Fatma CEREN

03 Ocak 2012

GÖZLERİMİZDEKİ BİZ

 

 Gözler yalan söylemez. Gözler kalplerin aynasıdır. Doğru söze ne hacet!

İç dünyamızla dış dünyanın tek görsel bağlantısıdır. Ruhumuzun kapısıdır. Hislerimizi, duygu ve düşüncelerimizi gözlerimiz saklayamaz. İnancımız gözlerimizden keskin bir ok eşliğinde fırlar. Hüznümüz buğulu bir yumakla inişe geçer. Bazen bir vagon sitem yükünü muhatabına bocalayıverirken; sevincini dualar eşliğinde, doğmamış torunlarına yollar… Her şeyden habersiz küçücük bir bebeğe bile anlatabilir meramını. O minicik göz de hemen anlar; karşıdaki onu sevdi mi yoksa kızdı mı? Öyle bir bakar ki bazen, heyecanıyla bir şehri tarumar eder; hayal kırıklığıyla, nemli toprağa uzanıverir, bazen de ılık katrelerini,  çağlar ve mekânlar ötesine akıtıverir…

Bakışlar, içimizden geçenleri senaryolaştırır ve gözler ekranında gösterime sunar… Doğası gereği canlı yayın özelliğini kaybetmez. Yılları geride bıraktıkça, zamanla değişir, derinleşir, olgunlaşır ve başkalarının izlediği ancak kendisinin hiç seyredemediği filmler olarak,  arşivlerde depolanır.

Dış dünyamızdakilere “bakmak” ve “görmek” ne kadar birbirinden farklı ise; iç dünyamızda hissettiklerimizi ve gördüklerimizi bakmak bir o kadar aynılaşır. Ağızdan çıkana inat, gözler gerçeği haykırır! Kişi “Sakinim” der, gözlerden öfke fışkırır. “Umursamıyorum” der, meraklı gözler kendini ele verir. “Anladım” derken anlamadığına boş boş bakar. “Güveniyorum” sözü gözlerdeki tedirginliği gidermeye yetmez. “İnanıyorum” iddiası, dille söylense de gözlerde kocaman bir boşluğa dönüşür.

Asıl mesele, ruh kapımızdan çıkanlarla, diğerlerinden çıkanların aynı olabilmesidir. Dudaklardan dökülenler, kalplerde hissedilirse ve amellere dönüşürse; gözlere “dert edinen” bir bakışı sabitler. İnanç ve ideoloji ne olursa olsun, bu tutarlılığı yakalayanların bakışlarında hep bir “doluluk” görülür. Her bakışın ardında bir düşünce, bir fikir ve planlanan bir eylem vardır. Zaman zaman ümitsizlik hissi, buğulu bir görüntü arz etse de, bundan çok etkilenmez. Çünkü bir inancı, bir fikri, bir davası ve bir amacı vardır. Yapması gereken çok işi vardır. 

Farklı  kesimlerden pek çok insanın sadece bakışlarını inceleyelim bugün. Tabii çaktırmadan! Yoksa benim gibi bir durumla karşılaşıverirsiniz, fazlaca kaptırırsanız…

Ne O! Bi durum mu var?” Verecek cevabınız da olmaz buna! 

Bir bakalım etrafımıza! Kaç kişi dolu dolu bakıyor? Özellikle genç kesimi inceleyelim. Çevremizdekilerden kaçı aynı bakıyor? Hayat yokuşunu en hızlı tırmanabilecek bu en verimli çağında, nüfusun hatırı sayılır kesimini oluşturan çoğunluk, neden aynı bakıyor? Aynılaşmış zihinler, yaşantılar ve dertler… Ortak çabalar, koşturmalar, endişeler, kaygılar ve sıkıntılar… Hem de (neredeyse diyerek bir iyilik yapayım bari), neredeyse hepsi dünyaya dair… Batıl merkezli yaşantıların, uyuşturulmuş kalplerinden ve beyinlerinden dışarıya çıkan boş bakışlar, fikirsizliğin ve buna bağlı zikirsizliğin ifadesidir. “Dert edinilen” bir dava olmadığı için, birileri bu zihinlere standart “cd” leri takar ve göz ekranında oynatır. Ağız başka konuşup, kalp başka hissederken, ne yazık ki gözlerde hep aynı film…

Unutmayalım ki, fikri de zikri de amacı da olmayan bir topluluktan hâsılat rekorları kıran “zulüm” sektörü, bu insanların göremediklerini görenlerdir. 

Bugünlerde bahsettiğimiz durum içinden çıkılmaz bir hal almakta maalesef. Sorun, kendini tanımayan, her yönden sarıp sarmalanmış, düşünme ve fikir etme kaygısı taşımayan bireylerden oluşan toplum modeli… Ve bunun bir virüs gibi bütün dünyaya yayılması.  Hedef kitlenin arasında, özellikle İslami kesim diye nitelenen, İslam’ın en küçük parçalarını içermesine bile tahammül edilemeyen çoğunluk ve az da olsa, İslam üzere yaşama çabasında olan müslümanlar da var… İşin en acı tarafı ise, bu toplum modelinde, bireyler çok kaliteli ve nitelikli eğitiliyor! Aslında böyle zannettiriliyor. Etraf, fikir etmeyen mühendisler, düşünmeyen doktorlar, kaygısız profesörlerle dolu… Geriye kalan kesim ise, bunlara imrenip onlar gibi olmaya çabalayanlar.

“Hayat şartları”, “sunulan seçenekler” ve “mecburiyet” ile sınırlandırılmış bu üçgen form içinde dilediğin(aslında dilenildiği) gibi yaşa! Amaçları ve rekabet kuralları açıklanmış bu koşuya gel sen de katıl! Her coğrafyadaki aynılaştırma projesinin bir parçası ol! Ling Yu İmparatorluğundaki gibi, herkesin delirmesine sebep olan sudan bir avuç iç sen de deli ol… Bilirsiniz o hikâyeyi… Ling Yu bir Çin İmparatorudur. Ülkesinde, içildiği takdirde insanları deli eden bir yağmur baş gösterir. Önceden ne kadar tedbir alındıysa da, halk bu sudan içer ve çoğunluk delirir. Bu duruma çözüm bulamayan imparator, geride kalanlara sudan içmeleri emrini verir. Soylular, hâkimler, filozoflar ve âlimler bu duruma karşı çıkarlar. Fakat Ling Yu onlara, “İşe yaramayan zarar getiren aklın, delilikten hayırlı bir şey olamayacağını” söyler. En sonunda kendisi de bir avuç içer ve bütün imparatorluk delice yaşamaya devam ederler… 

Tabii yerine ve durumuna göre Ling Yu’nun aldığı kararın doğruluğunu tartışanlar ve bunun bazen çözüm olabileceğini savunanlar çıkacaktır. Fakat bugün yaşam modeli oluştururken kullanılan taktik aynen budur. Bir avuç içme zorunluluğunda bırakılan azınlık. Bu toplumun yetiştirdiği çocuklar ve gençler. Üstelik kendisinden sonrakilere “Herkesin içtiği sudan, bir avuç da sen iç” diyecek bir nesil…

Ortada ciddi bir sorun var. Peki çözüm ne? Çözümün ilk ayağı; insanın kendisini dürüstçe tanımasıdır. Çünkü belli bir müddet sonra; ağızdan çıkanların yeterliliği bizi kandırmaya başlayacak, zihinlere asılan bilgiler kâfi gelecek ve yolun başında azimle toplanan azığın, yolun sonuna kadar idare edeceği aldanışına yenik düşülecektir… Bu yanılgının kişiye en büyük zararı ise, ait olduğu gözlerin haykırdığı gerçekleri, yine aynı gözlerin görememe acziyeti ve zafiyetidir. Kendinin farkında olmayan, yakınlarının da farkında olamayacaktır… Kişinin kendisinden gafil olmasına sebep olan bu durumu ortadan kaldıracak yegâne şey, kendini tanıması ve kendine karşı dürüst olmasıdır. Bunun tek başına yeterli olduğunu iddia edemeyiz tabii ki. Fakat çözüm arama çabasında olanlar için, başlangıç noktası burasıdır. Aynanın karşısına geçtiğimizde, yaşama amacımızı, inancımızı, bazen duygularımızı söyleyelim karşımızdakine… Bakışlarımız ne kadar inandırıcı? Ve ne kadar ikna edicidir? Eğer bir uyumsuzluk fark ediliyorsa, hala bir umut vardır. Eğer bir şey fark edilemiyorsa, beyler tarağı alıp saçlarını tarasın, bayanlar da başörtülerini düzeltsin ki, ayna karşısında harcanan vakit bari boşa gitmesin! Ama vazgeçilmesin! Sonra lütfen tekrar denensin! 

Kendini tanıyabilme, önce bunu talep etmeyle başlar. “Ben kendimi biliyorum canım!” iddiası baştan kaybetmektir. Sürekli değişen dünya dinamikleri ve bu orantıda ZPM (Zulüm Proje Mühendisleri)’nin her gün yaşantımıza sızdırdıkları, şirk/ küfür/ nifak/ günah/ keyif/ konfor eksenli düşünce kalıpları ve bunların ücretsiz uygulama sahaları günden güne artmaktadır. Hatta bir alana, beş bedava promosyonları ile, aynı zamanda, çocuklara ve gençlere lojistik dahil, bütün hizmetleriyle cazip hale getirilmektedir. 

Çözümün ikinci ayağı da tam buradadır ki; bizim hem bu gidişatı hem de hayatımızın her alanında uygulanan bu projeleri dikkatle takip etmemiz gerekmektedir. Bunlardan haberdarlığımızla edindiğimiz uyanıklığımıza, zaman zaman kendimizi güncellememizi de ekleyebilirsek; yani kendimizi tanımaya ve bu olumsuzluklardan ne derece etkilendiğimizi ölçen bir kontrol mekanizmasını oluşturabilirsek, inşallah en az zararla yaşamımızı mümince sürdürebileceğizdir. Aksi takdirde,” ayetler dilimizde, uzun ip belimizde, biz gideriz ormana hey ormana” şarkısını söylerken tuttuğumuz dosdoğru orman yolunun okyanusa açıldığını, ancak derin ve karanlık sulara gömüldüğümüzde anlayıveririz ki, o zaman bu anlamadan bize ne fayda! Bu aşamadan sonra ya “Madem bu kadar yolu geldik, boşuna mı yorulduk” savunmasına soyunur ya da çırpındıkça daha da batarız. Yakıtları insanlar ve taşlar olan cehennemin ateşinden korumakla mükellef tutulduğumuz ailemizle birlikte hem de… Belli bir derinlikten sonra ise çıkabilmek çok ama çok güç olur. Sadece kendimize değil, bir zamanlar çoluk çocuk ve fakat şimdinin gençleri olan yeni nesle müdahale etmek ve onları doğruya yönlendirmek zorlaşır. Unutmayalım ki;  çoluk, çocuk, genç dediklerimiz, bizim en değerli varlıklarımızdır. İbrahim peygamberimizin örnekliğiyle, dualarımızda yer verdiğimiz geleceğimizdir. Ve bu şahsiyetler birebir bizleri örnek alarak büyürler, yetişirler, kendilerinden sonrakilere aslında bizim örnekliğimizi aktarırlar. 

Bu anlamsal empati aşamasından sonra bilgilenme gelir ki; yine unutmayalım “Kendini tanımayana bilgi fayda etmez”. Kendine faydası olmayana da kimse fayda edemez… Her daim bilginin insana fayda vermemesinden şikâyet edilir. Biliyor ama yapmıyor, bilmesine rağmen yapamıyor ya da bildiği halde aksini yapıyor gerçeği üzerinde biraz düşünmeli. İşte genel olarak ortaya koymaya çalıştığımız tablo, bunun nedenlerinden en önemlisidir. Bilgi, oturacağı alanın ve bu alan dışındaki her ortamın tanınması gerektiğini bizden talep eder. Bunu talep eder ki, kendisinin değerini bilelim. Bilelim de bu değerle işletim sistemimizi faaliyete geçirelim. Kendini bile tanımayan, farklı söyleyip farklı yapan, üstelik bu kargaşaya göz yuman, yummasa da gerçekleri yansıtamayan kişiye bilgi ne yapsın? “Şüphesiz bir kavim, kendini değiştirmedikçe; Allah da onları değiştirmez”(11/13).  Değişmek için tanımak şart! 

Farklı  şeyleri merak ettiğim söylenir küçüklüğümden beri… Bu yazıyı yazarken neyi merak ettim biliyor musunuz? Acaba peygamberlerin bakışları nasıldı? Bırakalım, cüsseleri, bedenleri, şekilleri, şemalleri… Bunlar üzerine işimize yaramayacak dolusuyla hurafe karışmış pek çok doküman var… Ama gelin farklı düşünelim biraz. Mesela Nuh (a.s.)’ın yıllarca süren mücadelesinin sonunda dua ederken ki yorgun bakışını… İbrahim (a.s.)’ın putlara vurduğu her darbedeki baltadan keskin bakışlarını… Süleyman (a.s.)’ın karıncanın sözünü işitince tebessümüyle eşlik ettiği duasındaki bakışını...  Yusuf (a.s.)’ın kardeşlerine merhameti müjdeleyen merhamet dolu bakışı ve Yakup (a.s.)’ın Yusuf’un hasretiyle kaybettiği gözlerine kavuşunca, Yusuf’una ilk bakışını… Eyyup (a.s.)’ın acı dolu fakat asla yılmayan sabır timsali bakışlarını… Musa (a.s.)’ın “Korkma!” ilahi güvencesi altında, dilinin yetmediği hakikati, gözleriyle Firavun’a haykırmasını… Ve Muhammed (s.a.s.)’ın veda hutbesinde, “Ey mümin kardeşlerim” derken, önündeki topluluktan çoook ötelere emaneti eşliğinde gönderdiği şefkatli bakışlarını… 

Adını  sayamadıklarımızla beraber, TEK amaçta buluşan her birinin, bakışlarındaki keskinlik… Bu dünyada seçilmişliğin gözlere yansıması… Tıpkı seçilmiş müminlerin ki gibi…“O sizleri seçmiş... müslümanlar adını vermiştir… Elçi sizin üzerinize şahit olsun, siz de insanlar üzerine şahit olasınız diye…”(22/78)  

Bu peygamberlerin ölürken yanında olduğumuz hayalini kuralım şimdi de… Bize dopdolu gözleriyle yönelttikleri son bakışları; sorumluluğu ve değeri bakımından sahip olabileceğimiz en değerli mirastır.  

Ey bu mirasın emanetçileri! Ey seçilmiş peygamberlerin misyonunu taşıyan seçilmiş müminler… Bu miras hakkı için artık gözünüz açık, gözünüz aydın olsun! Olsun mu?

Selam ile…