünni ve Caferi âlimler Nusayriliğin İslâm dışı bir mezhep olduğu konusunda hem fikirdir.”
Konuşmasının ilerleyen bölümlerinde “İran-Suriye yakınlaşması”na da değinen Orhan Hoca’nın bu konudaki değerlendirmeleri şöyle idi: “1979 devriminden sonra İran’ı tanıyan ilk devlet olma özelliğini taşıyan Suriye ile İran devleti arasında 40 yılı aşkın bir süredir siyasi, askeri ve ekonomik anlamda çok sıkı bir ilişki vardır. Bu birliktelik mezhebi yakınlıktan çok iki ülkenin de Sovyet bloğunda yer almaları ve bölgedeki politik çıkarlarının örtüşmesinden kaynaklanmaktadır. Zira Caferilik mezhebinin resmi görüşüne göre Nusayrilik Gulat-ı Şia denilen sapkın mezhepler arasında sayılır. Ancak politik çıkarlar, sapkın mezhepler arasında sayılan Nusayriliğe mensup Esed yönetimi ile işbirliği yapmaya engel olmamıştır. Böylece İran, gerek Suriye’de gerekse çevre bölgelerdeki Sünni çoğunlukla ilişkilerini geliştirmekten ziyade Nusayri Esed yönetimiyle birlikte çalışmayı tercih etmiştir. Bu siyasi ortaklık bölgede yaşanan tüm karışıklıklara rağmen günümüze değin gelişerek devam etmiştir.”
Beşşar Esed dönemi ve halkın reform talebi
Olayın tarihi ve siyasi yönlerini izah ettikten sonra günümüzdeki problemlere teşhis ve çözüm sadedinde şu açıklamaları yaptı:
“2000 yılında Hafız Esed’in ölmesi üzerine, babasının yerine geçmesi için özel olarak eğitilen Basil Esed’in şüpheli bir trafik kazasında ölmesi nedeniyle İngiltere’de tıp eğitimi alan Beşşar Esed devlet başkanı olarak seçilir. Ailenin batıda eğitim almış tek çocuğu olan Beşşar Esed’in yönetimi devralmasıyla baskılardan bıkmış halk kitlelerinde bir ümit ışığı belirir. Beşşar, kötü babanın iyi çocuğu olarak telakki edilir ve kısa zamanda reformlar gerçekleştirerek halk üzerindeki baskıyı azaltması beklenir. Beşşar Esed döneminde bir dizi reformlara imza atıldıysa da, bu hiçbir zaman halkı memnun edecek düzeyde olmamıştır.”
Ortadoğu’daki halk ayaklanmalarının Suriye’ye sıçraması
Tunus’ta başlayan oradan da Libya, Yemen ve Mısır’a sıçrayan halk ayaklanmaları Mart 2011’de Suriye’nin Dera kentinde yankı bulduğunu hatırlatan Orhan Güvel, halk ayaklanmalarının ateşlenmesi için kıvılcım niteliğindeki bir olayın sebep olduğunu ifade ederek şöyle dedi: Birkaç çocuğun kentin duvarlarına rejim karşıtı yazılar yazması istihbarat tarafından çok ağır bir karşılık bulur. Çocukların velilerine uygulanan kötü muamele kısa sürede halk gösterilerine dönüşür. Bunun üzerine rejim halkla uzlaşmak yerine göstericileri tutuklamaya, işkence etmeye hatta öldürmeye başlar. Göreve gelmesinin üzerinden 11 yıl geçen Beşşar Esed için bu durum reform yanlısı olup olmadığını göstermesi için iyi bir fırsattır. Gösteriler diğer kentlere yayılırken ülkede ‘’Halk Islah/reform istiyor’’ sloganları yükselir. Kısa sürede yüzlerce kişinin tutuklanması ve bazılarının öldürülmesi sonuçlanan barışçıl halk gösterileri, halkı terörist olarak niteleyen Beşşar Esed’in halkta hayal kırıklığı oluşturan birkaç konuşmasından sonra tüm ülkeye yayılır. Artık Suriye’de rejimin ıslah edilmesi değil değişmesi dillendirilmeye başlar. Halkın bu girişimi hiç kimsenin tahmin edemeyeceği bir sertlikle bastırılır. Dünya kamuoyunun ve çevre ülkelerinin sessiz kalması ve gösterilerin gün geçtikçe artması ölü ve tutuklu sayısını arttırır. Ordudan ayrışmaların başlaması ve benzeri nedenlerle çevre ülkelerden umdukları desteği alamayan muhalefet silahlı mücadele safhasına geçer. Bu safhada gösterilerden çok doğrudan Suriye ordusunu hedef alan operasyonlar düzenlenir. Böylece kendilerini Özgür Suriye ordusu olarak isimlendiren ve farklı sayıda askerden oluşan silahlı birlikler kurulur. Muhalifler ve rejim arasındaki çatışmalar iç ve dış göçlere neden olur. Ülke içinde Şam’a ve kentlerin güvenli bölgelerine geçen on binlerce insan, kitleler halinde Türkiye, Ürdün, Lübnan ve Irak gibi çevre ülkelere göç eder. Dünya devletlerinin hesaplaşma alanına dönen Suriye’de taraflar ortak alternatif bir yönetim üzerinde anlaşamamış olduğundan 19 aydır süreç aralıksız olarak devam etmektedir. Son olarak verilen resmi olmayan rakamlara göre Suriye’de bugüne kadar 3176’sı çocuk, 3192’si kadın toplam 37.352 kişi hayatını kaybetti. Bu sayı isimleri tespit edilebilenler içindir. Bunun yanı sıra 70 bin kişinin kayıp, 150 ila 200 bin kişinin ise tutuklu olduğu sanılıyor. Buna göre Suriye’de bugüne değin en az 200 bin kişinin öldürüldüğü tahmin ediliyor.
Suriye halk ayaklanması ve Müslümanlar
“Suriye’de halk niçin ayaklandı? Bu işin arkasında Amerika mı var? gibi sorular ayaklanmaların ilk başladığı aylarda mazur görülebilirdi. Ancak gelinen noktada mesele gayet açıktır ve hiçbir şüpheye yer bırakmayacak kadar nettir.” diyen Orhan Güvel, bunun sebebini şöyle izah eti: Gösterilerin ilk başladığı günlerden bugüne değin düzenlenen gösterilerin cami merkezli olması ve muhaliflerin Allahu ekber, Lebbeyk ve benzeri İslâmî sloganlarla eylem yapmasıdır. İlk günlerde reform talepleri dillendirilirken atılan demokrasi söylemleri kısa sürede unutulmuş, yerini Allah’a övgü ve Peygamberine salat ve selama bırakmıştır. Burada bir hususa dikkat çekmek gerekir. Suriyelinin demokrasiden anladığı şey, rejim tarafından gasp edilen haklarını geri almakla eşdeğerdir. Burada asla bir yönetim şekli olarak demokrasi kastedilmemektedir.
Halk ayaklanması ve Şam âlimlerinin tavrı
İslâm’ın siyasi tavrını net olarak insanlara bildirmesi ve örnek şekilde bunları uygulaması gereken âlimlerle ilgili dinleyicilerin meraklarını da gideren ve Suriye âlimlerini çok yakından tanıyan Orhan hoca, bu konuda şu açıklamaları yaptı: Suriye’deki âlimlerin olaylar karşısındaki tavrı dört maddede özetlenebilir:
1) İlk grup Esed rejiminden nemalanan ve dalkavukluk yaparak varlıklarını devam ettirenlerdir. Bu gruba, Ebunnûr camiası, Suriye baş müftüsü Ahmet Hasûn, Alaaddin Zateri ve her fırsatta Beşşar Esed’in ümmetin koruyucusu ve İslâm’ın en büyük destekçisi olarak niteleyen diğer kanaat önderlerini örnek verebiliriz.
2) İkinci grup Esed rejiminin düzelebileceğini, bunun için sabredilmesi gerektiğini düşünenlerdir. Bu sınıfa dâhil edebileceğimiz kişilerden bazıları, Esed rejimine karşı çıkmanın Müslümanların emirine karşı çıkmakla eşanlamlı olduğunu, bunun ise İslâm fıkhında caiz olmadığını söylemektedir. Bu gruptaki şahısları, birinci gruptakilerden ayıran temel fark, Esed rejimini meşru ve birtakım ıslahatlara muhtaç bir yönetim olarak görmeleridir. Bûtî ve Feth-ul İslâm Enstitüsü’ndeki bazı hocalar bu gruba dâhil edilebilir.
3) Üçüncü grup, genel olarak nasihat içerikli bir üslup kullanmakla beraber, tehditvari tonlarına da rastladığımız âlimlerdir. Bu şahıslar, rejimi bir an önce ıslahatlara başlaması ve insanları öldürmekten vazgeçmesi hususunda uyarıyor. Kureym Racih, Muaz el-Hatib, Sariye Rıfaî, Adnan Saka, Usame Rıfaî ve benzerlerini bu sınıfa dâhil edebiliriz.
4) Dördüncü grup sayıca en kalabalık sınıfı oluşturur. Mesele hakkında konuşmaktansa susmayı tercih eden bu gruba dahil edebileceğimiz Nureddin Itır, Vehbe Zuhayli ve Mustafa Buga gibi pek çok alimin net bir tavır almaktansa, muhalif görüşlerini daha çok ikili konuşmalarda serdettikleri görülmektedir. Zira Vehbe Zuhayli’ye, Ramazan el Buti’nin tavrı hakkındaki kanaatini sorduğumda, bana Buti’nin çok büyük bir yanılgı içerisinde olduğunu söylemişti.
Despot bir rejimle yönetilen Suriye’de ilk iki gruba dâhil olan şahısların tavırları mazur görülebilecek durumda değildir. Dalkavukluk ve zalimleri Müslümanların emiri ve koruyucusu olarak görme hastalığı olarak özetleyebileceğimiz bu her iki tavır, bünyesinde; birincisi ahlaki, ikincisi ise zihinsel zaaflar taşımaktadır.
Muhalif olmanın bedelinin oldukça ağır olduğu günümüz Suriye’sinde, her şeyi göze alarak en azından hakikatleri dile getirme erdemliliğini gösteren üçüncü gruptakiler ise her ne kadar tatmin edici çözümler üretemeseler de zalim sultan karşısında hakikati haykırmak kabilinden bir tavır sergilemiş olmaları hasebiyle oldukça anlamlı bir iş yapıyorlar. Suskunlar grubu ise, konuşmayarak en azından zalimlerden yana olmadıklarını hissettirmiş oluyorlar. Zira suskunlar grubuna dahil edebileceğimiz pek çok Cuma hatibi, rejime bağlılık sembolü olan hutbede Beşşar Esed’e dua etme uygulamasını çoktan terk etti.
Son olarak mezhepsel çatışma tehlikesinden bahseden Güvel, dünya Müslümanlarının olaya mezhebî açıdan değil, daha global olarak bakmalarını tavsiye etti ve mezhep çatışması gibi Batının oyunlarına karşı dikkatli ve uyanık olunması gerektiğini söyledi. Bu konuda özetle şunları belirtti:
Mezhepsel çatışma tehlikesi
Geçtiğimiz Mart ayından itibaren muhaliflerden aldığı ağır darbelerle sarsılan Esed yönetimi ülkede kontrolü kaybettiğinden askeri operasyonlar Rusya, İran ve Lübnan Hizbullah’ının eliyle devam ettiriliyor. Bu bağlamda elimizdeki veriler Rusya, İran ve Hizbullah’ın Suriye’de bilfiil askeri operasyonlar düzenlediğini göstermektedir. Bu durum Sünni muhaliflerde Şii ve Nusayri düşmanlığını körüklemektedir. Hula ve Tireymse gibi katliamlara şahit olmuş biri için kaçınılmaz olan bu durum, bazı âlimler tarafından da sıkça gündeme getirilmektedir. Bunda İran’ın payı büyüktür. Ancak bölgede muhtemel bir mezhepsel çatışmanın kimsenin yararına olmayacağı açıktır. Bu yüzden her ne kadar İran’ın hata yaptığına inansak ta mezhepsel çatışmayı körükleyen söylemlerden kaçınmak gerekir. Nitekim Şii ve Nusayrilerden Esed rejimine karşı olanların bulunduğunu bilmekteyiz. Bu yüzden odaklanılması gereken nokta, üçte biri harebeye dönmüş olan Suriye’de daha fazla kan akmaması ve Esed rejiminin biran önce yıkılması için çabalamaktır. Suriye’deki halk ayaklanması aralarında farklı renkler bulunmakla birlikte Müslümanların liderliğinde yürütülen bir kıyam hareketidir. Suriye’deki halk ayaklanmalarının arkasında Amerika’nın olduğu İran tarafından üretilmiş bir yaygaradır. Amerika defalarca bölgede Müslüman kardeşlerin gelmesinden endişe ettiklerini ifade etti. Burada sadece Amerika’nın olayı kendi lehine çevirme çabasından bahsedilebilir. Müslümanlar olarak nasıl Filistin, Bosna, Çeçenistan, Afganistan ve diğer ülkelerdeki direniş hareketlerine destek verdik ve hala vermeye devam ediyorsak, Suriye’deki haklı kıyamda da taraf olmalı ve İran gibi ulusal çıkarları doğrultusunda Müslümanlara haksız ve gerçek dışı ithamlarda bulanan rejimlerin propagandalarına aldanmamalıyız. Suriyeli Müslümanların Allah’ın razı olacağı bir yönetim kurabilmesi ancak dünya Müslümanlarının yardımıyla gerçekleşebilir.
Hamza Er: “İnsanlığın Tek Umudunun İslâm Olduğuna İnananlar Şimdi Daha Fazla Çalışmalıdır”
Konuşmasına zulmün tanımını yaparak başlayan Hamza Er, herhangi bir şeyi kendi yerinden başka bir yere koymak anlamına gelen kavramın toplumsal yansımalarının ise hak yemek, eziyet, işkence ve baskı kullanmak, adaletsizlik yapmak, haddi aşmak, söz ve fiilde aşırı gitmek şeklinde olduğunun görüldüğünü ifade etti. Kur’an’da zulüm davranışlarının birçok ayette tanıtıldığına değinen Er, zulme başvuran, zalim olan idarelerin devrilmelerinin de Allah’ın toplumsal yasalarından olduğunun bilinmesi gerektiğini Şuara suresi 227. ayeti üzerinden açıkladı.
Hamza Er bu toplumsal yasa gerçeğiyle, Tunus, Libya, Irak, Mısır, Suriye gibi ülkelerin idarecilerinin zulüm uygulamaları ile kendi akıbetlerini kendi elleri ile hazırladıklarını söyleyebiliriz dedi.
Yeryüzünde bozgunculuk çıkaran, halkını sömüren, ezen, ülke kaynaklarını tek elde toplayan, mal yığan, halkının dertlerini dikkate almayan, Allah’ın indirdiği hakikatlere kulak tıkayıp o hükümlerle hükmetmeyenlerin zalim olduğunu, bölge idarecilerinin tamamının da bu özellikleri üzerlerinde barındırdığını ifade eden Er, “İslâmî olana uzak olup, İsrail’i dost tutan, batının sömürü politikalarına hizmet eden işbirlikçi anlayışlar öfke birikimini sağlamış, İslâmî bilinci güçlendirmiştir.” dedi.
Hamza Er, artık batının çıkarlarına zarar veren bu tarz baskıcı anlayışların tasfiye zamanın geldiğini, ancak bölgenin İslâmî bir yönetime bırakılamayacak kadar değerli olduğunun farkında olan emperyalistlerin, Laik, Demokratik, Liberal özellikler barındıran kültürel bir İslâmî yorumu yani “Ilımlı İslâm” algısını yerleştirebilmek için uzun zamandan beri çalışmalarını sürdürdüklerine işaret etti.
Bölgeyi dizayn etmek isteyenlerin, BOP, GOP gibi projelere başvurduklarını, ancak İslâmî direnişin, Irak ve Afganistan’da gösterdiği başarının ABD’yi planlarını değiştirmek zorunda bıraktığını anlatan Er, emperyalist projelerin amacını, petrole ve petrol trafiğine sahip olmak, dünyaya söyleyecek tek sözü olan ve bu manada tehdit olarak görülen“radikal ya da siyasal”İslâm olarak ifade ettikleri gelişimi pasifize etmek ve İsrail’in güvenliğini sağlamak başlıklarıyla tarif etti.
Batının yeni hesabını, bölgenin ılımlı, siyasal söylemi olmayan bir İslâm algısına geçişle kontrolü olarak açıklayan Er, bu manada ilk dönüşümün Türkiye’de yaşandığını söyledi. Hamza Er, AKP eli ile darbeci, Kemalist zihnin tasfiyesinin sağlandığını, dinin bireysel alana indirgendiğini, özgürce yaşanan, ancak hayata dair, yönetime dair sözü olmayan Laik, Demokratik, Liberal bir sistemle barışık “Müslüman” modellerin oluşturulduğunu belirtti.
Türkiye’deki AKP modelinin R.Tayyib Erdoğan’ın karizmatik çıkışları ile süslenerek Ortadoğu ülkelerine servis edildiğine dikkat çeken Er, “bütün bölge, batı yanlısı ve modern paradigma içinde kalan bir değişime yönlendirilmek istenmektedir” dedi.
Tunus’ta başlayan ani bir patlamanın biriken öfke seliyle birleştiğini, 50 yıllık korku duvarlarının halkların meydanlara inmesiyle yavaş yavaş kırıldığını söyleyen Hamza Er, herkesin bu sürece hazırlıksız yakalandığını, ABD’nin günlerce Mısır’daki gelişmeleri takip ederek tek bir açıklama yapamadığını görebilmeliyiz dedi.
ABD’nin yenilmez, her şeye muktedir olduğu algısının şirk olduğu söyleyen Hamza Er, ancak ABD’nin bu tür isyanları renkli devrimlere dönüştürüp ABD yanlısı rejimlere-demokrasilere dönüştürebilme konusunda oldukça maharetli oldukları hususunun da unutulmaması gerektiğini hatırlattı.
Alternatif isimlerin bölgede tutmadığını, halkların İslâmî tabana sahip idarecilere yöneldiğinin görüldüğünü ifade eden Er, ancak Müslümanların da bu ayaklanmalara hazırlıksız yakalandığını, devrimi bir inkılâba dönüştürecek proje ve kadroyu çıkartamadıklarını, bu sebeple Nahda ve İhvan gibi hareketlerin demokrasi, özgürlük gibi söylemleri aşacak sözlerinin henüz duyulmadığını belirtti.
Hamza Er, ancak bölgenin dindar halklarının Türkiye halkı gibi olmadığını, ibadetlere daha bağlı, kaynaklarla irtibatını kesmemiş ve ilim faaliyetlerini aktif sürdüren bir topluluğun bu rüzgârın peşine kapılmadan kendi işlerini yapmaya devam ettikleri takdirde gelecek için umut olabileceğini düşündüğünü söyledi.
Suriye ziyaretiyle ilgili de bazı izlenimler de bulunan Er, “direnen Müslüman Suriye halkıdır. Talepleri İslâm’dır. Ancak maalesef kanla kazandığımız zaferler masa başında hep kaybedilmiştir. Suriye için de bu risk bulunmaktadır. Ancak direniş gruplarının temsilcileri görüşmelerimizde, direnen bedel ödeyen halklara rağmen, halkın iradesi dışında uluslararası anlaşmalara imza atanları tanımayacaklarını, tırnaklarıyla kazıyarak elde edilecek zafer üzerinden kimsenin faydalanmaya çalışmasına müsaade etmeyeceklerini belirttiler.” dedi.
Konuşmasının son bölümde Müslümanların sorumluluklarından bahseden Hamza Er özetle şunları söyledi:
“Allah’ın toplumsal yasalarından söz ettik, bu yasalardan biri de Allah’ın nurunu tamamlayacak olmasıdır. Ama bu zaferin, İnsanların özündeki dönüştürebilme, değiştirebilme konusundaki çabalarla orantılı olduğu da Allah’ın bir yasasıdır. Bu sebeple Diktatör toplumların alternatifinin, Liberal toplumlar olmadığını, İnsanların tek umudunun, beklediğinin, aç olduğu hakikatin İSLÂM olduğunu unutmamalı, bu davanın erleri olarak toplumu ıslah edebilme sorumluluğumuza şimdi daha fazla sahip çıkmalıyız. Unutmayalım İslâmî hareket bir açlık, kölelik hareketi değildir. İslâmî mücadele, İnsanların Allah’a kulluk edebildiği bir ortamın inşa edilebilmesinin, Hükmün yalnızca Allah’a ait olduğu bir toplumun oluşturulabilmesinin mücadelesidir. Toplumun ezilmişlik ve mağduriyet halini İslâmî taleplerle birleştirebilmeli, İslâm nizamını talep eden bir neslin oluşumu için gayret sarf etmeliyiz. İslâm coğrafyasındaki Müslüman hareketlerle iletişim halinde olmalı, karşılıklı tecrübeleri paylaşmalı, bu rahat ve serbest ortamı lehimize çevirecek projeler geliştirmeliyiz.”
Dinleyicilerin can kulağıyla dinlediği panel, dinleyicilerden gelen sorulara cevaplarla sona erdi.
İkindi namazı kılındıktan sonra Kalem-Der’in yeni binasının açılış törenine geçildi. Dernek görevlilerinden Yusuf Çetin’in sunuculuk yaptığı programda selâmlama konuşması için çeşitli dernek temsilcileri tarafından kısa konuşmalar yapıldı. Derneğin amacı ve faaliyetleri hakkında bilgi verildi. Ahmed Kalkan, “Derneklere ve Bir Dernek Olarak Kalem-Der’e Nasıl Bakıyoruz?” başlığında bir konuşma yaptı. Kalkan Hoca’nın yaptığı duadan sonra, derneğin yeni binasının imarında emeği çokça geçen dostlara plaket verildi. Program yemek ikramı ile sona erdi.
- Siyonazi çetesi, Gazze'de gıda yardımı bekleyen sivillere saldırdı: 150 maktul 1000 yaralı
- Gazze İle Dayanışma ve Şehadet Gecesine Dâvet
- Gazze İle Dayanışma ve Şehadet Gecesi'ne dâvet
- İktibas’a bu cumartesi Ali Kaçar konuk oluyor
- Gazze’ye Yardım Kampanyası
- Siyonist vahşet: İnfaz edip çöpe atmışlar
- Adana ve Mersin seyahatinden sadra düşenler
- Kur'an Nesli İlim Merkezi'nin çadır yardımları Gazze'ye ulaştı
Makaleler
Hava Durumu