Fatma CEREN
DOĞRUYA DOĞRU DEMEK, YANLIŞA YANLIŞ DEMEMEYİ KURTARIR MI?
Ya da tersinden düşünelim.”Yanlışa yanlış demeyince, doğruya doğru demek bizi kurtarır mı?” Bir de doğrularla yanlışların karıştırıldığı bir muamma var ki, aslında şeytanın da, şeytani güçlerin de tüm amacı bu. Doğruya yanlış, yanlışa doğru; hatta yeni tasarım modelleriyle Doğru-Yanlış çözeltisini doğru diye sunma durumu. Ayrıştırma işlemlerini unutturma ve gündeme getirmeme çabaları da bu oyunun bir parçası olmalı.
Mevzu bahis durum, kendi farkındalığıyla tesbit edebildiği doğrularla hayat sürme çabasında olanların, bazen burnunun dibindeki bazen de kilometrelerce ötelerdeki yanlışları bilmemesi, zira bilse de bunlara karşı aslında kendisinin de anlam veremediği duyarsızlığı ve belki bazen bana dokunmadan bin yıl yaşasın mantığıyla rahatlık koltuğundan bir türlü ayrılamamasıdır.
Aslında bu bir farkındalık meselesidir. Yani doğru bildiğini zannetme ile birlikte, bu doğrunun kendisine yüklediği sorumluluğu almaması neticesinde yalnızca kendisini aldatmasıdır. Doğruyu bilmenin yanlışı bilmeye bağlı olduğunu idrak edememe durumudur. Yanlışın tanımı ve tesbitini farkındalıktan ziyade bir durum, maalesef doğruyu egemen ve otorite kılamayacak bir durumdur. Bu, dünyanın yaratılışından kıyamete kadar geçerliliğini hakim kılan tevhidin değişmez bir formülüdür.
Tabi burada en önemli nokta ise, kime göre doğru ve yanlış olduğudur. Yani doğrunun kaynağı nedir? Doğruyu ve yanlışı kim belirler? Birden fazla doğru var mıdır? Bu düşünce ışığında, bilmek tek taraflı değil de çok yönlü bilmeyi gerektirmedikçe, bu bilgi de eyleme dönüşmedikçe ve sorumluluk elbisesi hiç çıkarmamacasına kuşanılmadıkça; kendini bilgiyle donanmış zannedenler ve rahatlar zümresi gibi bir topluluk ortaya çıkar ki, bunlar kitap yüklülerin bir nevi arkadaşıdır aslında. Aynı yöne doğru giderler, yüklerinin mahiyeti ve kütleleri farklıdır sadece. Bir de hep bahsettikleri şu aynı yere götüren farklı binekleri de…
Elbise demişken aklıma geldi. "Beş Eser" diye bir kitap var. Bilenler bilir, okuyanlar okumuştur. Anlayanlara da ne mutlu…
Orada Ebu Hanife’nin, öğrencisinin sorusuna müthiş bir cevabı var.
Soru: Hakkı tavsif eden fakat muhalifinin zulüm ve haklılığını bilmeyen kimse için ne dersiniz? O kimsenin hakkı bildiği yahut hak ehli olduğu söylenebilir mi?
Cevap: O kimse hakkı tavsif edip muhalifinin haksızlığını bilmediği zaman adli de zulmü de bilmiyor demektir. Ey kardeşim, bil ki bana göre bütün zümrelerin en kötüsü ve en cahili şüphesiz bu kimselerdir. Onların durumu kendilerine beyaz bir elbise getiren ve rengi sorulan dört kişinin haline benzer ki: Bu dört kişiden birisi “bu kırmızı bir elbisedir der” , diğeri “bu sarı bir elbisedir” der, üçüncüsü “bu bir siyah elbisedir” der ve dördüncüsü de “Bu beyaz bir elbisedir” diye cevap verir. Bu sonuncuya önceki üç kişinin hatalı mı yahut, isabetli mi olduğu sorulduğunda, “Şüphesiz ki ben elbisenin beyaz olduğunu biliyorum. Fakat onlarında doğru söylemiş olma ihtimalleri mümkündür” der.
Devamında da güzel ifadeler olmakla birlikte kitabın okunmasını tavsiye ederim.
Gelelim konuya.
Ne yapıyor kişi? Elbisenin rengini bilmiyor mu? Biliyor, hem de tam isabetle… Fakat ikinci soruda çuvallamasına sebep olan cevabına, bu bilmeden ne fayda? İşte tam da demek istediğim şey bu. Doğruyu biliyor olmakla zaten mükellefiz, bu boynumuzun borcu. Lakin bu doğruyu bizde hakiki ve esas kılan işlevsellik, işte bu ikinci soru karşısındaki farkındalıktır ve tavırdır. Fakat dördüncü şahsa münhasır (!) el-cevap, o günlerde de bugünlerde de asıl yanılgıların oluşumuna, bu yanılgıların kalıplaşmasına, bazen izmleşmesine, dönem dönem farklı kisvelerde sunulmasına hep şahit olduk ve olacağız.
Bugün gerek güya İslami eğitim camialarında, gerek siyasette, gerekse günlük yaşantıya kadar indirgediğimizde hemen her alanda bu durumu görebiliyoruz.
”Tarihselcilik”, “Düşünce özgürlüğü” , “İnsan hakları”, “Demokrasi”, “Saygı”, “Hoşgörü”den tutun da gündelik hayatta hergün sarfedilen “Ben neyim ki ona bir şey diyeyim” , “Haddim değil” , “Öyle düşünmüyorum ama saygı duyuyorum”, “Herkesin kendi görüşü”, “Bence doğru değil, ama öyle de düşünülebilir”, “Hadi bir de bunu deneyelim”… sözlerine kadar götürün işte. Acaba var mıdır biraz da sorumluluktan kaçma duygusu bunun içinde?
Tevhid hakikatini idrak süreci farkındalıkla başlar. Aslında kişisel bazda; düşünmek, dert edinmek, bir nevi etraftaki sorunlara çözümler arama gayretinde olmak ve bunun için sorgulamak da tevhid arayışının bir ön gerekliliğidir, hatta ön şartı bile diyebiliriz belki de.
Tevhid cümlesine “La” ile başlarken; siz çoktan bu sorgulama aşamalarında boğulmuş, pek çok yanlışı fark etmiş, bu gidişin gidiş olmadığına kanaat getirerek olması gerekenin yani doğrunun arayışından önce; onu dolduracağınız kabı temizlemek zorundalılığınızı tasdikle başlarsınız aslında. Neyden temizleyeceğinizi de!...
Neden? Çünkü budur Allah’ın hakikati hakim kılan yegane metodu… Tek!… Başka yok!… Başka yollar olduğunu zanneden ‘aldanmış çoğunluklar zümresi’yle bu tek yolun bilincinde olan ‘marjinal seçilmişler zümresi’ arasındaki farklar; dönemlere, şartlara, algılara ve her türden sosyolojik, kültürel, zamansal, mekansal verilerin doğal ve bilinçli yönlendirmeleriyle değişiklik arz edecektir. Mesela Mekke toplumunda hakikatin karşısında duran insanlar bu “La”nın başlarına ne işler açacağını bilerek ve asla söylemeyerek reddederken, yüzyıllar sonra gelecek bir nesil yine aynı “La”nın başlarına açacağı aynı türden işleri bilmeden, fakat ideallere ve dillere pelesenk edip (güya) kabul edecektir.
Peki fark nedir?