Fatma CEREN

18 Ocak 2013

KÜÇÜK HİKAYELER

Küçük kız, unutmamak için yol boyunca tekrar ettiği sözleri, adeta hafızasına kazımıştı. Git gide yavaşlayan adımlarla kapıya yaklaştı ve çekinerek zili çaldı;

Kapıyı, orta yaşlarda, özentiyle seçilmesine rağmen üzerine pek de yakışmamış kıyafetler içinde, sinirli ve yorgun görünümlü bir bayan olan Selma Hanım açtı.

-İhtiyaçtan artakalanınız var mı? Varsa annem ihtiyaç sahipleri için topluyor da!

Kendisine uzanan küçük ve titrek elin “Kim Allah’a güzel bir borç vermek ister?” buyuran Allah’ın eli olduğunu fark edemeyen; kendisine mal verenin de yoksullar için kendisinden mal isteyenin de Allah olduğunu bilmeyen ve bu gaflet içinde müstağnilikten başı dönen dünyaperest kadın, hiç düşünmeden ve düşünmeye gerek duymadan bu anlamsız soruyu soran kıza döndü ve gizleme nezaketini bile göstermediği bir hiddetle;

-“Ne demek istiyorsun sen? Dalga mı geçiyorsunuz benimle? Bu kaçıncı be!” diyerek kapıyı küçük kızın suratına çarptı. Her şeyi bildiğini zanneden ancak ahiretin tarlası olan dünyanın çorak ve verimsiz toprağına ertesi gün öğlen saatlerinde gömüleceğinden habersiz olan Selma Hanım, yine aynı müstağnilikle burnu yukarda bir şekilde salona geçti…

Küçük olmasına rağmen, tıklım tıkış eşya ile doldurulmuş salonun sağ köşesindeki tekli koltukta kitap okuyan kocasına yönelerek;

-“Ne yüzsüz bunlar be! Bir de diyor ki ‘ihtiyaçtan artakalan’ …Annesi tembih etmiş belli! Geçenlerde apartmanın önünde de söyledilerdi. Nasıl da kullanıyorlar insanların dini duygularını! İhtiyaç biter mi? Çoluk var çocuk var…Okulları, dershaneleri, evlilikleri…Ooooo… Hanımefendinin acıdığı yoksullara yardım edecekmişiz! Onlar da çalışsın kazansın canım… Ben mecbur muyum, herkes mecbur mu onlara vermeye?  Hem biz yapmıyor muyuz yardımlarımızı? Allah Allah!

Bütün gününü evi temizlemekle geçirdiğinden, yorgunluğunun üzerine bir de bu olay tuzu biberi olmuştu. Kapı, cam, banyo, tuvalet derken, bel fıtığı yüzünden, bacaklarındaki ağrıyı anca şimdi hissetmeye başlamış; ama beyazlatmak için iki saatini harcadığı fayans aralarına uzaktan şöööyle bir bakınca içi açılmış, ağrısını falan unutuvermişti. Yorulduğuna değmiş, ev akça pakça tertemiz olmuştu olmasına da bir de şu kız kapıya gelip de keyfini kaçırmasaydı! İnsanlar ne tuhaftı! “Herkesten kime ne kardeşim, her birinin derdine biz mi yetişeceğiz? Allah’ın sahip çıkacağına, biz mi sahip çıkacağız? İhtiyaçtan artakalanmış!”…Tövbe Ya Rabbim. Günaha soktular beni akşam akşam” diye bir türlü susmak bilmeyen makineli tüfek gibi konuşmaya devam etti. Her zamanki gibi bu sözleri de diğerleri gibi sabırla dinleyen kocası, “Keşke silahların olduğu gibi, şu kadınların da birer susturucusu olsaydı, olsaydı da her daim kulaklarının işitmediği, kimi zaman kuru sıkı olsa da, çoğunlukla kurbanlarında geri dönülmez tahribatlara neden olan kurşun gibi sözlerden,  başkaları da zarar görmek zorunda kalmasaydı.  Özellikle de genelde ilk kurban seçtikleri kocaları…” diye hafifçe sadece kendisinin duyabileceği tonda mırıldandı.

Selma Hanım, kocasının dediklerini duymak bir yana, yorulmak bilmeyen çenesiyle birkaç söz daha sarf edecekti ki birden göğsünde hafif bir çırpınma hissetti. Hemen oğlundan kolonyayı getirmesini istedi ve kanepeye uzanıverdi… Başındaki eğreti örtüyü hafifçe sıyırdı, gömleğinin düğmelerinden birkaçını çözüp pencereyi açtırdı… “Hah işte! Adamın asabını nasıl da bozuyorlar, bu kaçıncı, bak yine başladı çarpıntım!” diye sessiz ve bir o kadar da düşünceli kocasına söylenmeye devam etti.

-“Hanım ne kadar uzattın ya… Ne vardı az verseydin sen de bir şeyler! Garibanlara, yetimlere veriyorlar. Aşağı mahallede yaşayan bazılarını gördüm. Babaları yok, çok muhtaçlar.” Bunları derken hanımından gizlice yaptığı yardımları düşünerek yine gizlice sevindi. Selim Bey merhametli, yumuşak huylu bir adamdı. Öyle ki şimdiye kadar kimse ondan incitici bir tek söz bile işitmemişti. Onun bu merhametli muamelesine bir türlü layık olamayan Selma Hanım, kocasından gördüğü her iyi muameleyi kendinden bilir, çoğu zaman da bunu hak ettiğini düşünürdü. Uzunca bir zamandır takındığı bu müstağni duygusal tavır, onu hem kendi gerçekliğinden hem de kocasından uzaklaştırıyordu. Bunu birazcık olsun anlayabilmiş olsaydı, sahip olduğu nimetleri fark edebilir, böylece hem kendisine hem de ailesine huzur ve mutluluk kaynağı olabilirdi. Fakat o, kolay olanı seçmiş,  hep bir haklılık psikolojisiyle, merkeze kendisini almış ve nasihat kabul etmez dünyasında bencilce yaşamaya başlamıştı.  Selim Bey ise, artık elinden hiç bir şeyin gelmediğinin farkındaydı ve bu durumun kendisi için takdir edilmiş zorlu bir imtihan olduğunu, yapılması gereken tek şeyin, sadece Allah’tan sabır ve yardım dilemek olduğunu biliyordu. Hanımının az önceki sözleriyle, kapıya gelen çocuğun ne kadar rencide olduğunu derin bir üzüntüyle hatırladı ve bu sızıyı kendi nefsinde hissetti. İçinden geçirdiği birkaç hayır duasının ardından, “Her neyse, yarın ben hallederim inşallah…” diyerek hanımına döndü ve her zamanki anlayışıyla onu sakinleştirmeye çalıştı.

Ama tuhaflaşmaya, etrafına bir garip bakmaya başlamıştı Selma Hanım. Daha önceleri çatılmış kaşlar ve kendinden emin gözlerle karşı tarafa yukarılardan bakan aynı kadın, şimdi sanki derin bir çukurun çaresizlik dibine düşmüş ve karşı konulmaz bu çaresizliği, hayretle açılmış gözlerinde toplayıvermişti. Onda şu ana kadar hiç görmediği bu acınası bakışlarda, yürekleri sızlatacak sessiz bir feryat vardı. Öyle bir feryat ki gözbebeklerine tutunmaya çalışan her kelime bir bir aşağıya düşüyor, onlar düştükçe bu sessizlik fersiz bir hâl alıyordu. İşte o esnada, tam o esnada hırıltılı sesler çıkarmaya başlayan hanımının kesinlikle iyi olmadığını görünce, telaşla bağırmaya başladı ve hemen telefona yapışıp bir ambulans çağırdı.

Ancak bu eve, sağlık memurlarından önce gelen memurlar vardı. Küçük kız gibi kapıyı çalmayan, kapının açılmasını beklemeyen ve karşı tarafa tercih hakkı vermeyen bu memurlar, küçük kız gibi bir şeyler istemeye değil, tek bir şeyi almaya gelmişlerdi!