Fatma CEREN
‘EN AZINDAN’ BÜYÜSÜ
‘En azından’la başlayan her cümle, yapılan işi meşru ya da yeterli gören iyimser bir haberdir. Dünya işlerinde ortalamayı tutturmak isteyene bir teselli gibidir. Eldekini akıldakiyle kıyas eder ve sonucu söyler. Mevcutla yetinmeyi, avunmayı ifade eder. ‘En azından şu bölüme yerleşti de açıkta kalmadı, en azından şu kadar maaş alıyor, en azından içkisi kumarı yok, en azından kira ödemiyor…’ Gibi kullanımlarla, elindekinin ‘iyi’ olduğuna; hem kendini hem de çevresini iknaya çabalar.
En azından bakışı; iyimserlik şöyle dursun, eldekine şükrettirir. Bu kıyasta iyi kötü dengesini belirleyen, elbette kişinin kendisidir. Ve kıyastan çıkan sonuç, kişinin var oluşunu tanımladığı ‘iyi’ ve ‘kötü’ değerlerine göre değişir. İyi ve kötüyü tanımladığı; gelenek, görgü, kültür, eğitim, maddi imkânlar, yaşantı tarzı, beklenti, kaygı, endişe, sosyal statü, çevre baskısı vs. gibi bileşenlerle kendisine bir kıyas mekanizması oluşturan insan, böylece ölçüyü kendisi koyar. Ve insan çeşitlendikçe ölçü de çeşitlenir. Belli bir sabitesi olmayan ölçmelerin sonuçları da, haliyle çeşitlidir.
Söz konusu dünya işleriyken, bu bakışla insan elindekiyle yetinir ve o anki halini olumlar. Ancak iş ne zaman gelir İslam davasına dayanırsa -ki asıl konumuz budur- işte o zaman tehlike başlar. Çünkü noktasından virgülüne kadar belli sınır ve hükümlerle sabit olan İslam dininde ölçü, vahiy ve resuldür. Kıyas ancak bu ölçü ile yapıldığında hakkaniyetli olur. Müslüman kişi, bu ölçüden başkasını esas alamaz, kabul edemez. Ediyorsa ölçüsünü yitirmiş demektir ve kendi ölçüleriyle günbegün şekilleniyor ve hayatını idame ediyordur.
Post modern dönemin parçacılık mirası; zihinleri, akılları, düşünceyi dolayısıyla hayatı parçaladı. Bakış açısı da parçalanan insan, hayatının her bir parçasını kendi indinde tanımladı. Ve her birinde ayrı rollere büründü. Böylece hepsinde farklı kimlikler edindi. Parçalanmış hayatına bütünüyle sahip çıkamayınca, bazı rollerinde falsolar vermeye başladı. Onca bölünmüşlüğe yetemeyen ve yetişemeyen insan, bu rol kargaşasını gidermek yerine, ısrarla eksikleri kapatma telaşına girdi. Ve ‘En azından’ mantığı ile bir rolündeki eksikliği, diğerindeki fazlalıkla tamamlama yoluna gitti. Böylece artık hayatını eksik tamamlamaya adayan insan, bütüncül baktığında birbiriyle çelişen düşünce/rol/amel zincirindeki hataları, nefsine örtbas etmeyi başardı. Üstelik bunu, yine parçalanmış ilim ve bilgi birikimi ile yaptı. Zaten bu bakışla kazanılan ilmin tek yapabildiği buydu.
‘İyi bir anne değildi ama en azından başarılı, ilim sahibi, sözü dinlenen bir iş kadınıydı.’ (Acaba kendisini, kırkından sonra -ne pahasına olursa olsun- üniversite kapılarına götüren güdü neydi?)
‘Çocuklarına iyi bir baba olamamıştı en azından yüzleri, binleri irşat edecek kitaplar yazmıştı.’(Eğer zamanı geri döndürseler, bir evladına ciltlerce kitabı değişir miydi?)
‘Komşusuna, akrabasına, eşine dostuna vakit ayıramasa da en azından öbekleri, grupları toplayıp İslam anlatıyordu.’(Üç beş kişi yerine, kalabalıklar neden daha cazipti?)
‘Sınırsız harcamaları vardı ama en azından infakını, hayır hasenatını aksatmıyordu.’(O hayır hasenatın miktarını, daha fazla harcama yapabilmek için artırıyor olabilir miydi?)
‘Kayınvalidesine tahammülü yoktu ama en azından meydanları doldurup zulmü protesto ediyordu.’(Oralardan evine bir teyzeyi getirip oturtsalar; -daha yakınına tahammül edemeyen bu kişi- ona kaç gün bakabilecekti?)
‘Vakit namazını kılmıyor ama en azından cumasını aksatmıyordu.’(Cuma bir gündü, ya diğer günleri nereye saklayabilecekti?)
‘Okulda başını açıyor ama en azından üniversite ortamında tebliğ vazifesini eksik etmiyordu.’(Hani ayetler önce bizde hayat bulacaktı? Ameliyle öldürdüğü ayeti, diliyle yaşatabilecek miydi?)
‘Müslüman kardeşinin sıkıntısından haberi yoktu da en azından ayda bir yüzünü görüp sesini duyuyordu. Hem nerelere ne yardımlar yapıyordu!’(Hani mümin müminin velisiydi? Oradakinin yarasını sarıyorken, buradakine kim yardım edecekti?)
Gibi örnekler en tanıdık bildiklerimizden bir kaçı. Ve buradaki bariz hatalar kolay fark edilir cinsten.
Fakat ya diğerleri?
Bizi ilgilendiren, bugün Müslümanları sarıp sarmalayan görülmesi zor örneklerdir. Görülmesi zor olduğu kadar anlatılması da zor tabi. Yukarıdaki örnekleri kolayca tahlil edebilen Müslümanların benzer hataları yapması; es geçilebilecek değil; bilakis üzerine gidilecek ciddi bir durumdur. Pragmatizmin çanak tutuverdiği “En azından” mantığı, bugün sistem içi mücadeleye kayan zihniyeti, ‘Bir şeyler yapan’ modeline bürümüştür. ‘Şimdiye kadar ne yaptık ki! Ortaya ne çıkarabildik ki!’ diyerek, kendilerini ve yaptıklarını değil de inançlarını sorgulayan Müslüman, ciddi bir sapma yaşadı. Kendi İslam algısındaki kodlamalarda yapması gereken ayarları, İslam’a yaptı ve bir zamanlar “yanlış” diye nitelediği işlere azimle sarılıp, resulün yolundan farklı bir yol tuttu.
‘Elimizden bir şey gelmiyor ama en azından şunu şunu yapıyoruz’ gibi yaklaşımlardan kaynaklı bu eğilim, bugün Müslümanları çok önemli işlere imza atıyormuş hissiyatına bürüyor. Elbette ortada yapılan bir şeyler var, çünkü hayat boşluk kabul etmiyor. Fakat işte sorun da burada. En azından mantığı, olması gerekeni bütünüyle temsil etmiyor. Bir yerinden tutuyor olabilir, ama bütünlük arz etmiyor. Zan gibi düşünebiliriz bunu da. Zan ederken de bir doğruluk payı olabilir, ama mutlak gerçeği temsil etmiyor ve sakınmamız emrediliyor. Bu nedenle, ‘Yaptıklarımız vahye ve resul örnekliğine uygun mu? Bunlar olması gerekenler midir, öncelikler midir? Yine bunlar neye göre belirlenmeli ve şekillenmelidir?’ Gibi soruları havada bırakan ‘En Azından Mantığı’, vahiy ve resul algısının neresinde durduğumuzu sorgulamaya fırsat vermiyor. Çünkü zaten gereken(!) yani elden gelen yapıldığı için -en azından bir şeyler yapıldığı için- yeni arayışlara gerek duyulmuyor.
Bugün İslami mücadeledeki kargaşa, bu gibi bakışlarla dallanıp budaklanıyor. Önce duyguların yönettiği düşünce dünyasında, sonra düşüncelerin yönelttiği amellerde, en sonunda da amellerin şekillendirdiği hayat nizamında ciddi aksaklıklar baş gösteriyor. Bunca aksaklığa rağmen, meşgul olduğu işlere nereden ve nasıl kalkıştığını sorgulamaksınız -uzun zaman emek verildiğinden midir nedir- bir sahiplenme duygusuyla savunuyor. Belki de üzerinde düşünmek ve yeni uğraşlar vermek zor geliyor. Nasıl olsa Müslümanlar da tam ol(a)masa da, en azından bir şeyler yapıyor.
‘Hiçbir şey yapmamaktan iyidir, Ne yapalım yani? Daha ne yapılabilir ki?’ Gibi savunmalarla konu kapatılıp, işin içinden ‘En Azından Tesellisi’ ile çıkılıyor. Bir kötülüğü elimizle, elimizle olmazsa dilimizle düzeltmek ve dilimizle olmasa kalbimizle buğzetmek öğretisi; İslam’ın temel tevhid ilkesinin önüne geçirilince –ve düzeltmenin nasıllığı anlaşılmayınca-; Allah’ın yüklediği sorumluluk zincirinin en son halkasındaki zulüm dille düzeltiliyor(!). Ama yakındaki zulme eller, diller, kalpler bir türlü uzanmıyor, uzanamıyor. Dil ile düzeltmek nedir? Aslında düzeltmek,ıslah etmek nedir? El ve dil ile düzeltmeye güç yetmiyorsa, kalp ile buğzetmek nedir? Neden düzeltme eylemi için el ve dilin mesafesi koyulmuştur? Gibi soruların cevapları araştırılmıyor. Çünkü bu hadisi şerif de çoğu gibi parçacıl düşünülüyor ve hayatın zulüm köşesine uyarlanıveriyor. Dolayısıyla gerçek mahiyeti ve maksadı anlaşılmıyor.
Yıllardır aynı ülkede, şehirde, semtte, mahallede, evde verilen İslami mücadelede, her yolun denendiği sanısıyla, bir eminliktir gidiyor. Yakınlarda yakınlarla verilen mücadele ya yeterli görülüyor, ya da kolay vazgeçiliyor. Böylece yapacak işleri azalan Müslüman, vaktinin çoğunu ve enerjisini, parçacıl bakışla öncelediği alanlara kaydırıyor. Oraları öyle dert ediniyor ki, yanı başındaki zulmü ve dertleri unutuyor; bazen haberi bile olmuyor. Oralar için koştururken, ailesini, akrabasını, eşini dostunu, çevresini kaybediyor. Oraları öncelerken, Allah’ın ilk sorumlu tuttuklarını ihmal ediyor. Yaşadığı yerdeki zulme sessiz kalabiliyor. Öldürmeden beter olduğu bildirilen fitne tohumlarının, muhitinde kök salmasına aldırış etmiyor, etse de oraya bir türlü sıra gelmiyor. Ya neyi nasıl yapması konusunda şaşırıyor ya da yolu şaşıyor. Velhasıl kelam, ‘Şimdiye kadar ne yaptık ki?’ sorgulaması ile farklı bir yola giren Müslüman, ‘Şimdi ne yapıyorum ki?’ sorgulamasını unutuveriyor!
Şu değişmez bir hakikat ki; sorgulamayan ve belli bir ilkesi olmayan insanı her yöne çekmek mümkündür. Çünkü bu insanın, belli bir amacı, hedefi ve bunlara ulaştıracak belirgin işleri yoktur. Hal böyleyken, kendisine sunulan seçeneklere, sorgulamadan sarılması kaçınılmazdır. Bu nedenle çözüm ararken, odaklanacağımız nokta; yıllardır yapıla gelen işlerin cinsi ve mahiyeti değil; Müslümanlara bir ilke ve geniş bir perspektif kazandırmak olmalıdır. Bu ise, önce dosdoğru bir vahiy okumasına ve resulü tanımasına bağlıdır.
Doğru vahiy ve resul algısıyla inşa olunan bir zihin; ilke, tercih ve işlerini doğru istikamette kullanır. Oraya buraya yalpalamadan, belli bir rotada ilerler. Ne baharla ne kışla gelen fırtınadan etkilenmez. Çünkü zihnindeki ve gönlündeki fırtına, hep dışarıdakinden daha fazladır.
Sonuç itibariyle, İslam’da ‘En Azından’ mantığı yoktur. Varsa ortada İslam yoktur. İslam, yalnız Allah’a kulluk esasında temellenir. Ve bu kullukta, ‘Şöyle yaparsanız sizin için daha hayırlıdır’ önerisiyle, çıtayı hep yüksek tutmamız tavsiye edilir. Kurtuluşu ancak, iman edip ve salih amel işleyenler umabilir. Ameli salih yapan şartlar, tıpkı imanı geçerli kılan şartlar gibi, emir ve hükümlerle açıklanmıştır. Bu hususta beşere bırakılan en küçük bir boşluk yoktur. Allah’ın emir ve hükümleri ise, “En azından Mantığı”na riske edilmeyecek kadar mühimdir, ciddidir, değerlidir.