Ebubekir MERCAN

29 Ekim 2012

İLAHİ REÇETEYE NEFSANİ YAKLAŞIM VE FITRİ YAKLAŞIM

Bir zamanlar bu topraklarda Kur’an'ın sadece yüzünden okunabilmesi için harflerinin öğretilmesinin dahi yasaklanması ve uzun yıllar da Kur’an'ın sadece yüzünden okunmasının yeterli olacağı belirtilerek içinde ne yazdığının anlaşılması gerektiğinin gündem dahi yapılmaması da bir yana, uzun bir süredir Kur’an'ın anlaşılmak gayesiyle de okunması gerektiğinin tvlerde, camilerde, okullarda ve neredeyse her ortamda dile getirilmesini bir olumluluk alarak mı görmemiz gerekiyor?

Tabi ilk bakışta bu bir olumluluk olarak algılanabilir ve öyledir de Alluhualem... Nitekim vahyi kendi diliyle okuyup anlayıp iman eden herkes, Kur’an'ın raflara hapsedilmesinden, sadece Arapçasının okunup kaside dinler gibi dinlenilmesinden, ölülere, hastalara okunmasından dem vurarak Allah’ın vahyinin mutlaka kişinin bildiği dilde de okunup anlaşılması gerektiğini vurgulamıştır/vurgulamışızdır. Bu söylemimizin gündemleşmesi ve artık her ortamda konuşulması da önemli bir gelişmedir Allahualem.

Ama bu noktada basireti kapanmamış Müslümanların dikkatini çeken bir husus var ki bu da; her devirde vahye davet eden peygamberlere ve onların yolundan gidenlere karşı tağuti düzenlerin ileri gelenleri ve işbirlikçileri tarafından sergilenen düşmanca tutum, bugün neden vahye davet ettiğini söyleyenlerin birçoğuna karşı sergilenmediği ve bu söylemlerin her ortamda gündemleşmesine neden bu kadar müsamahakâr davranıldığıdır.

Örneğin geçenlerde İslam öğretilerine aykırı yayın politikası izlediği bilinen bir tv kanalındaki söyleşide programın konuğu ile yayına bağlanan bir genç arasında geçen diyalog çok dikkat çekiciydi. Müslüman aydın (!) profiliyle programa katılmış olan konuk, yayına bağlanan üniversiteli gencin eleştirilerine karşılık olarak gencin hiç Kur'an meali okuyup okumadığını soruyor ve kendisine Kur’an meali okumasını tavsiye ediyordu. Genç de Kur’an meali okumadığını fakat okumanın kendisi için bir sorun teşkil etmediğini söylerken program yapımcısı da Kur’an meali okumanın her şeyi çözmeyeceğini söylüyor ve Aziz Nesin’in Kur’an meali okuduktan sonra ateist olduğunu öne sürüyordu.

Nitekim Kur’an'ı anladığı dilden değil de sadece yüzünden okuyanları bir kenara koysak bile, bugün Kur’an'a aykırı bir hayat yaşayan çeşitli kişilerin bile Kur'an meali okuduklarını ifade edip insanları meal okumaya davet ettiklerine, bazılarının meal okumaya başladıkları halde okuduklarını anlamakta zorlanıp bir türlü bitiremediklerini ifade etmelerine, her farklı görüşün kendi ön kabulleri doğrultusunda ayetleri silah gibi kullanmalarına ve nihayetinde okunan meallerinde hayatlarda gerçekleştirmesi gereken devrim, değişim ve dönüşümü sağlamadığına şahit oluyoruz.

Bu örnekler belki çoğaltılabilir ama gördüğünüz gibi  1400 yıl önce Rabbimiz tarafından gönderilen vahiyle karanlıklardan aydınlığa çıkarak insanlık aleminde bir güneş gibi parlayan ve her türlü tuğyana karşı da yine bu Kur’an'la büyük bir mücadele vermiş olan muvahhid öncülerden bizlere miras kalan bu müthiş hazineyle ilişkimiz, hayata bakışı, değer yargıları, akletme yeteneği olgunluğa erişmemiş bir çocuğun atasından miras devraldığı bir mücevher sandığıyla ilişkisi gibi ne yazık ki şuan.

Nasıl ki elindeki mücevher sandığına nasıl yaklaşıp ondan en güzel şekilde nasıl faydalanacağını bilmeyen bir çocuğun elinde bu hazine harap olup gidecekse, bizler de elimizin altındaki bu müthiş hazineye nasıl yaklaşıp ondan en güzel şekilde nasıl faydalanacağımızı bilemediğimiz takdirde bu hazinenin bizlere hiçbir faydası olmayacaktır.

Bu noktada bu müthiş hazinenin nimetlerinden en güzel şekilde kimlerin yararlanacağını anlamak adına Kur’an'ın hitabına baktığımızda, bu kitabın sadece Allah’tan hakkıyla korkanlara ve takva sahiplerine bir öğüt olduğunun bildirildiğini, ayrıca Kur’anın mü'minlerin imanını artırıp pekiştirirken, kibirlenerek/büyüklenerek/kendini her şeyden müstağni ve yeterli görerek bu ilahi çağrıya kulaklarını/gözlerini/akıllarını/yüreklerini kapatan kafirlerin küfrünü ve azgınlığını artıracağının bildirildiğini görüyoruz. (Bkz.: 36/11–70, 69/48, 87/10, 9/124–125)

Yine Peygamberimizin (s) mücadele örnekliğini incelediğimizde, Peygamberin çağrısının tevhid ve Kur’an'a olduğunu, daha doğrusu tevhidi davetle Kur’ani davetin parçalanarak değil bir bütün şeklinde yapıldığını görüyoruz. (20/1-8, 21/24-25) Yoksa şimdilerde olduğu gibi Müslüman olduğunu iddia eden bütün şahıs, kurum, grup veya cemaatler insanları Kur’an'a çağırdıklarını ifade etmelerine rağmen bazılarının ya vahyi gönderen ilaha bilinçli/bilinçsiz bir şekilde imana çağırmadıklarına ya da öncelikle kendi iman ettikleri ilaha imana ve hatta bazen de kendilerini ilah olarak kabule imana davet ettiklerine şahit oluyoruz.

Öyleyse bizlerin öncelikle bu Kur’an'ı gönderen yüce Allah’a hakkıyla iman etmemiz ve  yalnızca bu Kur’an'ı bizlere gönderen ilaha yönelmeye karar vermemiz gerekmektedir. Şöyle ki (teşbihte hatam olursa rabbimden mağfiretini dilerim) hastalığına şifa arayan birisi kendisini muayene eden kişinin gerçekten doktor olduğuna ve işinin erbabı olduğuna inanmadığı sürece doktorun kendisine verdiği reçeteyi de kullanmaya gerek duymayacaktır. Ancak kendisini muayene eden kişinin doktor olduğuna ve işinin erbabı olduğuna iman ettiği tekdirde  doktordan aldığı reçeteyi harfiyen uygulamak için elinden geleni yapacaktır.

Bizler de herhangi bir cemaat önderinin, bir mezhep imamının, bir ideolojinin, bir devletin veya ortak aklın (!) da bizler için istediği gibi kurallar koyacağına, helal ve haram belirleyeceğine, en doğru yolu ve en doğru hayat tarzını onların da belirleyebileceğine inanarak vahye yaklaştığımızda, bu kitap bizlere hazinelerini açmayacak, bizleri dönüştürmeyecek ve karanlığın içinde bocalayan iki efendili bir köle gibi yaşamaya mahkum bırakacaktır.

Ancak, fıtratımızı yaratan Rabbimizin fıtratımıza neyin uygun olup olmayacağını da yine ancak O’nun en iyi bileceğine, bizleri yaratan İlahın bizler için neyin doğru neyin yanlış olacağını yine yalnız O’nun bildireceğine, bizler için en doğru yolu, en doğru hayat tarzını yalnızca O’nun belirleyeceğine ve nihayetinde bizleri yaratan ilahın bizleri başıboş bırakmayıp, hayatımızın her alanına müdahale ederek emir ve yasaklar koyduğuna hiçbir pazarlık yapmadan, içimizde hiçbir sıkıntı duymadan hakiki manada iman ettiğimiz takdirde ancak o zaman Rabbimizin gönderdiği kitap/reçete uygulanmaya değer kazanacaktır. Ve ancak böyle bir yönelişimizin neticesinde Allah’ın izniyle bu müthiş hazine bizlere kapılarını açabilecek ve karanlıktan nura doğru yürümeye başlayabileceğiz.

Dikkat ederseniz ulaşacağız diyemiyor yürümeye başlayacağız diyoruz. Nitekim sonu Allah rızası ve cennet nimetleriyle dolu olan bu uzun soluklu yürüyüşümüzde, elimizde tuttuğumuz bu müthiş reçete sadece okumakla bir yarar sağlamayacağı gibi, bu yol, çok muazzam hikmetlerle ve müthiş güzelliklerle  dolu bir yol olduğu kadar çeşitli imtihanlarla, fedakarlıklarla, komplolarla, düşmanlıklarla ve çok sinsice hazırlanmış tuzaklarla dolu bir yoldur.

İşte âlemlerin Rabbi olan Yaradanımıza hakkıyla iman edip, cahiliye bataklığında kirlenmiş elbiselerimizi, tüm ön kabullerimizi ve taassuplarımızı bir kenara bırakarak Rabbimizin gönderdiği hayat rehberini/İlahi reçeteyi anlayıp uygulamak için yöneldiğimiz bu yolda karşılaşacağımız tuzaklardan bir tanesi var ki, buna da birkaç satırla değinmeden geçemeyeceğim.

Şöyle ki; 1400 yıl önce Hz. Peygamberden bu Kur’anı değiştirmesini (10/15) talep edenlerin misyonunu yüklenmiş olan insi ve sinsi düşmanlar, bu kitaba açıkça düşmanlıklarını itiraf etmektense bu kitabın hakkıyla anlaşılmaması için çaba sarf etmeyi yeğlemişlerdir.

Bildiğiniz gibi yaşadığımız bu topraklarda Kitabın temel taşları olan  tevhid, cihad, şehadet, şirk, tağut, müstekbir gibi kavramlar yeri gelmiş din kitaplarından çıkartılmış, yeri gelmiş yasaklanmış, yeri de gelmiş liyakatsiz veya saptırıcı belamların elinde şekilden şekle sokulmuştur.

Ve nihayetinde yaşadığımız bu toplumda ilah-rab; yaratan, din-ibadet; namaz kılıp hacca gitmek, tevhid-iman; yaratıcının varlığını kabul, küfür; yaratıcının varlığına inanmamak, şirk; puta tapmak, tağut; şeytan-put, cihat; kıtal, şehadet-şahitlik; savaşta ölmek, gibi sınırlı manalarla algılarda yer etmiş durumdadır. İşte bu şekilde Kur’anın özü olan bu kavramlarımızın bazen sınırlı bir şekilde bazen de içi boşaltılıp gerçek muhtevasının dışına çıkartılarak algılarda yer etmesi neticesinde de nasıl ki günde beş defa minarelerden yankılanan tevhidi davetten hiçbir zalim rahatsız olmuyor ve bu ezanlar dinleyenlerin bir çoğunu harekete geçirmiyorsa, hayat rehberimizin de bu kavram kargaşası içinde mealinin okunması da hem hiçbir zalimi rahatsız etmiyor hem de okuyanlardan birçoğuna entelektüel bilgiden fazla bir şey kazandıramıyor.

İşte kimileri bu kavramlarımızın gerçek muhtevasını bildikleri halde bir yerlere hoş görünmek adına bu kavramları kullanmaktan özellikle kaçındıkları gibi, bu sıkıntıyı fark eden birçok Müslüman da (Rabbim hepsinden razı olsun) unutturulmaya yüz tutan bu kavramlarımızı tüm yönleriyle anlayabilmemiz için emek harcamayı kendileri için görev bilmişler ve bu sorumlulukla çok güzel çalışmalar, risaleler, kitaplar, makaleler, seminerler, videolar vs hazırlayarak bizlerin istifadesine sunmuşlardır.

Bu çalışmalardan özellikle Mevdudi’nin, ilah, rab, din ve ibadet kavramlarını her yönüyle inceleyerek hazırladığı "Kur’an’ın Dört Temel Terimi" adlı eserinin, birçok Müslümanın Kur’an'ı daha iyi anlamasına vesile olduğunu hatırlatmakla beraber bazı kavramlarımıza kısaca değinerek makaleye son vermek istiyorum. Allah’a emanet olun.

İLAH-RAB

Bütün kainatı yoktan vareden, nizama koyan, rızıklandıran, nimetlendiren, mutlak sahip, mutlak hükümran, mutlak otorite, terbiye eden, yol belirleyen, hüküm koyan, duaları işiten, sıkıntıları bertaraf eden, sığınılmaya, dayanılmaya, bağlanılmaya, övgüye, hamde, ibadete, itaate ve kulluğa mutlak layık olan ve cezalandırıp mükafatlandırmaya da mutlak yetkin olan.

İBADET

Otoritesine, hükmüne, helalleri ve haramlarıyla bütün emirlerine gönülden boyun eğmek, itaat etmek, karşısındaki acizliğini kabul ederek dua etmek, yardım dilemek, sığınmak, bağlanmak, dayanmak, şefaatını beklemek, veli edinmek, secde etmek, kulluk etmek.

DİN

Uyması veya karşı gelmesi durumunda mükâfatlandırılacağına veya cezalandıracağına gönülden iman ettiği mutlak otoritenin koyduğu kurallar ve öngördüğü nizam doğrultusunda kabul edilerek hayata geçirilen bir yaşam biçimi.

ALLAH’A ŞİRK KOŞMAK

Allah’tan başka bir varlığı veya Allah’la beraber başka bir varlığı daha İlah ve Rab olarak kabul edip bu varlıklara da gönülden ibadet etmek ve  bu varlıkların da azabından kaçınıp rızasını kazanmak adına belirlediği  dini, öngördüğü  hayatı yaşam felsefesine dönüştürmek.

ALLAH’A İMAN ETMEK

Bir tek Allah’ın tek İlah ve Rab olduğunu kabul edip yine bir tek Allah’a gönülden ibadet etmek ve yalnızıca Allah’ın azabından kaçınıp rızasını kazanmak için belirlediği dini/gösterdiği hayatı yaşam felsefesine dönüştürmek.