Fatma CEREN
DOĞRU MU YOK, DOĞRULAN MI?
Düşünce yorgunluğu içinde ağzımı açsam ve bütün insanların duyacağı bir sesle “Doğruyu kaybettim göreniniz, bileniniz var mıııı?" diye haykırsam; doğudan batıdan, kuzeyden güneyden, dereden tepeden, köyden şehirden, ormanın taa derinlerinden aynı uğultunun çıktığını duyacak ve bu uğultunun aynı cümleye ses verdiğini göreceğim.
"Vaaar.. Doğru burada!"
Kimisi bilimsellik, kimisi çağdaşlık, kimisi realistlik, kimisi akılcılık, kimisi felsefe, kimisi mantık, kimisi siyaset adına ortaya koydukları doğrulara beni çağırırken, Muhammed ümmetinin çok geniş bir kesimi de beni, Allah adına ortaya koydukları doğrulara çağıracaklardır. Tabi ki öylece yerimde kalacak ve karşılaştığım bu durumu anlamaya çalışacağım. Bir süre sonra çağdaşların, realistlerin, akılcıların, felsefecilerin, mantıkçıların ve siyasetçilerin beni niye farklı doğrulara ve farklı adreslere davet ettiğini anlayacağım anlamasına da, Muhammed ümmetinin içinden gelen farklı davetleri bir türlü anlamayacak, anlayamayacağım.
Gönlüme hüzün veren ve gözümü yaşartan bir fısıltıyla kendi kendime "Kız Fatma, hani bunların ortak Kitap'ları, ortak doğruları, ortak davetleri yok muydu?" diyerek iç çekeceğim. İşte o esnada susacak, kolay sorunun söylenmesi zor cevabını vermeyecek Fatma ve elinin tersiyle gözyaşlarını silerek Kur'an'ı açıp okunması gereken bir ayeti okuyacak.
"Allah'ın ipine sımsıkı sarılın!”
"Tutun!” değil… “Sarılın!”… “Hem de sıkı” ... “Sımsıkı”… Bu ayeti okuduktan sonra yine hüzünle müslümanlara ve müslümanım diyenlere bakacak, ormandaki günlerimi garip bir hüzünle anımsayacağım. Bakışımdaki minnacık umudla dualarımı mayalayacak, belki hiç yiyemeyeceğim bir nimetin, ömrüm boyunca pişmesini bekleyeceğim. Çünkü bu ayete iman eden ben, Allah’ın ipine talibim…
“Allah’ın ipi” … Bu muhteşem ifadeye hayran kalacak, sonra kıt anlayışımın içine sessizce gömüleceğim. Sımsıkı sarılacağım(ız) ip nerede?... Allah’ın ipi nerede? Doğru nerede? diye aramaya başlayacağım.. Benim bu arayışımı duyanlar sanki Mevlamı aramıyor da, belamı aranıyormuşum gibi beni bir pazara sürükleyecekler. İsmine İslam! denilen bu iplikçiler pazarında, her taraf ip, her taraf iplikçi!... Kalabalıklardan yükselen tezahüratlar ve yeminler eşliğinde “En Hakikisi bu” diye elime tutuşturuluveren iplerin, nerelere uzandığını göreyim diye, parmaklarımın taa en ucuna yükselip etrafa bakınacağım. Telaş ve şaşkınlıkla seyre dalmışken, gönlümün mü yoksa parmaklarımın mı daha çok sızladığını, ancak taşıdıkları yükü kıyas ettiğimde anlayacağım.
Allah adına yapılan bu davetlerdeki, savrulan bu yeminlerdeki kuvvetli sese önce hayranlık duyacağım. Ama tezgâhların ön tarafında yeminlerle eğirdikleri ipleri, aynı yeminlerle tezgâhların arkasında nasıl da çözüverdiklerini, değişen her realiteye göre yeniden nasıl eğirmeye çalıştıklarını görünce, Kur'an'da yün eğiren, bozup bozup tekrar eğiren yaşlı kadını hatırlayacak, "Aman Ya Rabbi ben neredeyim?" endişesiyle gerçek kuvvet ve kudret Sahibine sığınacağım.
Marjinallik pahasına bu pazardan çıkmaya çalışırken, pazarın ve yaşadığım çağın iknacı münadileri, “Geeeel, İslamcıya geeel, ipin en kalitelisi, en hakikisi bizde abla geeel!” diye seslenecekler elbet; ama ben yanlarından geçip gideceğim. Çünkü Allah'ın ipini sure sure, ayet ayet parçalara ayıran bu iplikçilerden ve onların bu ipliklerinden uzaklaşmak isteyeceğim. Müşterisi çok olan bu iplerin, birilerinin aklına uçan balonlar bağladığını, birilerinin ise boynuna yular olduğunu görmek, görebilmek, gönlüme ve fıtratıma ağır gelecek.
“Aklını da boyunlarını da bu iplere uzatmayanların hali ne acep?” diye düşünürken, aniden karşıma çıkan bir manzarayı korku dolu gözlerle seyredecek, olduğum yere çöküp kalacağım. "Ben sadece müslümanım, ben sadece Allah'ın ipini tutarım" diyen bu pazara yabancı gariplere, iplerden yapılan kementlerin nasıl atıldığını, onların nasıl yakalanmak istendiğini görecek, kalabalıkların verdiği bir cesaretle o gariplere "Ya bu ipi alacaksın, ya bu iple asılacaksın" denildiğini duyacağım.
Fatma bütün bu olup-bitenlere korkuyla bakarken gördüklerini, İslam ümmetinin geçmişine bakıp anlamaya çalışacak. Yüzyıllar süren bu serüvende; doğru kisvesiyle kimileri birilerine rehberlik etmiş ve ediyor. Kimileri bu rehberliği mülkiyete dönüştürüp, milletin sırtında taşınmış ve taşınıyor. Kimileri geçmiş atalarını övüp, kendilerini varis göstererek, soyut bir mirası somut olarak yiyor. Kimileri kendilerini adres gösterip, adres mahallini imara açıyor. “Doğru” adına birileri birilerini yanlışlara ve cenderelere sokarken, bazıları bazılarını fetva ile takva! uçurumuna itiveriyor.
Bazıları yolu doğrularla adımlarken, dünyanın eteğindeki güzelliklere dolanıp sendeliyor, dünya ve ahiret hayatının gerçek anlamını unutuyor. Elindeki meyvenin şimdiki zamanda yenecek olan dolgun kısmına iştahla bakıp, ahireti ve geleceği temsil eden çekirdekle hiç ilgilenmiyor! Bu gaflet içinde meyvenin dışını afiyetle yiyip, ortadaki “doğru”yu, doğrunun özü ve geleceği olan çekirdeği, "Şu an için gereksiz" diyerek tükürüp atıveriyor. Bazen atmadan önce, ağzında ince bir çöp gibi dolaştırıyor; bazen sakız sanıp çiğneyip, balon gibi şişirip patlatıyor. Velhasıl kelam, ruhunu ve kalbini doyuracak özü attığından, bu dünyada bir türlü doymuyor, doyamıyor.
Bu düşünceler arasında servis şoförlüğü yapacak olan Fatma, böylece tekerrürü, tefekkürle sulayacak sulamasına da; ağır ağır olgunlaşacak bu acı meyvelerin tadına, şu ömrü hayatında belki hiiiç bakmayacak, bakmak istemeyecek. Çünkü bu küçük kız Bir'e, Bir olan Allah’ın ipine talip.
Korkak ve ürkek adımlarla iplikçiler pazarından ayrılan Fatma, ıssız ve insansız ortamda etrafına bakındıktan sonra ilkinden daha kısık ve daha umutsuz bir sesle “Doğruyu kaybettim göreniniz, bileniniz var mııı?” diye tekrar seslenecekti. Bu defa daha korkunç olan bir uğultu, ne doğudan batıdan, ne kuzeyden güneyden, ne dereden tepeden, ne de köyden şehirden değil; Tur dağının eteklerinden, böğüren bir buzağının içinden gelmişti.
“Vaaar.. Doğru Burada!”
Doğru nerede diye fellik fellik dolanan Fatma en sonunda doğruyu buzağıda, buzağıyı Kur'an'da bulmuş ve bunları fark edince pazarda gördüğü birçok iplikçinin, çağdaş birer Samiri olduğunu da anlamıştı. Bunlar ayetleri gören ve doğruyu bilen, ancak bu doğru ile doğrulmayan kimselerdi. Artık Fatma için iman ve teslimiyet gösterilmeyen ayetleri bilmenin veya görmenin başlı başına bir anlamı olmadığı gibi, yaşanmayan ve yaşatılmayan doğruların da fazlaca bir anlamı yoktu.
Doğrular Kur'an'da, Kur'an gibi muazzam bir Kitab'ta olduğuna göre doğruyu veya bu doğrulara kuru bir ses verecek hatipleri değil, bu doğrulara hayatlarıyla can vererek doğrulanları, doğrularak dirilenleri aramalıydı. Çünkü "Doğru mu yok, doğrulan mı?” sorusunun ilk bölümüne "Size gerekli olan bütün doğrular bende" cevabını veren Kur'an-ı Kerim, sorunun ikinci bölümünü size bırakmakta ve benimle birlikte size, sizinle birlikte bana aynı soruyu sormaktadır.
"Artık doğrulmayacak mısınız?"
Devamı sizde…