Fatma CEREN
TEKAMÜL SORUNUMUZ
Müslümanların işleri aralarında şura iledir. İstişare sağlıklı bir iletişim temeline dayanır. Alınacak kararlar öncesinde anlamak ve anlatabilmek müslümanın kabiliyetlerindendir. Bu nedenle herkesle istişare yapılmaz, yapılamaz. Elbette insanın anlaması ve anlaşılmasının önünde nice engeller var ki bunları bilmeden bırakınız istişare, iletişim bile imkânsızdır. Bir kaçına değinmek istediğim bu engeller aşılmadan girilen her tartışma bir açmaza, her açmaz derin uçurumlara dönüşür. Eğer müslüman bilgi ve eylem dünyasında gelişme, ilerleme ve olgunlaşma adına ciddi bir tekâmül sürecine girmeye gönüllü ise, önce kendini sorgulamalı ve bu engelleri ortadan kaldırmalıdır.
Her birimizin dileği olan lakin bir türlü buluşamadığımız ortak bir düşünce ve eylem mekanizmasını hızla yürürlüğe koymak için, engellerin aşılması ilk şarttır. Aksi takdirde söylenen her söz havada, yapılan her iş karada, atılan her adım denizde son bulur ve Müslümanlar anlaşmazlık girdabına sürüklenip kaybolur.
Bugün müslümanın gelişmesinin önündeki en bariz engel, iman/amel ve söylem/eylem uyuşmazlığıdır. Kuvvetli söyleme rağmen, zayıf kalan eylemler zamanla çelişkiler yumağına dönüşür. Ve Müslüman güven pompalama özelliğini artık kaybeder. İslam’ın temel kavramlarını sloganlaştırırken, tezahürde gerçek manadan uzaklaşır. Tarihsel süreçte bu şuursuz tutumdan en çok nasibini alan Kur’an’ın kavramlarıdır. Pratiği yaşanmayan kavramlar ya anlaşılmadan tüketilir ya da fetişizme kurban edilir. Hz. Peygamberin döneminde ve bugün pratikte neye tekabül ettiği bilinmezse, tatbiki mümkün ve kolay olan bu kavramların yazık ki uygulanamayacağı zannedilir. Ve dillere pelesenk edilirken, ilkesel bazda terk edilir. Söylem/eylem uyuşmazlığı sadece söylemin kuvvetine rağmen eylemin zayıf kalması şeklinde değil, söylemi aşan katılıkta bir eylemsel tavra girilmesiyle de kendini gösterir. Menbaı bilinmez davalar uğruna canların feda edilmesine varan bu tavrın kökeninde -samimiyetler sorgulanmaksızın- ilmi, kültürel ve entelektüel donanım eksikliği vardır. Her iki tavır da, Hz. Peygamber örnekliğine zıttır ve beklenen neticeyi vermez. Temiz akıl ve doğru vahiy okumasıyla pek de tanışık olmayan günümüz müslümanı, hayalini kurduğu o cemaatin ruhundan önce daha cesedinin neyden müteşekkil olduğuna kafa yormaz durumdadır. Dolayısıyla görünen köyün ahalisi, Hz. Peygamberin dönemini bir türlü örnekleyemez halde, ruhsuz ve cesetsiz dolanır da sadece vakit kaybeder. Su götürmez bu gerçekliğin eleştiri de götürmez oluşu, bir başka handikaptır.
Peki, bu en bariz engel fark edilmedi de ne oldu?
Bu süreçte iman/amel birlikteliğinde çelişkiler yaşayan Müslüman zamanla farklı yönelişler sergiledi. İnancına olan güvenini, topluma karışınca özgüvene çeviremedi. Ahlak/asalet/erdem eksikliği ve ilmi yetersizliğine rağmen, büyük bir hevesle yeltendiği büyük işlerin altından kalkamayınca bırakın ümmetinkini, aile içi problemlerini dahi çözemez hallere düştü. Bu çıkmazdan kurtulmanın çaresini, menşei belirsiz kalabalıklara takılmakta, birilerini taklit etmekte ve geleneği ile yoğurup kültürüyle şekil verdiği tebliğ çalışmalarına hız vermekte buldu. O hız ve heyecanla dünyayı değiştireceğine inandı inanmasına da; henüz çevresindeki üç beş kişiyi bile organize edemediğini, istişare ile işleyen örgütsel bir modeli kurmaya yetkin olmadığını göremedi, belki de görmek istemedi. Can havliyle bir şeyler yapmanın derdinde, kendine toplum içinde küçük bir yer açtı ve oradaki faaliyetlerine aslından fazla anlamlar yükledi. Böylece eksiğiyle gediğiyle, yanlışıyla doğrusuyla savunduğu uğraşılarını İslami mücadele zannetti, tümünü sahiplenme ve yetinme kolayını seçti. Öyle ki, bu seçim kendisini bir zamanlar eleştirdiği geleneğe evrilme sürecine itiverdi.
Hülasa öze uygun bir İslam cemaati modelleyip içinde yaşayamaması; İslam’ın kendisini dönüştüremediği gerçeğini gözler önüne seriyordu. Bu durumdaki müslüman ya bireyselliği seçti ya da kavmiyetçi eğilimle grupçuklar kurdu ve diğer grupçuklarla dengeleri koruma gibi gereksiz çabalarla var oluşunu sürdürdü. Yeri geldiğinde birbirini kıyasıya eleştiren, yeri geldiğinde vahdet türküleri ile çağıran grupçuklar, var oluşlarını özde örnekliğinden çok uzak oldukları ilk İslami yapılanma ile tanımlama ve açıklama şaşkınlığına düştü. İşin içinden çıkamayanlar, bireysellikle komünallik arasında deruni bir boşluğa düşüverdi. Menfi çıkarlar doğrultusunda bazen bireysel bazen komünal eğilimle, adına “Stratejik tavır” dediği yeni bir davranış sistemi üretti. Cesaretle korkaklık arasında gelgitler yaşadığı toplumda, bir zaman sonra amaç ve davranışlarını hangi endişe ve kaygıların beslediğini tespit edemez bir renk körü oluverdi.
Müslüman kimliği ile kendi kültürü arasına sıkışma problemi, ikinci bir engel olarak söylenebilir. Yaşadığı dönemin dinamiklerini, kavramlarını anlamadan ve tarihi bilgi ile kuşatmadan, her şeyden anlarmış zannı, müslümanı ilgisiz sahalara sürükledi. Manevi ve ilmi derinliği artırarak söylemini eyleme dönüştürme kabiliyetini kazanacağına, karşı duruş ve savunma güdüsünü kuvvetlendirdi. Kolay olan bu yöneliş, neye niye karşı durduğunu bilmemesi, neyi niye savunduğunu bilmemesi gibi sonuçları doğurdu. Üstelik Kur’an diline yani Arapça’ya hâkim olmaması, insanı, toplumu, eşyayı ve hayatı vahiyle okuyamaması ve ilmi derinliğin yoksunluğuna rağmen, delilsiz mesnetsiz savunmalarla İslam adına konuşup yazıp çizmesi, müslümanın tekâmül yoluna bir set gibi gerildi. Tebliğ adına iletişime girdiği bireylerde ufak bir kıpırtı bile sağlayamazken; itici, soğuk, dışlayıcı ve müstağni bir prototip çizdiğini belki uzun süreler sonra fark edebilir. Bunu fark edeni ise, ya sosyal bir hayatı tercih edecek ya da münzevi bir yaşantıya kendini kapatacaktır. Münzevi yaşantıyı tercih ne kadar müslümanın ölümü demekse; kontrolsüz sosyalleşme de hiperaktif eğilimli kuru kalabalıklar demektir.
Müslümanın asli vazifeleri ne münzevi yaşantıya ne de hiperaktif sosyalleşmeye teslim edilmeyecek kadar kıymetlidir. Ve soluduğu her anı bir amaca doğrultmak mecburiyetindedir. Amacı olmayanın amacının belirleniverdiği modern dünyada zaman, en hoyratça harcanan sermayedir. Asra andolsun ki iman eden ve salih amel işleyenlerin haricindekiler hüsrandadır. Hüsrandan korunmanın ilk şartı akletmektir. Ve İslam daha ilk adımda insan aklı ile barışıksa, akılları bugün birbirine küstüren bu ve benzeri engeller muhakkak aşılmalıdır. Bugün müslümanların tekâmül yolunda beraberce yürümelerini sağlayacak ve tıkanıklıkları açacak ilk şart budur.