Fatma CEREN
DÜŞÜNMEK, SORMAK, AKLETMEK
“Peki fark nedir?” İlk yazının son cümlesiydi!
Bence iyi bir soru. Cevabı da zor gibi. O zaman, vakti gelene kadar bir yerde beklesin. Belki biraz daha zorlarız zihinlerimizi, inşallah buluruz hangisi yanlış hangisi doğru? Veya cevabımız yanlış mı doğru mu?
Soru demişken sanki soruları pek sevmiyoruz. Sormayı da, sorulmasını da. Cevap gerek çünkü. Cevabı dert edinen sorar soruyu, yani düşünen. Ya da cevap vermeyi sorumluluk olarak kabul eden, yani yine düşünen. Burada bahsettiğimiz, Allah’ın emrettiği düşünme ve tefekkürdür. Düşünme ve sorma eylemi çocukluktan başlar. Mesela çocukların büyüdüğü bile sorularından anlaşılır. İlk zamanlardaki yerli yersiz ilgi bekleyen sorular, yerini mantıklı ve kararlı, yaşamaya ve uygulamaya yönelik, hem sorgular hem sorgulatır cinsten olmaya başlar. Merak ve sorular, algı ve hayal dünyasının gelişimiyle günden güne şekil değiştirir.
Sorusuz bir hayat! Ne güzel değil mi? Oh ne rahat! Soru yoksa sorun da yok! Soru yoksa cevap da yok! Cevap yoksa sorun da yok sorumluluk da yok! Peki zihnimizdeki bu doluluk ne? Var mı bir boşluk?
Hadi soralım öyleyse; çok da karmaşık değil ilki gibi şimdiki.
En basitinden her gün muhatap olduğumuz ve bizim de sorduğumuz soru mesela “Nasılsın?”
Hadi düşünelim.
“Nasılım?” , “Nasıl olmalıyım” , “Nasıl olup da nasıl davranmalıyım?”, “Nasıl olduğumu karşımdakine nasıl ifade etmeliyim?”,”Nasıl olduğumu neye göre bileceğim?”...Sadece birkaç örnek olsun zihnimize hücum eden…
Ve el-cevap… “İyiyim” , “Kime göre iyi?”, “İyi miyim”, “İyi mi olmalıyım, doğru mu?”, “Kime göre doğru” , “ İyi olan doğru mudur her zaman” , “Doğru olan iyilik katar mı hayata her zaman?”, “İyiyim desem doğru mu acaba?” …vs... Karşı köşeden...
Soru sormak çoğu zaman kolaylaştırır işimizi, haddi aştığında ise tam aksi. Önemli olan aklı vahyin gerisinde zapt ederek doğru zamanlama ve doğru yeri bulmaktır, her doğru hamlede olduğu gibi. Zira sormakta aşırı giden toplulukların aslında bellidir niyeti. Fakat burada ifade ettiğimiz sorgulamanın hareket noktası; kulun samimiyetle Hakkı öğrenme ve bilme gayesi.
Eğer biz sormazsak soruları, bir vesveseci şefliğinde, heva ve heves orkestrasının çaldığı zan senfonisi, soracak zaten en anlamsız ve boş olanını.
“Ne demek istedi şimdi sana?” (En kışkırtıcılarından) , “Altında kalacak mısın şimdi bu lafın?”(en cesaretlendiricilerinden) , “Niye uğraşıyorsun ki?” (en tembelinden), “Ne değişecek?”(en ümitsizinden) , “Ne yapalım yani?”(en çaresizinden) , “Acaba merhum şimdi görüyor mudur bizi?”(en safsatalarından) , “Muta nikahımı tazelemeye Mut’a mı gitmeliyim?” (en saçmalarından)” Yani ne yaparsak yapalım zihnimiz muhatap bu meşguliyete. Biz belirlemez isek konuyu, sizin için belirleyenleri sevindirecek bir ucu sonu belirsiz bir kargaşa. Sonra aksedecek fikrimize de zikrimize de.
“Hiç düşünmez misiniz?” ve “Hiç akletmez misiniz?”…?.?.?...
Kuran-ı Kerim de sıkça rastladığımız ayetlerdir. Rabbimiz olan Yüce Allah’ın, bize başlangıç çizgisinde hazır vaziyette durmamızı farz kılmasıdır. Bize sorgulama zorunluluğumuzu hatırlatır. Ancak düşünme, tefekkür ve akletme niyetiyle yaklaşanların bu Kuran’dan öğüt alacağının ispatıdır benimkisi. Aslında amaç bir işaret arayan insana, tüm işaretlerin hep yanı başında olduğunu gösteren soruyu sordurtmaktır. Yüce Rabbimiz devamlı düşünmemizi emreder. “Atalarımızı” , “mallarımızı”, “çocuklarımızı” , “dünya hayatını” , “ahireti” ,“yerleri, gökleri” , “tüm mahlukatı ve O’nun eşsiz yaratmasını”, “hükümleri” , “kuralları” , “geçmişi”, “geleceği” , “ölümü ve hesabı”. Aslında amaç hep diri tutmaktır insanı. Yani insan düşündükçe ve kendi kontrolü dışında sürekli değişen koca bir dünyayı vahyin ışığında sorguladıkça ayak uyduracaktır tüm değişimlere. “Ama mümince!”. Başkaları düşünüvermeden bizim yerimize, biz düşünüp belirlemeliyiz nasıl, nerede, ne sorup ne anlayacağımızı ve ne yapacağımızı. Bu dünyada sonradan gelecek “ah”ların “vah”ların ; ahirette ise geri dönülmez pişmanlıkların tek sebebi baştan bu zorlu zihin ve akıl mücadelesini vermekte geç kalmanın uyuşuk, boş, en bedbaht sızlanmalarıdır. Belli bir süreden sonra da ne işe yarar ne geri dönüşü olur. Neden? Çünkü alışmıştır beyin denen organ kolay olana, kolaya kaçmaya ve devretmiştir tüm zihinsel kodlarıyla oynama hakkını fırsat kollayanların ellerine. Tabiri yerinde ise, beynimiz “gdo”(genetiği değiştirilmiş organ) haline getirilmiştir. Yani tek tip ve sınırlı düşünür. “Eh işte”lik yaşamını sürdürecek kadar çalışır. Dünya işlerinde, matematikte, fizikte, felsefede, biyolojide, teknolojide gayet sınırsız tam kapasiteyle çalışmaya programlanmıştır. Fakat mevcut düzen, sistem ve rahatlık konforunu altüst edecek, ahirete yönelik herhangi bir düşünce ve fikir üretimini başlatacak sorulara karşı antivirüs programıyla yüklenmiştir. Aynı zamanda içinde bulunduğu bedenleri, bir robot gibi bir mecradan başka bir mecraya sürükleyen bir işlevi görmektedir. İyi bir plan dahilinde bunu yapmak çok kolaydır. Muhataplar fark edene kadar (genelde çoğunluğun fark edememesiyle) binlerce, milyonlarca kişinin akıl kontrolünü ele geçirmiş mucitler, bir tuşla hepsini aynı yönde düşündürtme ve hareket ettirtme becerisine ulaşmışlardır. Böylece hedef tahtasının merkezindeki “vahiyden uzak tutma” noktasını tam on ikiden vurmuşlardır.
“Akıl” Allah-u Teala’nın insanoğluna verdiği en önemli anahtar bir nimettir. Anahtar nimet mi olur? Evet olur. Eğer doğru anahtarla doğru kapıyı açarsak, Rabbimizin lütfettiği diğer bütün nimetleri, O’nun emrine itaatle düşünür, idrak eder ve inşallah da sonra yine O’nun emrettiği şekilde kullanırız. Allah’ın nizamına göre yaşarız. Zaten bunu talep etmenin Kuran-ı Kerim’deki ifadesi “teslimiyet” tir. Artık dileyen Rabbimize bir yol bulabilir, ancak Allah dilemedikçe biz dileyemeyiz. “Kulun dilemesi” bizi ilgilendiren kısmı ise, ilk önce anahtarı doğru kullanmak ve doğru yöne çevirmektir. Doğru anahtarı kullanıp yanlış yöne çevirsek de açılmaz kapı. Yanlış bir anahtarla doğru yöne itme çabası da işin en boş kısmı. Çünkü akıl her halükarda işlevini sürdürecektir. Biraz önce verdiğimiz en basitinden boş sorularla, kaygılarla meşgul olduğu gibi; haddimiz olmayan ve gücümüzün de yetmediği sularda dolaşabilir. Zaman zaman tüm dünyanın yükünü yükleniverir, bazen de gaybın sahasına girip oraya buraya taş atarak gezintiye çıkar. Zekayı ön plana çıkarmış olma kibriyle; düşünceler, tarzlar, idealler, akımlar üretebilir ve bunlarla övünür. Ve ömrünün geri kalan kısmında sadece bunu sahiplenmek için ciddi bir uğraş verecektir. Ta ki ölene kadar, ya bir yerde tıkanana kadar, ya da aklı devreden çıkaracak bir hastalığa yakalanana kadar, Allah korusun! Belki de inşaallah akledene kadar…
İşte bu gibi durumlar, aklın hevaya, heveslere ve zanlara göre çalışması neticesinde Allah’ın akıl nimetine yüklediği işlevi hakkıyla yerine getirememe halidir. Ancak bu aklın çalışmadığını göstermez. Yani bir manada nimet olur size bir külfet! Fakat aklın yaradılış amacı olan asıl işlevi “akletmek” eylemi var ki işte bu bir tek şarta bağlıdır. Akıl “vahiy” e göre çalışırsa akleder. Yani şöyle açıklayalım ki; insan vahyi esas ve tek hakikat olarak kabul eder ve aklını bir araç olarak kullanır ise “akledebilir”. Aksi takdirde biraz önce ifade ettiğimiz gibi ya aklı vahyin önüne geçirerek ya zulmeder, ya da aklı yaratılış amacına uygun kullanmayarak ziyan eder. İkisi de cinsleri farklı fakat öznelerinin ortak sonda buluştuğu eylemlerdir. Yüce Rabbimiz, “Hiç akletmez misiniz?” sorusu ile bir nevi vahiyle bildirilen hakikati “ne kadar dikkate aldığımızı” sorar. Yani bize bildirilen hakikat karşısında aklımızın neye göre çalıştığını sorgulatır. Vahye göre mi, heva, heves ve zanlarımıza göre mi?
Mesela Yüce Allah Saffat suresinde Lut (as)’ın kavminin kalıntıları üzerinden geçip duran halka “sabahleyin ve geceleyin üzerlerinden geçip gitmektesiniz. Hala akletmeyecek misiniz?” buyurur. Ve pek çok ayette de benzer örnekler verilerek, bu hakikatleri ne kadar dikkate aldığımız bize sorulur. Akıl bu hakikatle her karşılaştığında kendince zanlar mı üretecek, yoksa bizatihi Allah’ın verdiği mesajı almak üzere vahyi esas alıp, O’nun düşündürtmek istediği noktadan hareketle akletme eylemini mi gerçekleştirecek? Zan ve hevalarıyla işlettiği aklını eline alıp bu tarihi kalıntıların yanından geçip mi gidecek? Yoksa vahyi merkeze alıp, aklıyla yüreğinin buluştuğu yerdeki hakikatten ibret mi alacak? İşte bu noktada bir örnek daha verelim. Bugün British Museum’da secdeden düzeltilmiş yatışıyla, Rabbimizin apaçık ayeti olan Firavun’un cesedine bakan bir grup insan; kendi zanlarınca türlü yorumlarında akıllarını öne çıkarırken; bir mümin Yunus suresinin 93. Ayetini bilir. Aslında aklının alamayacağı bir hakikate şahitlik eder. Bir kul olarak nerede durması gerektiğinin idraki ile, o yerde durur ve akleder. Sonra da alemlerin Rabbi olan Allah’ın ayetine teslim olarak, O’nu her türlü noksan sıfattan tenzih ve tesbih eder. Bunun yanı sıra bir başkası ise zanları, hevaları, hevesleri arasında sıkışıp, aslında hiç de zihni güçlerinin ve idrak sınırlarının yetmeyeceği bir alanda, aklını vahyin önüne geçirerek bu olağanüstü duruma mantıklı sebepler arama çalışmalarında boğulur. Can simidi zannettiği tezleriyle ve sözleriyle meşhur olur. Mümin bir kul ise, Rabbi olan Allah azze ve cellenin büyüklüğü karşısında, kendisine verilmiş çok az bir ilimle bunu idrak edemeyeceğini bilir. Teslimiyetin müthiş hazzı ve huzuruyla, “akıl”ını “vahiy”in emrinde çalıştırır. Akleder! “Hadd”ini bilir. Yüce Allah’ı gereği gibi takdir eder. Rabb’ini bilir. Bu farkındalıkla “kendi”sinin ve “haddi aşanlar”ın çıkış noktalarını da tesbit eder. Zaten bunların farkında olması bir mümini mümin yapacak en temel özelliktir ki, akletsin, vahyi idrak etsin, teslim olsun ve hidayet üzere çıktığı yolunda Allah’ın ayetlerini, gücü yettiğince hayatına tatbik edebilsin. Kendisine örnek olması için gönderilen peygamberinin yaptığı gibi. Çünkü aklın vahiy karşısındaki yerini ve haddini bilme olgusu; Allah’a boyun eğişin, acziyetin kabulün ve O’na itaatin birinci aşamasıdır. Yaşantıları düzenleyen hududları ve hükümleri koyma yetkisini sadece Allah’a nispet etmenin ispatı ise, aklı vahye boyun eğdirmekle başlar. Bu da akletme sayesinde kazanılmış bir itaate dönüşür. Bir nevi her komutu alıp yerine getirmeye, yani hazır ol durumuna gelme aşamasıdır. Aklı yetse de yetmese de!
Diğer tavır ise, vahyi aklının karşısına alarak, sorgulama, mantık arama, yorumlama, güncelleme, anlamlandırma neticesinde haddi aşma durumuna düşmektir ki, insan bunu böyle söyleyerek yapmaz. Peki nasıl yapar? Vahyin tekrar anlamlandırılabileceğini savunur. Güncel gelişmelere ayak uydurma ve çözümler üretme adına, aslında vahiy- akıl ilişkisinde duracağı çizgiyi aşar. Üstelik bunu da İslam adına yapar. Tabi bu daha sonra uzunca ele alacağımız önemli bir konu. Fakat burada şunu söylemekle yetinelim ki, bu düşünce tarzı; aklı da imanı da öldüren zehirli bir içecektir. Bu bazen içecek olarak sunulan hatta adeta dayatılan masumane mamulat, üreticisinin düşünce yapısını şekillendirmiş belli bir akımın tasarımıdır. Tarihe, şartlara, gelişmelere ve pek çok faktöre göre güncellenebilen, değişime ayak uyduran, sorunsuz mükemmel hayat tasavvuruyla maalesef pek çok gönlü fethetmiş ve o gönüllerde taht kurmuştur. Vahye dayandığı iddiasıyla, vahyi aklın gerisine bir yerlere atıvermekle çelişkiler sergiler. Vahiy, aklın gerisinde bir yerlerde depolanır. Oradan alınır, yorumlanır, yaşanır ve sunulur.
Bir müslüman Allah’ın emrettiği sıratı müstakimde yürürken “düşünme” farzını yerine getirir. Sürekli değişen dünya dinamiklerini, düzenlerini, koşullarını ve her gün karşılaşacağı pek çok olayı, vahyin ışığında sorgulayarak anlamaya ve çözümler aramak üzere sorular sorar. Cevapları Kuran’da, sünnette, alimlerde ve en nihayetinde kendi vicdanında bulmaya çalışmalıdır. Eğer ki buna gücü yetmeyenler de, yahut bir kısmına yetip bir kısmına yetişemeyenler de; doğru düşünen, akleden ve çözümler üretenlere danışarak, sorarak, istişare ederek, yardım alarak hareket etmelidir. Yani ilim sahiplerinin ve müminlerin yoluna uymalıdır.
Bu bağlamda başa dönecek olursak, zihinlerimiz üzerinde oynanan oyunların farkındalığıyla, sürekli uyanık olmak lazım geldiğini, beynimizde zaman zaman esen meltemlere, rüzgarlara, bazen aniden kopuveren fırtınalara başkalarının değil, bizzat o beyinleri taşıyanlar olarak bizlerin yön vermemiz gerektiğini tekrar hatırlatalım. Bu rüzgarlardan, fırtınalardan da korkmayalım. Zira kontrolü elimizde olan fırtınalara müdahale etmek, kontrolü başkalarında olan hafif esintilere karşı koymaktan daha kolay ve mümkündür. Bunu da bilelim.
“Vahiy”den bihaber akılların; zanlara, heva ve hevese göre çalışması sonucunda, vesveseci sunumuyla sorulmuş o sorulara dönelim; -“Ne demek istedi şimdi sana” kışkırtmasını , “Bu dediğinde haklılık payı olabilir mi” sakinliğine,
-“Altında kalacak mısın şimdi bu lafın” cesaretlendirmesini, “Lafın karşılığı Allah rızası için mi, nefsim için mi? ” olgunluğuna,
-“Niye uğraşıyorsun ki” tembelliğini, “Uğraşılarım boşa gitmeyecek ki” çabasına,
-“Ne değişecek şimdi” ümitsizliğini, “ Şimdiye kadar neler değişmemiş ki ” ümidine,
-“Ne yapalım yani” çaresizliğini, “ Ne yapmalıyım” çözümüne çevirecek olan güç; akıl anahtar nimetimizi doğru yöne çevirerek açtığımız kapının ardındaki vahiydedir. Rabbimiz vahyi bize faydalı kılsın ve etraftaki yüzlerce gönüllü çilingir topluluğuna karşı bizleri korusun. Amin!
Selam ile…