Fatma CEREN
İSLAMCILIK (ISLAMISM) TARTIŞMALARININ AMACI?
İkinci Bölüm
Birinci bölümde, Islam_ism( İslam_cılık) tartışmalarına genel bir bakış attıktan sonra, bu tartışmaların gündeme getirilme amacını; zamanını ve mesajını ihtimaller dahilinde incelemiştik.
Şimdi devam edelim;
3) İslamcılık kavramının ilmi değeri üzerine
İslamcılık kavramının ilmi değerini belirlemekten kasıt, herkesi bağlayacak bir tanımının yapılıp yapılamayacağıdır. Ve bu kavramın kullanılıp kullanılmayacağı konusunda ortak bir kanaate ulaşmanın mümkünatını belirleyebilmektir.
Bu kavramın, anlam içeriğinin tanımlanması konusunda en büyük sorun, yapılan tanımların herkesin kendi subjektif anlayışına göre şekillenmiş olmasıdır. Bu sorun, iki noktada düğümleniyor. Birincisi, anlamının ortak tanımlanamaması, ikincisi ise kimlerin bu kavramın kapsamına girdiğinin belirlenememesi. İçerik olarak, eğer birbirini dışlayan içerikler söz konusu değilse belki bir zorlama bir ortak nokta bulmak mümkün olabilir. Örneğin Ali Bulaç’ın tanımı ile Yusuf Kaplan’ın tanımının örtüşür/birleştirilebilir olması gibi.
Bu ortak nokta bulunsa dahi, hala kavram kapsamına kimlerin girdiği konusunda da bir belirsizlik var ve bunu gidermek ilmi açıdan mümkün gözükmüyor. Kavrama bir tanımlama getirilmeye çalışıldı ve belli kriterler sıralandı. Ortaya koyulan kriterlere göre, bu kriterlere uymayan fert ve gruplar “İslamcı” sayılmadı. Başka bir kabule göre, bu kriterlerden sadece iki tanesine uyanlar, “İslamcı” olarak tanımlanabilindi. Bu durumda ortaya çıkan ihtilafın, hangi ölçüye ve hangi yönteme göre çözümleneceği ise henüz belli değil? Bu kriterleri koyma yetkisi kime ait? Kimin tanımına ve kriterlerine tabi olunacak? Buna yetkin bir âlim var mı?
Velhasıl, “Kavramın Kapsadığı Kişileri”, (İslami mücadeleyi verenleri), belli kriterlerle belirleme sorununu çözmek, gerçekten zor görünüyor.
Belki bundan sonra, hem anlam muhtevası hem de kimleri kapsadığı konusunda, bütün tanımlarda ortak olan asgari müşterek olanı esas alarak bir tanımlama girişiminde bulunabilirler. Bunu tartışmayı ortaya atanlar mı yapar, tartışmaya olumlu katkıda bulunmak isteyenler mi bilmiyoruz. Eğer ki bu yapılırsa -ki yapılması artık zaruridir- şöyle genel bir tanımlamaya gidilebilir.
“İslamcılık, İslam’ı ana kaynaklarından referansla, kişisel boyuttan devlet/siyaset ve evrensel boyuta kadar genel yaşantı alanında, yaşatma ve savunma tarzlarına verilen genel bir isimdir. Bu durumda, derdi ve davası İslam olan her kesim bu tanımın içine girer.”
Eğer böyle bir tanımlama yapılır da kriterler belirlenmezse, kapsama alanını genişletmek isteyenler, “İslamcı”dan, kimlerin kastedildiğini açıklamak için şu örneği vereceklerdir. Müslüman kavramının şümulüne girenler, nasıl ki küfre ve şirke düşmedikleri müddetçe dışlanamazsa, islamcılık kavramının şümulüne girenler de İslam’ı dava edinmeleri şartıyla, uyguladıkları yöntem hatalarından dolayı dışlanamazlar.
Altını çizerek belirtiyorum ki; kimlerin kastedildiği kriterlere bağlanmadığı sürece; bu veya bunun benzeri bir örnek tanımlama, pragmatizmle yorumlanırsa -ki bu kavramın ortaya atıldığı zaman ve zemini düşününce, bu yaklaşımla yorumlanabilir- böyle bir değerlendirme ile konu, vahiyle ilişiği koparılmış bir eksene taşınacaktır. Bu eksende, bundan sonra adına ister müslüman denilsin, ister İslamcı; muhtevası bakımından yeni anlam yüklemesiyle, aslında “Müslüman” kavramına bir kılıf giydirilmiş olacaktır.
Okuduğumuz bazı yazılarda, “İslamcı”nın tanımı yapılırken; aklı vahyin ışığında çalıştırarak; içinde yaşadıkları toplumun, ülkenin, dünyanın sorunlarına çözüm arama çabası vurgusunu, tarihselcilik çerçevesinde iyi düşünmek lazımdır. Bu yeni tanım ve bu önceleme, “hizmet” anlayışı başta olmak üzere, İslam için uğraş verdiğini iddia eden her hareketi ve temsil ettikleri grubu meşrulaştıran bir anlayışı doğurabilir.
Oysa ki, niyet İslam’ı hakim kılmak dahi olsa, Rabbani yol ve yöntem esas alınmadan yürütülen çalışmalar netice vermeyecektir. Aşina olduğumuz bu tabloda, hakim renk gri, manzara ise farklı bir zenginlikte aynı yöne akan nehirler olarak resmedilir. Ki bu resmin mesajı, İslamcılık kavramını gündeme getirenlerin, yakın geçmiş yazılarındaki, Türkiye’de grup ve cemaatlerin çalışmalarını değerlendiren cümleleriyle örtüşecektir.
Konuya dönersek, bu kavramın ilmi tanımını yapmak da, kapsamına kimlerin girdiğini belirlemek de, objektif olarak bizce zor görünmektedir. Bu zorluktan istifade ile yine ihtimal dahilinde düşündüğümüz sonuç şudur ki, isteyen bu kavrama istediği anlamı yükleyip tedavüle sürebilir.
4) Hangi kavram kullanılmalı?
Eğer zihnimizde bir muhteva var da, onu ifade etmek için bir kavram tespit etmeye çalışıyorsak, önce “İslamcılık”ın muhtevaya uygun düşen İslam orijinli bir kavram olup olmadığını netleştirmek gerekir. Yapılan tanımlardan yola çıkıldığında, aynı muhtevayı ifade eden kavramların, Kur’an’da yeterince olduğunu görürüz. Mümin, müslim ve muttaki kavramlarının anlam sahasında, İslamcılık ile anlatılmak istenen şeyin, yeterince olduğunu görünce şu aklımıza geliyor. Neden illa ki, ilk olarak Batı’da ortaya atılmış ve zaman zaman tarihin belli dönemlerinde parçacıl bir hüviyetle yerini almış olan “Islamism” kavramı kullanılıyor? Elbette ki bundaki ısrarı soruyor ve sorguluyoruz. Bize vahyin kavramları neden yetmemektedir? Yetmemekte midir? Yoksa “(zaten mücadeleci olması gereken) Müslüman”lar mı yetmemektedir, yetişmemektedir?
Konu ile ilgili yazıları incelediğimizde, bu kavramın kullanımına gerekçe olarak, günümüz müslümanlarının durumu öne sürüldü. “Geleneksel Müslüman” diye adlandırılan bu kesim; dava bilinci olmayan, dava için çalışmayan, hatta dava için kanını, canını, malını, sevdiklerini feda edemeyen, sekülerizmin ve modernizmin pençesine takılan çoğunluk şeklinde tanımlandı. Demek ki, “İslamcılık” aslında, mevcuttaki durağan “Müslüman” tanımlamasına, hareket veren bir sıfat gibidir diye düşünülebilir. Bir bakıma durağanlık arz edenlerle, mücadeleci kimlikleri ayırt eder. Yani, hayatın aktif alanında, mücadeleci Müslüman ruhunu öne çıkaracak bir sıfatın kullanılması zaruridir seçeneği sunuluyor. Bunun gibi iki ters bir düzle örülen anlayış; sorunun temeline inmeyi ve çözümü görmeyi engelleyen bir anlayıştır. Çünkü buradaki sorun, “Müslüman/Müslim/Mümin” kavramlarında değil, bu kavramları kuşanan insanlardaki mühim eksikliklerdir ki, bu temel eksiklikler bu tür sıfatlarla, kavram ve yeni tanımlamalarla giderilemez.
Temel eksikliklerin giderilmesi, yazının birinci bölümünde ifade ettiğimiz gibi, bu dinin temeli olan tevhid hakikati başta olmak üzere, müslüman, mümin, muttaki gibi kavramların ve Hz. Peygamberin mücadelesinin, dosdoğru anlaşılması ve anlatılması ile mümkündür. İslami mücadeleyi önemseyip dert edinenler, ancak bununla dertlensin, anlatacaklar bunu anlatsın, çalışacaklar Hz. Peygamberi örnek alarak çalışsın ve sevinecekler de ancak Allah’tan gelecek olan bu ihsanla, bu lütufla ve bu rahmetle, yalnız bunlarla sevinsin.
Dava için pratikte gereği gibi çabalamayan, fakat bunu düşüncede savunmakla yetinen müslümanlar her zaman var olacaktır. Fakat kaygılanılması gereken durum, bu tanımlamalarla, müslümanın mücadele sahasının ve şeklinin, zihinlerde tevhid ekseninden kaydırılması ihtimalidir ki, tahrif edilemeyecek olan Kur’an’ın, zihinlerdeki tahrifatı böyle yapılır. Kaldı ki yıllardır kavramlarda yapılan oynamalara şahidiz. Aynı inanışta olduğunu iddia eden, aynı hedefe yürüyen farklı inanış ve hareket şeklini, niyetlere göre haklı ve geçerli kılan pratik anlayış, yine bu tahrifatın neticesinde gerçekleşir. Bu ise, “Mümin olmanın gereği olarak ne yapmalıyız?” arayışının önünü kesen, bilakis zengin çeşitleriyle birbirine alternatifler olarak sunulan “kontrollü hareket”lerin önünü açan, hatta bunları teşvik eden bir anlayışı doğurur.
Diğer taraftan, her müslüman bittabi ve bizzarur İslamcıdır deniliyor. O halde neden aynı muhtevayı yeni bir kavramla ifade edelim ki? Eğer müslüman/müslim/mümin/muttaki kavramları, Allah’ın dinini yeryüzüne, siyasi/devlet/ekonomi/yaşantı alanında hakim kılmak anlamını bünyesinde barındırıyorsa -ki öyle-, bu durumda yapılması beklenen, bu kavramların kullanımını yeterli görmektir. Kur'an kaynaklı ve asırlardır yerleşmiş olan, Allah(c)‘ın seçip beğendiği bir kavramın yerine, batılıların ortaya attığı bir kavramı kullanmak, müslümanların kendi kavramlarına sahip çıkmadığı olarak yorumlanıyor ki, bu yorumlara haksızdır diyemeyiz. Kendi kavramlarına hakkıyla sahip çıkmayan bir topluluk -bu kavramdan da kopamayacaksa- aynı kavramın değiştirilmiş halini almaya gönüllü ve bunun için ciddi bedeller ödemeye mahkum olacaktır.
Öyleyse şunu tekrar tekrar hatırlayalım ki müslüman/müslim/mümin kişi, yeryüzünde sadece Allah’ın otoritesini ikame etmeye çalışan insandır. Bunun gereklerini yerine getir(e)meyenlerin var olması, bu kavramdan vazgeçmeyi gerektirmez. Bilakis, içeriğin bilmeyenlere anlatılmasını, unutanlara hatırlatılmasını zaruri kılar. Zaten bu, İslami mücadelenin ilk, aynı zamanda bitmeyecek olan ayağıdır.
5) İslami mücadele ve İslamcılık kavramının çağrışımları
Bugün müslümanların üzerinde en çok durmaları gereken konu -Allah’a verdikleri ahd ve vaad üzere- gücü nisbetinde İslami mücadele için çabalamaktır. Her şeyden önce bu tevhid inancının bir gereğidir. Nasıl namazdan vazgeçmek, namazın önemini azaltmak, namazı ertelemek doğru değil ise; namaz gibi farz olan İslami mücadele için de bir vazgeçiş ve ihmalden söz edilemez, edilmemelidir. Fakat genel tablo ortadayken, ancak çabamız kadar ümitvar olabileceğimiz aşikârdır. Müslüman kişi, önce bireysel sonra toplumsal düzlemde, yalnız Allah’ın mutlak otoritesini, dil ile ikrar eden, kalp ile tasdik eden hayatında yaşamaya/yaşatmaya ahd eden ve gücü nisbetinde çalışan, birbirine hakkı ve sabrı tavsiyeleşen kişidir.
Bütün peygamberler, önce tağutu inkar ve sonra Allah’a iman'ı/teslimiyeti başlangıç çizgisi kabul ederler. Mücadele yoluna, önce bununIa girerler. Müslümanlara örnek olsun diye gönderilen bu güzel insanların bu mücadele şekli, bizlerden daha iyi bilindiği halde; başlangıç noktası olan tağutun inkarını gündeme getirmekten evvel, İslami mücadeleyi ifade eden İslamcılık’tan sayfalarca bahsedilmesi, üzerinde derin düşünülmesi gereken bir konudur. Bir hakikatten bahsedilmezken, başka bir hakikatin öne çıkarıldığı iddiası; yine peygamberler örnekliğine göre, tutarsız bir yaklaşımdır. Eğer ki hedef, Allah’ın tek dinini yani İslam’ı yeryüzüne hakim kılma çabası ise, bu konudan bahseden müslümanlar, hep bir ağızdan bu hedefi, işte böyle dile getirmeleri gerekmektedir.
Buradaki temel sorunun, yöntem konusundaki belirsizliklerden kaynaklandığını da söylemeliyiz. Kuran’ın ortaya koyduğu ve Peygamberlerin hayatlarında mücessem olan mücadele yönteminin gereği gibi anlaşılmadığını artık görüyoruz. Bütün Peygamberler toplumlarına önce tevhid inancını dile getirmişlerdir. Ve bunu bütün açıklığıyla, hiçbir tehire girmeden en başta yapmışlardır. Bu hakikat, son dönemlerde sıkça dile getirilen, "Tevhid bir başlangıç mıdır, sonuç mu?" zihinleri bulandıran sorusunun, tek ve tek kalacak cevabıdır. Tevhid, varılacak bir son değil, varılacak sonu hesab etmeden başta söylenecek en güzel sözdür. Ve Gerçekten ben müslümanlardanım diyenden, daha güzel sözlü kimdir?
Resuller, asla pragmatik hesaplar içine girerek, tevhid mesajını gizlememişlerdir. Toplumun karşısına çıktıklarında, önce tevhidi dile getirmişlerdir. Her zaman ön planda hep tevhidi tutmuşlar, söyleyecekleri her sözü ve yapacakları her işi tevhid kulpuna/Allah’ın sapasağlam kulpuna yapışarak yapmışlardır. Öyle ki, kullara yapılan haksızlıkların dile getirilmesinde bile, bu haksızlıkları mesajın önüne geçirip İslami mücadeleyi özgürlük mücadelesine dönüştürmemişlerdir.
Bu esaslar, temiz akıllı her Kur‘an ve Siyer okuyucusunun rahatlıkla, hiçbir tefsire ve tevile gerek olmadan anlayabileceği kadar açık ve net hususlardır. Tevhid, bir mümin için cansuyu ise; bu uğurda verilecek mücadele hayatta kalmayı zaruri kılan sudur. Su olmadan, canlılıktan bahsedilemez.
Yazının başlığından anlaşılacağı gibi bu yazının amacı, İslamcılık kavramının gündeme getirilmesinin -eğer varsa- amaçlarını, ihtimaller dahilinde incelemek ve bu amaçlara göre sergilenen tavırların tutarlıklarını irdelemekti. Aklımız yettiğince sorduğumuz sorulara, yine aklımız yettiğince cevaplar bulabilmekti.
Velhasıl, İslamcılık kavramının tarihteki ve günümüzdeki tanımlamaları, muhtevası, kullanılıp kullanılmaması, gündemdeki tartışmaların haklılığı, haksızlığı gibi konulardan mümkün mertebe kaçınmamız; halihazırda konuyla ilgili daha ehil kişilerce yazılmış yazıların olmasındandı. Ve bu konuya istenildiği gibi değil, istediğimiz gibi bir katkı amacını gütmemizdendi. Tartışmanın yönünü ve gidişatını -aslında gündemi- müslümanların belirlemesi, belirleyebilmesi hassasiyetimizdendi.
Niyetimiz bu vesile ile, vahyi ve Hz.Peygamberin hayatını kaynak/referans/tek ölçü alarak, İslami mücadeleyi Kur’ani tonda, gücümüz nisbetince anlatabilmekti. Hakkı ve sabrı tavsiyeleşebilme adına, unutanlara tevhid mücadelesinin başlangıç noktasını hatırlatabilmekti.
Yazımızı Allah(c)‘ın vaadi ve hatırlatmasıyla bitirelim.
“..Allah kendi (dini)ne yardım edenlere kesin olarak yardım eder. Şüphesiz Allah, güçlü olandır, Aziz olandır!" (22/40)
“(Bu,) Allah'ın va'didir; Allah, vadinden geri dönmez. Ancak insanların çoğu bilmezler." (30/6)