Fatma CEREN

28 Ocak 2012

BAŞLIKLI MASAL -1-

Bir varmış bir yokmuş… O ülkede zalim de mazlum da çokmuş. Şüphesiz en büyük zulüm de “şirk”miş. Zaten yeryüzündeki bütün zulümlerin sebebi de buymuş… Kimi bu gerçeğin farkında kimi de hepten yoksunmuş… Bazıları için gerçekleri göğüslemek kolay, bazıları içinse çooook zormuş… Kolay olanların giysileri gri, zor olanların ki beyazmış… Beyaz çabuk kirlenir diye bunlar daha bi hassasmış! Griler de onlara bakıp bakıp güler, “Kirlenmek güzeldir be kardeşim, “uzlaşma”yla, yıka “diyalog”la yumuşat,  mis gibi koksun ve nur gibi ak pak olsun” derlermiş.

Öyle bir ülkeymiş ki bu; insanları Allah’ın Rabb olduğunu unutup, atalarının izinde düz sandıkları yamuk mu yamuk, dikenli mi dikenli bir yol tutmuş. Öylesi bir yolmuş ki bu, milyonları harcamış, milyarları peşinden sürüklemiş, on milyarların beynini yıkayıp, özgür bireyler olarak dünyaya salıvermiş… Tabii bu o kadar kolay olmamış... Yıllar boyu çok ama çok çalışılmış. Evde, okulda, işte, çarşıda, pazarda, markette, sinemada, siyasette, âlimde, müritte, eylemde, söylemde, sahada, sahanda, handa, hamamda, saunada, sporda, önde, arkada, sağda ve solda… Öyle ilkeler, öyle kanunlar, öyle yenilikler konulmuş ki; adına modernlik, çağdaşlık, dindarlık ve daha neleeer neler denmiş… Sonra da bu zalimler başlamışlar eserlerini seyretmeye… Ve koyulmuşlar zaman içinde irili ufaklı müdahalelere ve bu uyuşmuş toplumu mecradan mecraya sürükleyecek yeni fikirler üretmeye… Tabii bütün bunların farkında olup da, seslerini çıkar(a)mayan bir topluluk da varmış. Bunlar da kendilerini o ülkenin en akıllıları zannedermiş. Ama aslında en zavallıları da onlarmış. Çünkü gözleri önünde süregelen bu zulme ses çıkarmayarak, aslında zulme destek verdiklerinin farkında bile değillermiş. Farkında olanlar da, rahatlarını ve konforlarını bozamayacak kadar dünya hayatına düşkünlermiş. Renkli jelâtinlere sardıkları bahane şekerlemelerini, önce her gün birer tane kendileri yer sonra da her önüne çıkana dağıtır dururlarmış.

Her neyse; bir gün başlıksız ama başörtülü bir kız, zorlu mücadelelerin ardından nihayet İslam Ormanı’nın yoluna ulaşabilmiş;  müslüman kardeşlerine sunmak üzere bütün sevgisini, merhametini ve heyecanını sarmaladığı hayallerini ve ileride yapmaya azmettiği naçizane amellerini dolduracağı sepetini koluna takmış ve olacaklardan habersiz sevinçle ormanın yolunu tutmuş… Fakat orman imtihan ve zorluklarla doluymuş. Aslında öyle olduğunu biliyormuş bizimkisi. Çünkü çok okuyor ve geçmiş günlerdeki anıları çokça dinliyormuş.  Fakat görmediği ve yaşamadığı için yalnızca “Biliyorum” zannediyormuş. Buna karşın dosdoğru yolunda sadece Rabbine sığındığından, kimselerin kendisine ve müslüman kardeşlerine zarar veremeyeceğine de sonsuz güveniyormuş. Hele de Müslüman kardeşlerinden zarar göreceğine ölse inanmazmış. Çünkü kardeşlerini çok ama çok seviyormuş. Aynı zamanda (her nedense) onlara pek de güveniyormuş!

Güneşin pırıltısı gözlerinde, gökyüzünün berraklığı sözlerinde, çimen ve çiçek kokuları burnunda;  tertemiz rüzgâra bırakmış kendini ve esmişler beraberce… Hoplaya zıplaya bir oraya bir buraya taze çiçeklerin arasında ilerlerken, birden karşısına bizim kurt çıkmış. “Ha ha ha!  Nereye gidiyorsun başlıklı masalın başlıksız kızı? Kamusal alandan mı kovdular seni? Burada dilediğin gibi dolaşabilirsin… Şu mis kokulu rengârenk çiçeklerden toplamak ister misin biraz kardeşlerine” deyince, birden ağacın arkasından “Fatma” diye biri çıkmış… “Bana bak kurt! Zaten canım sıkkın. Ayağıma dolanma! Birazdan çizeceğim karakterler seni solda sıfır bırakır… Hadi sen işine!” diye kurdu kovalamış.  Bizim kız bu duruma çok kızmış.  “Sen de kimsin? Niye karışıyorsun ki masalıma!” diye masumca sorarken, aslında bu ablanın yüzü hiç de yabancı gelmemiş. “Hem bu benim masalım ve benim masalımda kurt olmalı” deyince, Fatma ablası ona sevgiyle ve merhametle bakarak  “Sadece sana yardımcı olmaya çalışıyorum” demiş… Tabii inatçı kız dinlememiş bile! Devam etmiş yürümeye… “Ah keçi kız ah” diyerek düşmüş bizim Fatma da peşine… Bu arada zavallı kurt neye uğradığını şaşırarak, yazının yayınlanacağı tarihi sabırsızlıkla bekleyeceğini söylemiş ve tahtını sallayanları merak içinde oradan sessizce ayrılmış…

Epeyce yürüdükten sonra bir düzlükte, boş konuşan, boş bakan, okuyan ama düşünmeyen ve sorgulamayan bir genç topluluğuna rastlamış. “Aaa kardeşler, ne yapıyorsunuz burada?” diye sormuş. Öyle yorgunmuş ki bu gençler, öööyle zor işler yapıyorlarmış ki… Aman Ya Rabbi! Az önce biri ekmek alıvermiş ev(in)e, diğeri de yediği tabağı masanın üstünden alıp tezgâha koyuvermiş annesine yardım diye…

Çok yorgun olan bu gençler, ne yaptıklarını ve nasıl olduklarını gelir de biri sorar diye önceden hazırladıkları yazı dosyasını dizüstü bilgisayardan açıp göstermişler bizimkisine… Gösterirken bir de her biri 15’er yüz kasını çalıştırarak gülümsemişler biliyor musunuz? (İyice yoruldu yavrucaklar! Anneleri kızacak şimdi bize! 15 kas bu, kolay dile!)

Her neyse, ekrana bakan bizim kız, okumaya başlamış;

“Elhamdülillah iyiyiz. Sağlığınıza duacı olacağız fakat ezberlediğimiz dualardan hangisini okusak diye kararsızız. (Felak mıydı, Nas mıydı?) Elli matematik sorusu çözdükten sonra inşallah namaza duracağız. İyi bir yer kazanıp(kazanamasak da parayı bastırıp okuyacağız).Kariyer de yapacağız… Müslüman kardeşlerimize hizmet edebilmek içiiiiin.  İleride çoook paralar kazanacağız. Ama hepsini İslam adına kullanacağız. (Tabi önce bir villa bir mersedes, bir yazlık, bir de çiftlik alacağız… Villa istiyoruz… Misafirimizi daha iyi ağırlayabilmek içiiiiiin, Mersedes istiyoruz … Müslüman kardeşimizi daha iyi gezdirebilmek içiiiiiin, Yazlık istiyoruz… Kardeşlerimizle tatil yapabilmek içiiiiin, çiftlik istiyoruz…. Misafirimize organik gıdalar sunabilmek içiiiiiiin…) Birazdan erkeklerin maçı kızların dizisi başlayacak; bittiyse sizi Allah’a emanet ediyoruz…                                                                                                                                                           

NOT: Bu arada siz nasılsınız? Annemiz öğretmişti sormayı, ama önce miydi, sonra mı karar veremedik, her şeyin bir sonu vardır elbet deyip sona ekledik! Ne kadar zekiyiz değil mi? Bize güvenin, geleceğiniz bizim ellerimizde! Selam, Çak!!!” (Bu yazıyı uzaktan okuyup da, telif hakkı isteyen zavallı kurt, ağacın arkasında gizlenen Fatma’nın bir bakışıyla tozu dumana katıp kaçıp gitmiş.)

Bizimkisi, donuk suratlar, betik benizlerle aynılaşmış bakışlar karşısında afallamış kalmış. Söyleyecek bir söz bulamadan şaşkın bir gülümsemeyle selam verip yanlarından ayrılmış. Fakat bir yandan da “Bu nasıl iştir böyle?” diye düşünmeye başlamış…

Hava yavaş yavaş kararırken, bir ağaç kovuğunda dinlenmeye karar vermiş. Akşam üzeri gökyüzü o kadar güzelmiş ki, seyretmeye doyamamış. Turuncu renklerle morun bütün tonları el ele tutuşmuş ufka doğru süzülürken; koyu karanlığın hüzünlü tınısı ormanın üzerinde usulca mırıldanmaya başlamış… Tüm mahlûkat cıvıldaşmaya herkes yuvalarına doğru yola koyulmuş. Bizim kız, göklerde ve yerde ve bu ikisi arasında olanları düşünürken; gözlerine doğru akan uykuyla, sabahın ilk nefesinde gitmesi koşuluyla anlaşmış. Ve bu anlaşmasına bir ayeti şahit tutmuş. “Onlar, ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah'ı zikrederler ve göklerin ve yerin yaratılışı konusunda düşünürler. (Ve derler ki:) "Rabbimiz, Sen bunu boşuna yaratmadın. Sen pek Yücesin, bizi ateşin azabından koru.”(3/191)

“Bizi ateşin azabından koru” duasını birkaç kez tekrarladıktan sonra “AMİN” demiş. Bu sözün ameli gerekliliklerini düşünmüş.  “Her daim Rabb’e sığınmak”, “Allah’ın hiçbir kulundan daha değerli olduğunu düşünmemek” ve “insanların övgü rüzgârlarına yelken açmamak.” Amin diyebilmek ne kadar da zor ve önemliymiş…

İnşaALLAH DevamEdecek…