Fatma CEREN
DEPREM VE SONRASI...
Haydi haydi haydi... Kalkın, bir ihbar var!..
Zor daldığım derin uykudan uyandıran ani ses, kalın tonlardan aceleci ve telaşlı tınısıyla tüm çadırı kapladı. Yüzde yüz ortopedik, tam konforlu sıcacık odamdaki yatağımdan elbet farklı bir kalkıştı bu seferki. Sıfır derecelerinde, soğuk bir çadırdaki uyku tulumundan ani bir sıçrayış da denebilir aslında… Hemen herkes alınan eğitim üzere 5 dakika içerisinde şaşkınlık verecek bir hızda hazır ol vaziyetinde, ekip başının işaretini bekliyordu. Bir önceki kalkıştaki acemiliği atmanın verdiği cesaretle sıradaki yerimi aldım ve sanki onlarla yıllardır aynı eğitime tabi tutulmuş gibi ne yapıyorlarsa aynısını yapıyordum. Bir tek, o oldukça iri üç köpeğe alışamamıştım, onlar da bana…
İhbar aldığımız yere giderken ekip başı bana yapılacakları hızlıca bir kez daha anlatıyor ben de tüm soğukkanlılığımla dinliyordum. Karanlık, soğuk, yıkık dökük enkazların arasından bahsedilen yere gelmiş ve tüm teçhizatı indirmeye başlamıştık. Asker ve bazı vatandaşlar merakla bizi beklemişler ve heyecanla yapılanları takip etmeye çalışıyorlardı. Askerlerden en yetkilisi yanıma gelip ekip başından aldığım tüm bilgileri kendisine iletmem gerektiğini, kendisinin de bunu hemen üstlerine bildireceğini ve tüm bunların rapor edileceğini, ilk kez anlatıyormuşçasına sıralarken, ben de ilk kez dinliyormuşçasına hafızama kaydediyordum her dediğini…
Enkazın üzerinden bir türlü ikna edip alamadıkları yaşlı amcayla benim konuşmamı rica ettiler. Halbuki yaşça ve tecrübe açısından o kadar da insan vardı orada. Yavaşça amcaya doğru ilerlediğimde sürekli yerlerde kaybettiği bir şeyi arıyordu sanki ve beni görmüyordu bile…
-Amca, amca!.. dedim. Fakat amca hiç duymuyordu beni. Tekrar denedim… Yok, olmayacaktı böyle. Askerin yanına gidip başaramadığımı söyleyince, ihbarı yapanın o amca olduğunu, enkazın altından kızının sesini duyduğunu ve o yüzden oradan ayrılmadığını söyledi ve ben askere bunu daha önce neden söylemediğine kızarken, bu bilgilendirmeden sonra amca ayrı bir değer kazandı zihnimde tabi ki… Tekrar gittim yanına ve;
-Amca, kızını kurtarmak için dakikaları kaybetmememiz lazım, lütfen bize müsaade et deyince, kafasını kaldırıp yüzüme baktı ve;
-O da senin gibi gencecikti kızım, n'olur kurtarın onu, n'olur, diyerek adımlarını ekibin çektiği emniyet şeridinin dışına doğru yöneltti ve orada duran cılız bir ağacın altında çömeliverdi…
Ekip başının yanına çağırmasıyla hemen koştum ve direktifleri yerine getirmeye başladım. O söylüyor ben etraftakilere tercümeyle biraz da bağırarak yapılması gerekenleri söylüyordum.
-Herkes çömelsin!, Ve herkes mümkün olduğunca sessiz olsun! ve hatta çıt bile çıkmasın!… Askere de birkaç talimat…
Kurallara uymakta genelde zorlanan toplumumuz adeta bir tuşa basılıp da komut verilmiş gibi aynı anda denilenleri yaptılar, bir ben ayaktaydım, bir de asker. Ekip hemen köpekleri getirdi ve enkazın içinde yaklaşık on beş dakikalık bir koşturmaca başladı. Üç köpek bir süre deli deli dolaştıktan sonra, aynı noktaya kilitlenince köpekleri çektiler ve cihazlar getirildi. Bu arada sadece bir asker ve ben dışındaki herkes çömelmiş vaziyette olanları seyrediyor, biz de adeta kımıldamamacasına, bir taşı bile ayağımızın altından hareket ettirmemeye çalışarak sabit durmaya çabalıyorduk. Cihazlar çalışmadan önce ekip başı bize de çömelmemizi söyledi. Ve işte o bekleyiş…
Derin , soğuk , ümitle ümitsizliğin arasında ama ümide daha yakın uzun bir yolculuk gibi….Kim ne düşünüyordu diye kafamı mümkün mertebe yavaş bir çevirişle , kuvvetli projektörlerle aydınlanmış donuk suratlarda gezdiriyordum bakışlarımı. Herkeste aynı ifade…Sanki aynı insanız…Tüm farklılıklar yitmiş bir anda; inanan, inanmayan, zengin, fakir, eğitimli eğitimsiz, kaba nazik, örtülü örtüsüz, mutlu mutsuz… Sanki bütün zıtlıklar nötrlenmiş ve o anda bitmeyecek kadar uzun hissedilen ama aslında çok kısa olan bir zaman diliminde öylece aynı yapıvermişti insanları, ortak bir bekleyişin ince ve soğuk koridorunda.
Hani bir gün öncesindeki kargaşa neredeydi? Neredeydi onca tartışma, fikirsel çatışmalar, düşüncelerdeki uçluklar, kavgalar, vurmalar, kırmalar, protestolar, yasaklar, nefretler, kinler, öfkeler, cinayetler, hakaretler suçlar ve cezalar? Buradaki derin ve ortak bekleyiş eritmişti adeta hepsini potasında, peki ortaya ne çıkaracaktı? Unutulacak mıydı tüm bunlar, ya da yıllar sonra şimdi olduğu gibi birer kare olarak zihinlerde asılı kalıp, benzer olaylarla canlanacak mıydı aynı acılar? Kim bilir diyordum içimden. Acaba herkes şu an bunları mı düşünüyordu benim gibi? Ne düşünüyorlardı çok merak ediyordum ve tabii ki merak ettiğim bir şey daha vardı. Amcanın gözlerindeki bekleyiş ve acı bizlere uğrasa, durabilecek miydi oradaki her bir kişi ve de ben onun gibi metanetli ve sabırlı? Amca adeta nefes almıyor gibiydi. Sanki her bir nefesinden bir tanesini artırıp kızına gönderiveriyordu, toprağın altında zorlanmasın diye, yaşasın diye, tekrar canı olsun, yavrusu olsun, birtanesi olsun diye… Bir an göz göze geldik. Bu sefer boş bakmıyor, sanki yardım istiyordu, sanki yalvarıyordu, sanki tüm varlığı ve benliğiyle çırpınıyor ve sesini duyurmaya çalışıyordu birine. Ama bana değil. Peki kime? Evet , Allah’a... Amca dua ediyordu. Ağlamıyor ve fakat ağlamanın ötesindeki hıçkırıklarıyla dua ediyordu ve gözbebeğinin köşesindeki azıcık bir ümidin ışığıyla, sanki hem kendini hem de oradakileri ısıtıyordu ... Dua?.. Bu kadar kuvvetliydi demek?..
Ekip başı bana seslendiğinde, sanki tüm dünya bana bakıyordu ve sanki ben tüm dünyanın gözleri önünde yıkık dökük taşların üzerinden yavaş, telaşlı fakat sakin olma zorunluluğunu beynime bir komut olarak vermiş, hafiften hızlı adımlarla yürüdükçe, sanki o taşlar birer dağ olup önüme geriliyorlar ve bana geçit vermemecesine şaha kalkıyorlardı. Ekip başı kırk-elli yaşlarında işinin ehli olduğunu her haliyle belli eden, fazlaca sakin ve sanki sıradan bir işi yapıyormuş gibi umursamaz tavrını yüzünden hiç eksik etmeyen, tam lider ruhlu bir adamdı. Kendisine yaklaştıkça gözlerinden sonucu çıkarmaya çabalıyor, fakat o donukluğuyla o hiçbir ipucu vermemeye ahdetmiş gibi ısrarla boş bir bakışı sabitlemiş hiç bir şey sezdirmemek için inat ediyordu. Aramızdaki mesafe bir metreye indiğinde, sanki en yüksek dağları tırmanmış gibi hissettiğim yorgunluğuma, kalbimin çarpış hızına engel olamama kızgınlığım eşlik ediyor ve fakat sakin olma komutunu yine beynime telkin etmeye çalışıyordum.
O an duruverseydi dünya ve biz hiç öğrenemeseydik cevabı diye kısa bir düşünceye tam dalmak üzereyken ve belki iki kelime ile her şey çözülecekken, tüm yüreklere bir düğüm olacak diğer iki kelime döküldü ekip başının ağzından, sakin, soğuk ve bir o kadar da net bir ifadeyle…
-Kız ölmüş!...
Kaldınız değil mi siz de öylece?
İşte ben de aynı böyle oldum.
Arkamı döndüğümde başta her adımımı takip eden asker olmak üzere herkes ağzımdan çıkacak kelimelere kilitlenecek ve ben o anda bu arama kurtarma ekibine gönüllü tercüman olarak başvurmuş olmama muhtemel derin bir pişmanlık ve kızgınlıkla belki de hiçbir şey söyleyemeyecek, herkese tüm zayıflığımı, çaresizliğimi ve üzüntümü ifadeyle belki sadece ağlayacaktım…
Bir an durdum. Ekip başı iyi olup olmadığımı, yüzünde nadir görülebilecek bir merhamet mimiğiyle bu defa sessizce sordu. Ve ben, şu satırları yazarken şu anda yaptığım gibi derin bir yutkunmanın ardından, iyi olduğumu kendisine ifade ettim. O zaman “Haydi! sizi bekliyorlar, gidin ve söyleyin, biz de biran önce ekibi toparlayalım” dediğinde; ben bu işlerdeki önemli ve çok nazik bir prensibi öğrenmiş bulunuyordum. Sonuç bildirilene kadar, ekip ölen kişiye saygısından bir adım hareket etmiyormuş…
Arkama dönmek o ana kadar yaptığım işlerin en zoruydu…Hani koşturuyorduk ya dershanelerde, okullarda, bir sınav stresi aman da aman…Kızımızın en büyük derdi bu şimdi amcası…Terapi mi aldırsak ne? İyice strese girdik ailecek. Aman kızım sakın üzülme! Girersin bir yere! Sana üniversite mi yok?
Haydi kazandık, gittik bir yerlere… Zor ve çetrefilli sınavlar karşısında gösterdiğimiz derin önem ve üzüntüler…En iyi notu ben almalıyım hırslarıyla heba edilen vakitler. Ve ailelerin kurulu saat gibi, bir araya geldiklerindeki en önemli mevzuları yani ortak kaygıları, çocuklarının geleceği… Ne gelecek ama!
Veya alışverişlerde bir türlü karar veremediğimiz, kırmızı çizgili mi olsa, beyaz kareli mi diye harcanılan saatler, yorulan zihinler ve gözler, aynı zamanda yorgunluktan şişen ayaklar. Alt tarafı bir süre sonra atacağın bir kıyafet için dükkan dükkan dolaşmalar…
Rengin teyzenler yazlıklarını yeniliyorlarmış biliyor musun? Biz ne yapacağız şimdi? Bu yaz nereye gitsek acaba?.. Endişelerine karışmış deruni kaygılar… Elalem eksenli seçimler, çabalar ve yaşantılar…
Hayaller, emeller uzunundan ve kısasından… Büyüğünden küçüğünden, zorundan kolayından... Her çeşidinden işte... Ne zorlu bir hayatmış be bizimkiler?
Arkama döndüğümde, tahmin ettiğim görüntüyle karşılaşmış olma haleti ruhiyeme alışmaya çalışarak sakin adımlarla ve az önce ekip başından öğrenmişliğimle yüzümde gayet donuk bir ifade oluşturma çabama takoz olmaya çabalayan halihazırdaki gözyaşlarımı tutmak içindi tüm kaslarımı sıkmam… Amca epeyce ilerideydi ve ben önce söylemem gereken kişi olan askeri teğet geçtim ve ona doğru fırlattığım bir bakışımla bu sonucu ilk öğrenmeye layık kişinin kızın babası olduğunu haykırmıştım aslında… Anlamamış olmalı ki, seslendi arkamdan ve onlarca kişinin bakışı önünde kendisine beklemesini sanki bir üssü gibi emrettiğimi şu an bile hatırlıyorum. Öyle bir ses tonuyla söylemiş olmalıyım ki, olduğu yerde kalakalmış sanki biraz önceki gibi yere sabitlenmişti.
Ağır ağır amcama yaklaşırken, amca cılız ağaçtan hafifçe aldığı bir destekle ayağa kalktı ve ben yüzüne bakma cesaretini artık zerresini bile hissetmediğim gücümle, bunu ona nasıl ifade edeceğimi düşünürken;
-Ölmüş değil mi?, deyiverdi…
O kısacık yürüyüşte yüzlerce kelimeyi zihnimden geçirerek, en iyi birkaç tanesini en uygun dizilişe getirme çabamla neredeyse tüm dünyayı değiştirebilirdim sanki. Ve fakat ben hiçbir şey söyleyememiştim. Ve söyleyemeyecektim de. Hemen arkasından;
-O da senin gibi gencecikti biliyor musun kızım? Buraya okumaya gelmişti. Ben memleketten hemen koşup geldim ve inan bana inan ki duydum sesini… Siz gelmeden önce hem de…
Hayran kalınacak bir sakinlikle birkaç şey daha söyledi ve enkaza doğru ilerlemeye başladı.
Ben sadece dinledim…
Evet… Sadece dinledim…
Hiç bitmesini istemediğim bir roman gibi, amcanın susmasını hiç istemedim. Sabaha az kalan bu vakitte ertesi günün akşamına kadar da olsa onun dilinden kızını dinleyebilirdim.
Ekip hemen toparlanmaya başladığında yine bir prosedür gereği asker cesedi çıkarma operasyonunu başlattı. Ekip gitmek üzere beni çağırdığında, biraz daha bekleyeceğimi , kendileriyle konakladığımız yerde buluşacağımı söyleyerek, bir kenarda oturup seyretmeye başladım. Yaklaşık bir saat sürdü…Ve siyah torba verildiğinde, cansız gencecik bir beden babasıyla buluşmak üzere son kez gün yüzüne çıkıyordu, bir süre sonra tekrar geri döneceği evinden…
Adı Fatma’ymış… Hem de başörtülüydü… Birinci sınıfta tıpta okuyormuş…
Seni hiç unutmadım Fatma…Ve zaman zaman rüyalarımda görüyorum…
Ve o zaman bazı sebeplerden dolayı sana sadece acırken, şimdi seni çok seviyorum.
Gerçekten.
İnşaallah Rabb’imin nimetleriyle lütuflanıyorsundur.
Ve inşaallah rüyalarımda, sana yetişemediğim için ettiğin sitemler; yerini Rabbimin cennetlerinde karşılıklı oturup keyifle yapacağımız sohbetlere bırakır…
İnşaallah görüşürüz Fatma...İnşaallah…
Selam ve dualarım tüm bağrı yananlara…