Fatma CEREN

09 Nisan 2013

DOKUNMATİK HAYATLAR

 

Dokunabilir misiniz,

Gözyaşlarıma, ellerinizle?  (O.Veli Kanık)

-Elbette dokunabiliriz Sn.Kanık, o nasıl soru! Ayrıca yazının ortalarına doğru, şiirden ve sanattan uzak, donuk bakışlı, soluk benizli bir insanlık göreceksiniz, sakın şaşırmayın!

Kim miyiz biz?

Nano teknolojinin icatlarıyla her şeyi bir dokunmayla hallediveren, yani dokunmatik hayatların kıyısına çekilen incecik bir insanlığız, 21.yy.’ın insanlığı!

Öyle bir dünyayı yaşıyoruz ki. Aslında, dünyayı öyle bir yaşıyoruz ki!

Biz mi yaşıyoruz, başkaları mı bizim yerine yaşıyor belli değil sanki!

Neye, niye, nasıl dokunup dokunmayacağımızı belirleyen, teknoloji denen canavarın elinde oyuncak olduk, gidiyoruz. Tam da yerinde bir cümle geldi zihnime “Bindik bir alamete, gidiyoruz kıyamete” teknoloji hangi seviyede olursa olsun, tekerrüre engel olamıyormuş demek ki. Neyse, bilirsiniz Sultan II. Mahmut’u güldüren zürafanın hikâyesini ya da bilmeyenlere kısaca hatırlatalım, bu donuk konu biraz renklenir belki. Hem benzetiriz de hali ahvalimizi ve nasıl bir alametin üzerinde nereye, hızla gittiğimizi. Belki!

Neyse,

1823 yılında Habeşistan'da yakalanan bir zürafa, Sultan II. Mahmud’a hediye olarak İstanbul'a gönderilir. Meraklılar, İstanbul'da bir benzeri bulunmayan bu hayvanı görmek için can atmaktadır ve zürafayı iskelede kalabalık bir topluluk karşılar.

Enderun ağaları, tantanalı bir biçimde padişahın huzuruna çıkartılan zürafayı seyretmek üzere Beşiktaş sahilindeki Çinili Meydan'da toplanır. Herkes zürafayı şaşkın gözlerle seyretmekte, bir yandan da Allah'ın kudretine şaşmaktadır. Başı öküze, boynu deveye, gövdesi ise kaplana benzeyen bu ''beygir''in kimliği, ağalar arasında ciddi tartışmalara yol açmıştır.

Zürafa, fermanıyla görücüye çıkar. Hayvanın, ağaçların yapraklarını yiyişi hayranlıkla izlenirken, Habeş Ahmet Ağa, hazırladığı senaryoyu başlatmak üzere bağırır:

-“Zürafa uğurlu ve mübarek bir hayvan oluuup onu eliyle tutarak, bir kere gezdiren Müslümaaan, yeryüzünde hiçbir zarar ve ziyan görmeeez.”Sonra da hayvandan çok korkan Abdi Bey'e doğru bakarak şunları söyler:

-“Haydi, Müslüman olan gelsin, zürafayı şöyle bir gezdirelim. Kim bu hayvanı gezdirirse cennete gidecektir.' Bir anda kendini eller üstünde bulan Abdi Bey, zürafanın üstüne oturtulur.

Abdi Bey'in yalvarmalarından, yakarmalarından korkan zavallı hayvan, huysuzlanarak İshakiye Köşkü'ne doğru bir hızla koşmaya başlar. Bu sırada Abdi Bey'in padişaha son seslenişi duyulur: “Ahret hakkını helal eyle efendimiz. İlk menzilimiz ecel beşiğidir. Bindik bir alâmeteee, gidiyoruz kıyameteee!”

Böylesi hoş ve masum bir hikâyeyi -hele ki masum bir hayvanı- teknoloji canavarına benzetmemiz söz konusu bile olamaz. Ancak ne olduğu bilinmeyen ve fayda ya da zararları hesap edilmeyen bir alamete, üstelik isteğimiz dışında bindirilince; hızla belirsiz bir yere ve yöne doğru koşturacağımız da kaçınılmaz.

İşte bu nedendendir ki; yeryüzünün hızla ifsada uğratıldığı bir dönemde, ipler de başkalarının elindeyken bineğimize bir bakmalıyız. Küçük ya da büyük kıyametimize doğru, ne tür bir alamet üzerinde hangi hızla nereye yol aldığımızı sorgulamalıyız. Sevginin, şefkatin, merhametin ve paylaşmanın sıcacık kollarından koparılıp; ahtapot gibi teknolojinin soğuk kollarınca nasıl sarmalandığımızı sorgulamalıyız. Teorik açıdan değil ama pratik açıdan zorunlu olan modernleşmenin, teknolojik ayağına dolanmamak elbette mümkün değil. Fakat bu alamete, yaşantılarımızın belli yerlerinde müdahale edip yön vermezsek, o ahtapot giderek bizi boğar ve öldürür. Fiziki olmayan bu ölüm, muhakkak ki insani yönde fıtri ve duygusal bir ölüm olacaktır, oluyor da.

Modernleşme sürecinde, öngörüldüğü(!) üzere teknolojik ilerlemeler, insanın özgürleşmesi ve paylaşımlarının artması yönünde netice doğuramadı. Bilakis kendine bağımlı, fıtratından ve özünden uzak hayatlara mahkûm yeni hayatlar sundu. Dokunmatik hayatlar!

Bu hayattaki paylaşımlar, yozlaşan değerlerle sanal âlemlere taşındı. Ve renkli zannedilen bu donuk hayat modeli, topluma beğendirildi, özendirildi ve kanıksatıldı.

Sözün kısası, dokunmatik hayatlar sunan modernite, aslında suya sabuna dokunmayan bir zihniyet, bir insan modeli üretti.

Aynı insan –çok fazla değil- bir süre önce, “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” derken, şimdilerde “Rahatıma dokunmasın da isterse bin kez soksun” demeye başladı. Her gün ve bile bile zehirlenmeye, razı oldu.  Geri kalmışlık psikolojisiyle sömürülen toplumlar, günden güne bu hayatlara özendiriliyor ve sayısız teknolojik imkânlar sunularak aynı tuzağa düşürülüyor.

Bu süreçte teknoloji, yaşam konforunu artıran bir takım icatlarla insanı oyalamaya devam ediyor. Başka bir deyişle, insanın eline dokunmatik oyuncaklar veriyor. Kendisi geliştikçe, insanlığı da ilerlettiğine ikna ediyor. Sonra da “konfor, rahatlık” silahıyla, fıtrata açtığı savaşla, toplu katliamlar yapıyor. Buyurun bir iki örneğe bakalım,

-“Sen zahmet etme kapıyı ben açarım!” diyor,

Kapının önünde beliren insan, kendine açılan kapıdan birer prens, prenses edasıyla yürüyüp, geçiyor.

-“Elini uzat su kendiliğinden aksın!” diyor,

suya ulaşmanın say kısmı, akıllardan bile siliniveriyor.

- “Yürü sen, ışık anında yanar!” diyor, ama az sonra sönünce, şimşeğin ışığında azıcık yürüyüp,  karanlıkta kalıveren münafığın durumuna düşürüveriyor.

-“Amman sen yürüyüp yorulma, ben seni yürütürüm!” diyor,

basamaklar ağır ağır yükselirken, burunlar hafiften yukarıya, bakışlar aşağılara düşürülüyor.

-“Tuşlara basıp yorulma, bir dokun yeter!” derken,

telefon mu, oyuncak mı belli olmayan dipsiz kuyuya -özellikle gençleri- itiveriyor...

Velhasıl kelam, “Sen zahmet etme ve sakın yorulma!” cinsinden kolaylıklar, insana neleri kazandırdı neleri kaybettirdi?  Ve bizi, hayatımızı nasıl etkiliyor? Bizleri neye ve nasıl dönüştürüyor, bunu sorgulamalıyız.

Bir dokunmayla işlerini çabucak hallediveren insanoğlu, aslında bir “Ol!” emriyle her şeyi yapabileceğine, buna güç yetirebileceği düşüncesine, sinsice iteleniyor. Ne dağları yaratmaya, ne de yeri yarabilmeye güç yetiremeyen insanoğlu; bir dokunmayla hızla işlerini hallediverince, yeryüzünde böbürlenerek yürümek şurada dursun; her gün ilahlığına ve rabliğine, adım adım yaklaşıyor. Eskiden “Dokunsan ağlar!” dediğimiz insan;  şimdilerde, “Ol(sun)!” dediği istekleri yerine gelmeyince, “Dokunsan çıldırır!”  durumuna düşüveriyor. Anında ol(a)mayan, yerine gel(e)meyen istekleri ve işleri karşısında, sabırsızlaşıyor ve şikayetleniyor. Sanal âlemde hayallerine hemencecik kavuşturulan(!) insanın, bir süre sonra hayalleri bile kalmıyor, kalamıyor!

Ve yine neyse,

girişte “Anlatamıyorum” şiirinin ilk mısralarını atlamışım. “Ağlasam sesimi duyar mısınız?” diyor şair.

“Asıl bizler ağlıyoruz Sn.Kanık!”

Belki de şöyle demeliyim,

“Ölmüşüz de ağlayanımız yok, bırakın gözyaşlarımıza dokunmayı!”

Peki,

siz duyabiliyor musunuz, dokunulmaz hayatlarımızın şaşalı tıkırtılarını?

Biz hissedemiyoruz ve duyamıyoruz, bizden önce ve daha ileri seviyede yaşayanların seslerini,

dahi

bir fısıltılarını!

Bilmem, anlatabildim mi?