Fatma CEREN
BAŞLIKLI MASAL -3-
(Nasip bugüneymiş işte… Hamdusenalar olsun kavuşturan Rabb’imize…)
Bu huzur ve mutluluk dolu ormanda; günler geçmiş, mevsimler değişmiş, sitemler yağmış, meraklara dolanan polenler rüzgârlarla uçuşmuş. Bazı çiçeklere tutunmadan önce nice yollar kat etmiş, merak tohumlarından nice güzel bitkiler yeşermiş. Tomurcuklar kuru dallardan büyük bir sevinçle fışkırırken, gökyüzünün mavisine hayranlıkla bakakalmış. Her birisi gönüllere ve gözlere mutluluklar serpiştirerek açıldıkça açılmış. Kokuları her yana inci mercan gibi saçılmış.
Sahibinin emrine amade her varlık görevini yerine getiriyorken; kâinattan bakıldığında zerre kadar yer kaplamayan insan; bütün zulmüne, ifsadına, kötülüklerine ve tuzaklarına Allah’ın verdiği mühletle ve O’nun izniyle devam etmiş. Etmiş, etmiş de boncuk görünümünde bir odun parçası olarak, kaybedenler kolyesine dizilivermiş. Bu kolye, dünyanın gerdanına çok yakışmış yakışmasına da, ahretteki büyük hüsranın sadece koparılıp dağılıveren parçaları oluvermiş…
Başlıksız kız, dikkatle bütün ormanı haftalarca, günlerce, gecelerce gezmiş. İzlemiş, düşünmüş, düşünmüş, düşünmüş… Her güzelliğe ve kötülüğe de şeye şahit olduğunda, hep Fatma ablasının uyarılarını hatırlamış.
Sonra da dönüp kendi kendine;
-Olsun! N’apalım? Bunların hiç biri boşa değil elbet! Hepimizin canı sağ olsun… Müminler kardeştir… Biz yolumuza devam inşallah, diyerek büyük bir huzur ve eksilmeyen coşkusuyla, dilindeki dualara her gün yenisini ekleyerek vesvesecileri kovmuş. Çünkü müminin en güçlü silahı “DUA”ymış…
Fısıltılar diyarından mümkün mertebe uzak durmaya çabalayan başlıksız kız koyulmuş yine yoluna. Düşe kalka zorlu bu yola yolcu olabilmenin; artık satırlardan değil, satır aralarına sıkışmış hayatlardan öğrenilebileceğini nihayet anlamış. Ama yolda gördüğü manzaralar karşısında çoğu zaman ağzı açık kalmış. İnsan denen varlığın, küçük bir kıza anlatılırken; henüz kendisinin bile görmediği ne zulümlerin, ne fenalıkların ve insan icadı kötülüklerin tüm dünyayı kapladığını bir kez daha iliklerine kadar hissetmiş! Adem (a.s.)’ın yaratılışından beridir; insanın, Allah’ın rızasından ve korkusundan uzaklaştığında, ne vahşetlere bırakın imzayı ve parmak izini, kalıbını basmasına; protesto nidalarıyla değil, dualarına ev sahipliği yapan gönlüyle kıyam etmiş! Bu zulümlerin, uzağındakine de yakınındakine de sabretmek ve inancında sebatla yola devam edebilmek, ancak el-Kâfi olan Allah’ın yardımıyla mümkünmüş. Dertlere deva acı bir ilaçla karşılaşmanın gizli sevincini bütün hücreleriyle hissederken, ömrü boyunca bundan yudum yudum içeceği gerçeği, ona bambaşka bir mutluluk ve huzur vermeye başlamış. Çünkü dünyevi dertler ve bu dertlerden kaynaklanan stresler kişiyi zayıflatarak hastalığa yaklaştırırken, Allah için sabır gösterilen uhrevi dertler ve bu dertlerden kaynaklanan stresler, kişiyi kuvvetlendirerek şifaya, güce ve olgunluğa yaklaştırırmış…
Yüceler Yücesi el-Basir olan O Allah ki; gözetleme yerindeymiş, O her şeye güç yetiren ve her şeyin mutlak sahibiymiş. Tevekkül edenler, yalnız O’na tevekkül etmelilermiş. İnsanların bu dünyada saklayabildiklerinin, bir bir açılacağı gün muhakkak gelecekmiş! Ve bir annenin, çocuğunun avucunu tutup, parmaklarını birer birer kapayarak; “Biiir bir söyliyicem, babana bu yaramazlıklarını…Biiir bir!!!” demesi gibi şaka değil bu defa; tüm gerçekliğiyle büyük küçük hiç bir şeyi bırakmadan hardal tanesi kadar dahi olsa her amelin ortaya çıkarılacağı günün çetinliğiyle yüzleşmek pek yakınmış. El-Hasib olan Allah gözetleme yerindeymiş. Bu idrakten nasibini almamış insanlar ne kadar da kendilerinden emin ve de rahatlarmış! Bizim kız, her kulun amellerinden hesaba çekileceğini, terazilerle tartılacağını, hatta bazıları için bu terazilerin bile kurulmayacağını düşününce derin bir tefekkürle korku/ümit köprüsünde say yapmaya başlamış… Köprünün her iki yanında, şeytan ve nefis… Sadece ve sadece el-Hafîz olan Allah’a sığınmış. Dilinde ise, önce dünyaya değil, kendi nefsine hâkim kılmaya mecbur olduğu müthiş söz. Ancak nefislere hükmettikçe, çığırlar açabilmenin mümkün olduğunu idrak edebilmek ne kadar da önemliymiş!
Bu düşünceler içerisinde ormanda gezintiye çıkan başlıksız kız, ileride büyük bir topluluk görmüş. Aaaa! Bunlar ormanın girişinde gördüğü, sevimli mi sevimli, tatlı mı tatlı, şeker mi şeker, bilgili mi bilgili, imanlı mı imanlı, çalışkan mı çalışkan sorumluluk sahibi gençlermiş. Bu sefer ilk karşılaştığı gündeki gibi donuk ve anlamsız bakışlar yokmuş hiçbirinin gözlerinde… Kaygı, endişe, merak, uykusuzluk gibi emarelerin yanı sıra; masumiyet, canlılık, dirilik, ümit ve sevgi de varmış. Acaba bunlar burada ne yapıyorlarmış? Yavaşça yanlarına sokulup konuşulanlara şahit olmuş;
-Yaa..İşte geldi büyük gün..Ne yapacağız Allah’ım biz? Nasıl geçeceğiz bu köprüyü? O kadar da hazırlandık ama? Anne yaa…. Ühüü hüüü üüü…!!!
Annesi(babası);
-Tamam kızım ... Sen üzülme, inşallah başaracak ve rahata kavuşacaksın. Güzel bir yere yerleştirir Rabbim büyük lütfuyla ve izni keremiyle!
-Ama anne ya başaramazsam! Ne olacak o zaman halimiz? Mahvolurum, hem sizi de mahvederim… Yılardır emek veriyoruz hep birlikte…
-Olsun kızım olsun! İnşaallah sen elinden geleni yaptın, her imtihana hazırlandın… Biz de senin için elimizden geleni yaptık… Şimdi ise en büyük sınav önünde… Hadi bakalım bunu da geç! İnşaallah bundan sonrası rahatlık ve mutluluk âlemi…
(Annesinin yedişer ayetel kürsi okuduğu, yedi pirinç tanesini çocuğuna yutturduktan sonra sarılmışlar ve ebeveynlerinden böyle hüzünle ayrılan her genç ilerlemeye başlamış aynı yöne doğru…)
“AMAN ALLAH’IM!!!” diye çığlık atmış bizimkisi. “Ya Rabbi... Öldüm mü yoksa? Öldüm işte! Demek geldi vakit! O büyük hesap günü? Ya Rabbim sen benim de hesabımı kolay eyle, bana da yardım et” diye titreyerek başlamış bizimkisi duaya! Lailahe illallah, Muhammeden Resullullah demiş defalarca… “Allah’ım sen demin korkan kızcağıza da ailesine de, buradaki bütün herkese de talip oldukları ve yerleştirilmeyi arzu ettikleri mutluluk, huzur yurdunu, cennetleri nasip eyle ve bize de…Amin!” Demek önce gençler hesaba alınıyormuş. O kadar korkmuş o kadar korkmuş ki! Allah’ın vaad ettiği gün nasılda hiç anlayamadan çabucak gelivermiş ve ne ara ölüvermiş? Ama neden hiç hissetmemiş? Allah Allah!!! Hani can çıkıyorken, acı çekilecekti? Ölüm meleğinin gelişini de hatırlamıyormuş. Hem, hani o gün kişi annesinden, babasından, evladından, her bir yakınından kaçacaktı? Eee..bunlar habire sarılıp duruyorlarmış. Yok! Yok. Bu işte bir iş varmış! Ne olduğunu anlamaya çalışırken aniden bir anons yapılmış… “Dikkat! Sınav için son çağrı! Ailelerin kapı önünü boşaltmaları önemle rica olunur! Sınav yirmi dakika içinde başlayacaktır!”
“Hay Allah’ım ya! Allah sizin iyiliğinizi ve hayrınızı versin!” dedikten sonra, kendini toparlamış ve “İyi ki düşünceler okunmuyor” diyerek gülümsemiş… (Malum topluluk; günlerdir, haftalardır, aylardır, yıllardır bu günü bekliyormuş. Daha ana rahmindeki yolculuğunda anne babaların; doktor, mimar, mühendis, diş hekimi, eczacı, öğretmen hayalleriyle tanımlanmamışlar mıydı zaten? Sormamışlar mıydı amcalar teyzeler “Ne olucaksın sen bakıyim büyüyünce?” “Anne/Baba olucam” masum cevapları hiç ama hiç önemsenmiş miydi? (Oy oy! keşke herkes hakkıyla anne baba olabilmenin idrakine varabilseydi de, bırakında bu meslekler de geride kalıverseydi) Biraz daha akıllı kabul edilen çocukların cevaplarıyla biçilmemiş miydi dünyalık değerleri… “Doktor”, “Mühendis” , “Mimar” yerine, dedilerse (benim gibi:) “Tezgâhtar”, “Pazarcı” yahut “Tamirci” , yandıklarının resmi değil miydi? Durumu kurtarma çabasındaki aileler çevirmediler mi kelimeleri en has hallerine… Tamirci oluvermedi mi “Makine Mühendisi? Tezgâhtar dönüverdi “Halkla İlişkiler Müdürü”ne; pazarcı da en makbulünden “Pazarlama sorumlusu”… İşte böyleydi bu masum gençlere biçilmiş roller, onlar her şeyden habersiz masum çocuklarken bile… Okul/Dershane/Ev üçgeninde kaybolmuş gemilerle başlamıştı bu uzuuuun yolculukları. Bu üçgenin iç açılarını ve dışa açılarını hesaplamaktan başları dönerken, hayatta neleri ıskaladıklarını acaba fark edebilecekler miydi? Dünya döndüğü sürece bu hengâme böyle gidecek miydi? Yoksa birden dünya duru mu verecekti?)
Geleceğimiz olan bu gençler, bir gece öncesinde uyumuş gibi yapıp aslında sabah değin gözlerini kırpmamışlar. Sabah erkenden yollara düşmüşler. Bu karşı konulmaz heyecan; kimilerine bulantı, kimilerine çarpıntı yapıp hatta bazılarının canına bile mal olmuş. Söz konusu sınav ise, neredeyse sırat korkusuyla eşdeğer bir korkuyla insanları hayata bağlayan, sarıp sarmalayan, örtüp bürüyen, ta hücrelerine kadar hayatlarının her dakikasını esir alan üniversite sınavıymış. Öyle kolay değilmiş kazanmak… Yarışmayı gerektiriyormuş. Sonuna kadar takibi de… Kim ne kadar çözüyor, çözemiyor, çözer gibi yapıp da, çözülüveriyor? Adeta yarış atını andıran, aslında sahiplerine de bir pay düşüren büyük bir yarışmış bu… Batıl dünyada bu yarışta başarılı olamayanlar; kimliksiz, kişiliksiz, etiketsiz, itibarsız, yersiz yurtsuz, şahsiyetsiz ilan edilirlermiş. Eğer o şahıs, Allah’a kulluk mesuliyetlerini unutturacak kadar ön plana çıkarılmış olan bu etiketlerden kendisine bir tane yapıştıramadıysa; ömrünü Hakk’a adamış olsa ve hakkı haykırsa bile nafile… Allah’ın kendi katında değerini belirlediği takva ölçüsünde önemli bir yol almış olsa bile; sözlerinin bile değeri olmaz; üstelik alay, küçümseme çukuruna iteklenmeye layık görülürmüş.
Subhanallah!... Bu ormanda yaşananlar, dışarıdaki batıl dünyayla biraz benzeşiyor muymuş? Hadi batıl dünya için “gelecek” kavramı bu dünya ile sınırlıymış, bunu anlaşılabiliyormuş. Fakat kendisini İslam’a nispet eden cengâver ruhlu müslümanlar evlatlarının geleceğinden ne anlıyormuş? “Gelecek” bu dünyadan sonra yürünecek olan yol değil miymiş? Öncelikli ve önemli olan; hakikati vahiyden alıp, izzeti ve şerefi yalnız Allah’ın katında aramak değil miymiş? Hz. Peygamber (s.a.s.) o müthiş örnekliğiyle, sahabesini ve bütün müminleri; dünyalık hırslara, ihtiraslara, şeref kapısı ilan edilen tamahkâr kimliklere ve dünya malına karşı uyarmamış mı? Tamam, elbette ki meslek ve ilim sahibi olmak ve ilim Çin’deyse bile almak, sünnetin bir gereğiymiş. “Ama ya mübarekler! Ahret için gerekli tüm azıkları bir kenara bırakıp; Çin’e sülalecek yerleşmenin ne âlemi varmış?” diye düşünürkeeeeennn, He işte! Fatma abla yine görünüvermiş;
-“Ah..başlıksız kız Ah..Sorma! Bu gelecek derdinden nice çocuklar nice gençler heba ediliyor buralarda bir bilsen! demiş. Allah’ın farz kıldığı bir hususta hassasiyet göstermeyen anne babalar; evladının çözemediği matematik sorularından dolayı, nasıl da hesap soruyorlar. Kuran ayetlerini akılları yetmiyor ön kabulüyle okumayan anneler, trigonometriyi gayet de iyi biliyorlar… Ya da süblümleşmenin ne olduğunu. İslami konularda görecelik kavramını didik didik ederken babalar, Einstein’ın görecelik kuramını hiç sorgulamadan öğretiyorlar aslan oğullarına… Kıssalar üzerinde kafa yormayan ağabeyler ablalar; kıssadan bir hisse vermeyen yarım sayfalık paragraf sorularını defalarca okuyup buluyorlar cevapları zor da olsa… Her neyse; bundan sonra karışmıyorum artık. Bu ormanda gördüklerin yeter de artar sana… Allah yolunu açık etsin ve seni her türlü kötülüklere ve tuzaklara karşı muhafaza etsin! Allah’a emanet ol güzel kardeşim.”demiş ve başlıksız kızın şimdiden yorulmuş gözlerindeki iki damlayı görmezden gelerek arkasına dönmüüüüş ve kendi yoluna koyulmuuuşşş…
Hz.İbrahim(a.s.)’ın ailesini bırakıp da, arkasına dönememesi gibi bir hissin belki zerresiymiş bu. Ama zormuş… Geçmişinde dolaşırken öğüt vermenin faydası olmadığını zaten başından beridir biliyormuş. Çünkü okunanlar ancak yaşanırken gerçekliğiyle kişiyi yüzleştiriyormuş. Herkesin kendi imtihanını omuzlaması, göğüs germesi, yüklenmesi, ciddi bir mücadele içinde ciddi sorulara ciddi cevaplar araması her müminin kendi kulluğunun gereğini yapması kaçınılmazmış. Ve en önemlisi de, bu yolda en güzel azık takva, tek dost ve yardımcı ise Alemlerin Rabbi olan el-Veliyy olan Allah’mış.
Yüzyıllar boyu şeytan aynı şeytanmış. “Senin yüzünden azdım” dediği insana açtığı savaş elbet her yerde olduğu gibi, bu ormanda da çoktaaaaann ilan edilmiş. Gruplar için özel yandan çarklı saptırma modellerini dağıtırken; kişiye özel zaaf soslu nefs pastalarından dilim dilim ikram etmeyi ihmal etmiyormuş. Mevcut batıl sistemlerin binekleriyle, yoldaki işaretleri değiştirerek; yanlış tabelalarla donattığı uçsuz bucaksız yola, boylu boyunca uzanıveriyormuş. Zaten bu yolların bazıları o kadar uzunmuş ki, kutupları bile aşıyormuş. Ama şeytan denen lanetlinin, Allah’ın muttaki kulları üzerinde hiçbir zorlayıcı gücü yokmuş. Mümin bir kul, tevhid sancağını, önce nefsine sonra yeryüzüne dikme gayesini kaybetmedikçe, Rabbi olan Allah’a devamlı şükredenlerden ve inşallah kazananlardan olacakmış.
Eee..şeytan aynı şeytan da, peki insan farklı mıymış? Yüzyıllar boyunca insan, Hz. Adem(a.s.)’ın yaratıldığı şekilden biçim ve güç olarak farklı inşa süreçleri geçirmiş olsa da; özünde “aceleci”,”zalim”, “nankör”, “tartışmacı”, “aciz” ve “bencil” olma özelliğini hiç ama hiç kaybetmemiş. Habil-Kabil çatışmasından başlayan bu serüven, yüzyıllarca kıskançlık, kin, hased, hırs, intikam girdabına baş aktörlerini toplar ve kurduğu senaryolarla geçici kazançlar sağlarmış. “Hayırlarda yarışın!” uyarısına rağmen; dünyevi kazançlar uğruna yarışıp baş olma sevdasıyla koşturmak, kötü bir alışkanlık haline gelmiş…”İnsan” ı kazananlardan eyleyecek yegâne yol ise, Allah’tan gereği gibi sakınmak ve O’ndan hakkıyla korkmakmış. Çünkü O el-Kahhâr ve el-Müntekîm olan Allah’mış. Allah(c.c.) sadece kendisinden gereği gibi korkanlara, doğruyu yanlıştan ayırt eden bir basiret verirmiş. Dağları paramparça eden, uzaklaştığı kalpleri taşa çevirten; ama hala bir nefeslik vakit varken de kalpleri yumuşatmayı, gönüllere şifa olmayı ve sükûnetle gönüllerle dinlendiğinde esirgenme ve bağışlanmaya vesile olmayı bekleyen o mübarek kitaba sahip çıkmak lazımmış. Nefsi savaşlardan dolayı terk edilmeye yüz tutmuş Kuran-ı Kerime ve onun en güzel uygulayıcısı olan Hz.Muhammed (s.a.s.)’ın örnekliğine ne kadar başvurulursa, ve eğer başlar onun yoluna koyulursa; başa baş dünyevi yarışlardan vazgeçilecek; ebedi mutluluk, huzur ve nimet cennetleriyle baş başa bir hayat başlayacakmış. Ve bu defa, dünya hayatında acıyla yudumlanan sabır içeceğinin yerini, misk kokusu olan mühürlü halis bir içecek alacak; “Selam,selam..” nidalarıyla bambaşka sonsuz ve güzel bir hayat sürülecekmiş…
“İşte yarışanlar ancak bunun için yarışsınlar” (83/26) buyurulmuş...
Vesselam...