Fatma CEREN
BAŞLIKLI MASAL -2-
İlk nefes, kuşların cıvıltılarına karışmış ve güzel kokulu çiçeklerin, dolambaçlı yollar kateden polenlerini, hoş nağmelere dönüştürerek, başlamışlar bizimkine serenata… Gözlerini açar açmaz, her şeyin yerli yerinde durduğunu ve dünyanın kendisiyle beraber hala nefes aldığını görünce, peygamber örnekliğiyle başlamış duaya; “Rabbim, Senin sayende gizli hallerim örtülmüş olarak nimet ve afiyetle sabahladım; nimetini, afiyetini dünya ve ahrette örtünü üzerime tamamla. Amin” diyerek Rahman’a hamdetmiş.
Sepetindeki azığıyla bir güzel karnını doyurmuş ve tekrar düşmüş yola. Önce yüksekçe bir tepeye tırmanıp ormanın genel görünüşüne bir bakmak gerektiğine karar vermiş. Ancak üstten bir bakış her şeyi yerli yerince görmesini sağlayabilirmiş. Ve başlamış gördüğü en dik yokuşu tırmanmaya… Çıkmıııış… Çıkmıııış… Çıkmııış… En nihayetinde yorulmuş ve oturmuş bir ağacın altına. Tam o esnada bir aslanla bir kedinin konuşmalarına şahit olmuş. Aslan demiş ki;
-Ha! Ha! Ha!... Kedi kardeş. Ne olmuş sana böyle? Biz aynı cinsten değil miyiz? Bak bana, ben güçlü kuvvetli herkesin korktuğu ve güçlü bir kralım. Sen ise mini minnacık, bir deri bir kemik kalmışsın. Ne işin var buralarda? diye sorunca kedi nefes nefese cevap vermiş;
-Of aslan kardeş of! Şehirden kaçtım geldim ben. Bilmezsin sen tabi oraları. Kendini atmışsın ormanın içine, oh gel keyfim gel! Yaşayıp gidiyorsun krallara layık! Neden bu hallerdeyim sanıyorsun? Ben insan eline düştüm kardeş insan eline düştüm, demiş.
“İnsan eline düşmek” ne demekmiş? Bir süre bizimkisi bunu düşünmüş ve kediye hak vermiş. Aslında “İnsan ne demekmiş?” Hiç şüphesiz ki insan, pek bencilmiş, pek nankörmüş, pek tartışmacıymış, pek cahil ve de pek zalimmiş… Geçmişine doğru bir gidivermiş. O batıl ortamlarda yaşayanlarda bu özellikler ne kadar da fazlaymış. Çünkü orada insanlar, Allah’a hakkıyla kulluk etmezler ve hayırlarda yarışmazlar da, sadece dünya için koştururlar ve hep menfaat ve çıkarlar üzerine insan ilişkilerini kurarlarmış. Beklentisiz, hiçbir şey vermezlermiş. En iyi olma mücadelelerinde, kendilerinden daha iyi olanlara haset ederler, aşağıdakilerle ise alay ederlermiş. Dolayısıyle birbirlerine güvenmezler, özellikle tanımadıklarına hep önyargı ve şüphe ile yaklaşırlarmış. Sözlerinde durmazlar, ahitleştikleri zaman ahitlerini yerine getirmezler, yapacaklarını sürekli erteler, emanete hıyanet ederler, devamlı zanla hareket eder, birbirlerinin arkasından konuşurlar, laf taşıyıp iftira ederler ve birbirlerinin kusurlarını arayıp devamlı başkalarını kınarlarmış. Çünkü onlar Allah’tan korkmazlar da insanlardan korkarlarmış. “Çevre ne der?” putu, hayatlarının başköşesinde yer alır, çevrelerini de buna göre seçerlermiş. Diledikleri gibi yaşar, her istediklerini yapar ve elde etmek istediklerine sahip olabilmek için sınır tanımazlarmış. Lüks yaşamayı sever ve fakat bundan da asla ödün veremezlermiş. Anlayacağınız o ki; “Nefs” putunu da el üstünde tutar, her gün ona nice kurbanlar sunarlarmış.
Hırsların, kıskançlıkların, bencilliklerin, tahakkümlerin, öfkelerin, intikamların, entrikaların, dalaverelerin, çekişmelerin, kavgaların, kapışmaların, yarışmaların, rollerin, senaryoların, dizilerin, filmlerin bir türlü sonu gelmezmiş. Bu kadar koşturmaya üstelik hiç de mutlu değillermiş. Çünkü onlar çok zalimmiş çok… Bir de kariyer tutkusu varmış ki sormayın. Zaten hepsinin üzerlerinde etiketler varmış. Bu etiketlerde; adları, sanları, soyları sopları, malları, mülkleri, meslekleri, destekleri, dilleri, dereceleri yazar; birbirlerine bunlarla değer biçer ve severlermiş. Yıllarca nice emekler sarf edilse bile; ortaya konulan bütün çalışmaları, sözleri, yazıları ve kitapları, sadece bu değer ölçülerine göre önemserlermiş. Akademik değeri yoksa, zaten yanından bile geçmezlermiş. Bu insanlar içinde en sevilenler, tabii en tepedekilermiş… Ve o en tepeye çıkabilmek için, diğerlerinin sırtına basmak, mecburiyettenmiş. İşte bu nedenle, birbirlerinin kalplerini çabuk kırar, kin besler hatta birinin başına kötülük gelse “Vah” yerine “Oh” derlermiş… Baş olma sevdasında, kimileri kimilerinin üstünde hükümranlık kurar, onları sürekli yönetmek isterlermiş. Yönetemediklerini ise, bir tekme ile fırlatıp, yerine yenilerini eklerlermiş. Çünkü ahireti ve hesabı hiç dikkate almazlar, bırakın kitapların sağdan ya da soldan verileceğini, tepelerinde düşeceğine bile inanmazlarmış… Zaten onlar, gökten indiğini zannetmedikleri(haşa) kitabın yerine, elleriyle yazdıklarını savunan, uygulayan ve destekleyen çoğunlukların en hayırsızlarıymış.
Düşünmekten içi sıkılmış bizimkinin… O günleri hatırlamak istemiyormuş artık. Müslüman olduğuna hamdetmenin ferahlığı ile kendi kendine mırıldanmış “Ama müslüman bir başka canım. Yaşasın!” Evet, müslüman çok ama çok başkaymış. Hemen kardeşlik coşkusunun içinden taşırdığı şelaleden bir yudum alarak yoluna devam etmiş.
Tepenin doruğuna ulaşan başlıksız kız, kuşbakışı seyre dalmış. Orman, öbek öbek görünen karaltıların üzerinde adeta yeşil bir örtü gibi serilmiş. Yine de birbirinden ayrı duran ama aynı bayraklarla donanmış küçük kalabalıkları uzaktan görebiliyormuş. Saymaya çalışmış, ama yorulmuş. Herhalde yetmiş civarındaymış. Oysaki o hep okuduğu ve hayalini kurduğu çok büyük olmasa da, tek bir topluluk göreceğini umuyormuş. Ve bunu kendi kendine mırıldandığı esnada, papatyaların arasından, o abla fırlayıp yine gelmiş. Ve demiş ki;
-Mümkünse kafandaki o hayali hemen unut. Ve sakın fazla iyimser olma! Her şeyle karşılaşabileceğini de aklından çıkarma. Karşılaştığın herkese temkinli yaklaş ve mesafeli ol. Nihayetinde karşılaşacakların da insandır. Müslüman da olsalar… Az önce dinlemedin mi sen aslanla kediyi? Ders almaz mısın sen hiç? diye söylenip durmuş. Ama dinleyen kim?
Keçi kız, bu abla tarafından sürekli takip edilmesine duyduğu öfkeyle başlamış kulağını ıskalayan lafları bir bir ağzından fırlatmaya,
-Ya Fatma abla! İşin gücün yok mu senin. Git “infak”la ilgili falan bir şeyler yaz, ya da dünyanın her bir yerinde pek çok olay var. Hem benim masalımda yine ne işin var senin. Kurdu da korkutup kaçırdın. Ah kurt kardeş ah! Olsaydı buralarda, oynardık ne güzel onunla! deyince, kenardaki ağacın arkasından bir anda kurt çıkıvermiş…
-Ta Ta Ta Taaaamm… Buradayım başlıklı masalın başlıksız mı başlıksız, örtülü mü örtülü, şirin mi şirin, müslüman mı müslüman kızı…Sürpriiiiiiizzzz! Gel sana ormanı dolaştırayım. İyi bilirim ben buraları. Demin gördüğün toplulukların fikirlerini, zikirlerini, hastalıklarını, zaaflarını, formüllerini, bölümlerini, bu bölünmeden kalanlarını, paylarını, paydalarını, sayılarını, dayılarını, temellerini, emellerini, amellerini, eylemlerini, söylemlerini, söylenmeyenlerini, heeepsini bilirim ben ve istersen sana da yardımcı olurum, ne dersin? demiş.
(Kurdun ortaya çıkmasıyla iyice kafası karışan Fatma, “Acaba ‘İnfak Duygularımızı Sömüren Kurtlar’ adlı bir yazı mı yazsam? İyi fikir!” diye düşünse de hemen kendini toparlamış ve sayfanın kenarından masalın içine atlamııııışşş),
-Sen nerden çıktın gene! Bana bak Sn.Kurt!, anlaşmadık mı biz seninle? Aslanla kediyi “insan” hakkında konuşmaları için ikna ettin, ben de sana telif hakkını verdim. Çabuk kaybol buralardan ve bir daha bu kızcağıza ilişme! demiş.
Kurt bir yandan kaçarken bir yandan da, “Nasıl yazarsın sen böyle be! Eline kalem alan yazıyor kardeşim, hem epey de gecikti yazınız Sn.fatma. Görürsün, ben ne yorumlar yazacağım şimdi bu yazıya, ” diye öfkeden köpürerek bir süreliğine oradan uzaklaşmıııış.
Bu arada zavallı kızcağız korkudan çalılıkların arkasına saklanmış. Fatma ise, bizimkini sakinleştirip yatıştırdıktan sonra sevgi dolu bakışlarla, tedirgin ama bir o kadar da kendinden emin gözlere bakıp demiş ki;
-Bak küçük kız! Seni anlıyorum. Heyecanını da anlıyorum. Ama her şey okudukların gibi değil bu dünyada. Ne hayallerle, inancınla ve inadınla düştün bu yola. Haklısın, hepimiz geçtik bu yollardan. Oooo..biz neler yaşadık neler! Ne vefasızlıklar ne nankörlükler gördük bir bilsen! Hem ne hatalar da yaptık. Bak bizi böyle uyaran da olmadı. (sanki olsa senden ne farkımız vardı? Öhö! Öhö!) Hem orada gördüklerinin hepsi umduğun gibi birlikte hareket etmiyorlar, her biri ayrı telden çalıyor maalesef. İlk önce anlamayacaksın bile bunu… Düşeceksin bir kargaşanın içine. Bence sen iyisi mi hiiiiç inme aşağıya… Gerisin geri dön sıcacık yuvana kitaplarının arasına.
-Bana ne!... bana ne!...diye omuz silkmiş başlıksız kız. Ve fırlamış dooooğru aşağıya…
-Hey! O zaman bari şunu dinle! Öyle bir yola giriyorsun ki, şimdiye kadar ki zorlukları mum ışığıyla arayacaksın bak bunu sakın unutmaaa ve çok da hayal kurmaaa! diye arkasından seslense de, başlıksız kız yuvarlana yuvarlana düşüvermiş bambaşka bir dünyayaaaa….
Uzaktan gözüne kestirdiği birilerine usulca yaklaşmış. “Selamun aleyküm” demiş. Gayet sevecen bir karşılamayla “Ve aleyküm selam” demiş kardeşler.
-Nereden geldin nereye gidersin böyle? diye sorunca, (bizim kız uyanık tabii), “Siz ne yapıyorsunuz buralarda” diye soruya soruyla karşılık verivermiş.
-Biz Allah’ın dinini anlatma ve aktarma çabasında olan bir avuç topluluğuz kardeş. İstersen gel sen de aramıza katıl, deyiverince başlıklı kız “Gerçekten mi? Yaşasın! Yaşasın!” nidalarıyla havalarda uçmaya başlamış… O esnada kenarda duran iki bilge kardeş ise, hafif bir tebessümle olanları sadece seyrediyormuş. Aslında birkaç kelam da etmişler, ama o esnada şiddetli bir rüzgâr, almış o sözleri ileriki sayfalara götürmüüüüüş…
Heyecanı yatıştıktan sonra, ormanda rastladığı genç topluluğunu hatırlamış ve demiş ki “Bu ormanın girişindeki genç kardeşleri tanıyor musunuz? Ben onların hallerini hiiiç iyi görmedim… Sanki robot gibiydiler. Ne sevgi, ne merhamet… Her şeyleri yapmacık sanki… Çok da donuk bakıyorlardı. Nereye gidiyor bu nesil? Acaba onlarla ilgili bir takım çalışmalar yapabilir miyiz gücümüz yettiğince? Hem onlara yardımcı oluruz hem de kendimize. Aslında aklıma bir şeyler de geliyor! Ne dersiniz?” demiş kibarca.
-Tabii ki yaparız, hem iyi de olur! Sormayın biz de çok kaygılıyız bu konuda, hemen başlayalım çalışmalara! demişler, demişler de günleeer geçmiş, haftalaaar geçmiş, aylaaar geçmiş bir türlü hala bir şeyler yapılacak “o vakit” gelmemiş… Başlıksız kız dolaşmış dolaşmış dolaşmış, ağaçları saymış, kuşları dinlemiş, böceklerden kaçmış, kaplumbağalarla yarışmış, tavşanları kızdırmış, aslanla dertleşmiş, kediyi beslemiş, çiçekler toplamış, artık ormanda toplayacak çiçek bile kalmamış. (Ne yapsııın ne yapsıııın? He! Tamam buldum!) Sonra bakmış, bir sürü çiçek! Hemen hepsini kurutmuş, kurumuş çiçeklerden tablolar yapmış, bu tabloları satmış, parasıyla dünyayı dolaşmış, hatta Peru’ya bile gitmiş. Yine dolaşmış, dolaşmış dolaşmış, ormana geri dönmüş… Ama her şey hala aynıymış!… Ve kardeşler de pek yoğunmuş yine… İşleri ne de çokmuş!
“Neyse” demiş… “Ben kardeşlerden haber alana kadar, sevinçle hemen nereden başlayabileceklerini görüşmek üzere, yardım etmek için can atan kardeşlere yönelmiş. Ve;
-Hadi, arkadaşlar! Bakın şu kitabın şu sayfasından, şu paragrafının, şu, şu, şu…. derken aniden sözü kesilivermiş.
-Bir dakika kardeş! Tamam, sana söz verdik, yaparız ederiz dedik. Dedik de, sonra oturup, düşündük, taşındık ve de kaşındık… Sonra da Allah için senden cidden şüphelendik… Yahu, kimsin sen? Nereden çıktın? Kim gönderdi seni bize? Yoksa kurt mu? Geçmişte çok darbeler aldık biz. Valla kusura bakma. Ya zarar verirsen bize! Eyvaaaaahhh o zaman yandık!!!(ve küçük kızın anlamakta zorlandığı türlü türlü ithamlar…)
-Ama, ama sö.., söz verdiniz siiiizz…diye kekeleye kalmış bizimkisi. Daha da ne diyeceğini bilememiş. “Her neyse” demiş yine ve Rabbine tevekkül edip onları şüphe ve zanlarıyla baş başa bırakmış. Çünkü Allah kuluna yetermiş…
Hayal kırıklığıyla karışık derin üzüntünün eşliğinde, “Olsun ya! N’apalım? İnşallah geç olsun da güç olmasın” diyerek yine düşmüş umutla yola… Gözlerini kapatıp, derin bir nefesle, kuş seslerine kulak vermiş. Tam o esnada, az ileride eski mi eski, köklü mü köklü, söylemleri yere sağlam basan bir topluluk görüvermiş… Fakat buranın bir kapısı varmış. Öğrenmiş ki sonradan, ööööyle oraya herkes kolay kolay giremiyormuş. Ama olsun, zaten sorsalar da başlıksız kız parolayı biliyormuş. Bu parola dünyanın her yerinde geçerli olan, Hakkı hâkim kılacak yegâne sözmüş. “La ilahe illallah, Muhammed'ur Resulullah!” Ne büyük, ne muhteşem sözmüş. Bununla ilgili cebinde bir yazısı bile varmış. Bu sözün büyüklüğünden arz ve sema sallanırmış. Bu söz uğruna neler feda edilmiş, ne canlar toprağa düşmüş, nicelerine sonsuz nimet kapıları açılmış…“Ya Rabbim, bizleri hidayete erdirdikten sonra kalplerimizi kaydırma ve Sen’in razı olacağın salih bir amelde bulunmamızı ilham et!, Rabbim, beni girilecek yere doğru bir girdirişle girdir ve çıkarılacak yerden doğru bir çıkarışla çıkar ve katından bana yardımcı bir kuvvet ver.” dualarıyla, eski halinden sanki biraz değiştirilmiş yeni kapıyı usulca çalmış,
-Tık, Tık, Tık…
-Kim o?
-Ben başlıksız kız, şu bildiğiniz işte!
-Tamam… Söyle bakalım parolayı!
-La ilahe illallah, Muhammed'ur Resulullah…
-Onu biliyoruz zaten ama yetmez! Adın ne? Soyadın ne? Ne iş yaparsın? Boyun kaç? Annenin adı, babanın adı, dayının en sevdiği çiçek, halanın en iyi pişirdiği yemek? İlkokul numaran, ayakkabı bağın ne renk? Nerde yazıyorsun? Niye yazıyorsun? Vefalı mısın vefasız mı? Vefasızlar hakkında ne düşünüyorsun? Vefa demişken, boza sever misin? Neden şıra değil de boza seversin? Ne yani, bozacının şahidi şıracı da sen buna itiraz mı edersin? Kimlerdensin? Necisin? Kimcisin? İn misin, cin misin? Yoksa tasavvuf ehli misin? Heeeey başlıksız kız sen kimsin?...
(“He İşte!… Şimdi biraz zor yayınlarlar bu yazıyı. Bence sen o kısma hiç girmeyecektin Fatma abla… Naaber? Hep sen akıl veriyorsun da bana, görünen o ki sen de dersini almamışsın halaJ” deyivermiş bizim başlıksız kız. Eeee.. doğru söze ne hacet!)
Nasipse buluşuruz yine!
Selam ile…