Mehmed MAKSUT
MOLLA MANSUR GÜZELSOY'UN ARDINDAN...
15 Ocak benim için ayrı bir anlam taşır. Zira bu tarih, Doğunun en zor ve karanlık dönemlerinde ömrünü vahye, kardeşliğe ve mücadeleye adayan Seyda Molla Mansur Güzelsoy’un rabbine kavuştuğu tarihtir. Mola Mansur, ilmiyle ameliyle ve fedakarlığıyla özellikle Doğudaki müslümanlar üzerinde emeği olan ender şahsiyetlerden biridir.Kardeşlik için gösterdiği çabasıyla, dava noktasındaki fedakarane duruşuyla ve engin ilmiyle unutulmaması gereken şahsiyetlerdendir. Seksenli yılların başından itibaren birikimini ve gayretini hasrettiği İslami değişim ameliyesiyle… Yeni bir kuşağın yetişmesi uğrunda harcanan meşakkatli yıllarıyla… Sahih, sahici, berrak bir mesajı insanlarla buluşturmanın derin sancısı ve karşılaşılan sorunlarıyla geçen bir ömürdür Molla Mansur’un hayatı. Bir arayışın ve zorunluluğun sonucu olarak gerçekleşen hicretiyle… İran’da gurbetin kasvetli ve yorucu günlerinde başlayan hastalık belirtileriyle… Son demlerinde dahi içini kemiren “İslami davanın akibetiyle” ilgili kaygılarıyla… Ve 15 Ocak 1996, Rahman’a yolculuğuyla bizim için bir değerdir Molla Mansur Güzelsoy… Aramızdan ayrılışının 16 yılında kendisi rahmetle yad ediyor onun bıraktıgı mirasın anlaşılmasının önemli oldugunu düşünerek yazımıza günümüz için önemli olan mesajlarını alıyorum:
Aziz dava arkadaşlarım!
Hepinizi Allah’ın selamı ile selamlıyorum. İslami mücadele ve çalışmanızı tebrik eder; Cenab-ı Allah’tan Şeriat-ı Ğarra doğrultusunda dünyada muvaffak olmanızı, Ahiret’te de mes’ud olmanızı dilerim.
Hepimiz inanıyoruz ki, geçici ve mecazi bir hayat yaşıyoruz. Daimi ve hakiki bir hayatı garantiye alabilmek için bize yüklenen bir takım mes’uliyet ve mükellefiyetleri yerine getirmek zorundayız. Bize düşen mükellefiyet ve sorumluluk, her asrın icabatına göredir. Ma’lum olduğu üzere, bu asrın en bariz özelliklerinen biri, İslam hakimiyetinin olmamasıdır. Onun için bu asırda gelen her müceddid ve mütefekkirin gayesi ve hedefi, İslam’i hakim kılmak olmalıdır. Amerika ve Batı’nın rahatsız olduğu, asrın tabiri ile, ‘Siyasi İslam’ı gündeme getirmek ve İslam ümmetini siyasi bir şuura kavuşturmak suretiyle İslam’ı ihya etmektir.
Bu asırda İslam ümmetinin ortak sorunu İslam hakimiyetinin olmamasıdır. Dolayısıyla tüm İslam ümmeti sorumluluk içindedir. Ümmet, kendi içinde İslami siyaseti gündeme getirmek, mensublarını şuurlandırmak, İslami çalışmayı kendine meslek haline getirmek ve meslek sahibi olmakla mükelliftir. Bu görevi yaparken de kitlesel ve kuşatıcı ümmet anlayışı içinde olunmalıdır. Hizipçilik mantığından uzak kalınarak ve tüm İslami grupları İslam kardeşi kabul ederek İslami kardeşlik çerçevesinde diyaloğa geçmek zorunludur. Birebir ile yakından tanışmak suretiyle güven ve itibar sağlanmışsa, samimi bir İslam kardeşliği içinde, merhalenin gereklerine göre ortak bir sorumluluk üstlenebilir. Böylece ya tek bir hareket veya bir cepheye dönüşebilirler.
Ümmet anlayışı derken, ulusçuluk, kavmiyetçilik ve cemaat taassubu gibi menfi düşüncelerden tamamen uzak kalmak gerektiğini kastediyoruz. Çünkü İslam, belli bir ulusun, kavmin veya grubun dini değildir. Aksine yeryüzündeki tüm insanlar için indirilmiş cihanşumul bir dindir. Bununla beraber İslam, ‘ümmet mefkure’sini savunurken Cenab-ı Allah tarafından yaratılan ayrı ayrı ulusların, kavimlerin, aşiret ve kabilelerin, gerçeklerini de inkar etmiyor. İslam esaslarına ters düşmeyen gelenek ve kültürlerini kabul ediyor; bunlara yasak getirme veya asimile etme yoluna gitmiyor. Bilakis İslam’ın meşru kıldığı şer’i ölçüler çerçevesinde tüm hakları azınlık sıfatı ile değil, İslami hukuk sıfatıyla tanınıyor. Kavimleri inkar meselesi ve asimilasyon, çağdaş zalim ve ırkçı fir’avnların eseridir; eski fir’avunların eseri de değildir.
Aziz dava arkadaşlarım!..
Siz, İslam davasına sahip çıktığınız zaman, ciddi ve samimi olarak sahip çıkınız! Kendinizi bir memur sıfatında telaki ediniz; hem de Allah’ın memuru olarak!.. Aynı zamanda davayı kendinize meslek haline getirip “Ben bir meslek sahibiyim, mesleğim var, mesleğime iyi sahip çıkmalıyım; hakkıyla sahip çıkmazsam, gar-ı ciddi ve sahtekar olurum.” Diye kendinizi sorgulamalısınız. Bu münasebetle Şehid Seyyid Kutub şöyle diyor: “Ya İslam’ın tamamını alınız, ya da tamamını bırakınız!” demek ki bir davaya sahip çıkıldığı zaman cidden sahip çıkılmalı ve hakkı verilmeye gayret edilmelidir.
Aziz dava arkadaşlarım!..
İslami dava ve harekete katıldığınız zaman da İslami hareketin ne olduğunu, ne gibi özelliklere sahip olduğunu, İslami hareketi cahili ve sapık hareketlerden nelerin ayırdığını bilmeniz lazımdır. Bir hareketin, sadece elamanlarının Müslüman, müttaki ve abid olması, o hareketin sıhhatı için kafi gelmez. Belki o hareketin temel düşünce ve temel prensibine bakmak lazım… Evvelen şunu söyleyelim ki, İslami hareket, İslam’ın temel düşünce ve prensiplerinden yola çıkan siyasi bir topluluğun ortaya koyduğu amellerdir. Öyleyse İslami hareketin usul-u esası, İslam’ın temel düşünce ve temel prensipleridir. Yani bir hareketin, cahili hareket yada yoldan sapmış İslam hareket sayılmaması, dolayısıyla sıhhatlı bir İslami hareket addedilmesi için, mezkur esas üzerine bina edilmesi gerekmektedir ki, bunu da pratikler gösterir.
İnsanın insan sayılabilmesi için düşünme unsuru nasıl zaruri ise, bir hareketin de İslami hareket sayılabilmesi için İslam’ın temel düşünce ve temel prensiplerine sahip olması zaruridir. Bunları ihtiva etmeyen hareket, sıhhatlı İslami hareket değil; cahili ya da yoldan sapmış harekettir. Ama İslami hareket içinde görülen, bazı büyük günahlar da dahil ister siyasi ister adi olsun, bazı yanlışlıklar, hareketin kiyadet (önderlik) merkezinden, temel düşünce ve prensiplerinden kaynaklanmıyorsa, bu tür şahsi davranışlar, hareketin İslami özelliğini ve vasfını kaldırmaz; ama, hareketin bu soruna el atması lazım gelir.
Aziz dava arkadaşlarım!
Şunu da bilmeliyiz ki, İslami harekette, İslam’ın temel düşünce ve prensiplerinin bulunması gerekir’ derken, grupçuluk ve cemaat taassubundan azad olmak gerektiği de anlaşılmalıdır. İslam’ın temel düşünce ve prensiplerinin fevkinde herhangi bir fikir, düşünce ve kıstas olamaz. Cemaat taassubu herhangi bir harekette bulunduğu zaman, o hareket cahili ve sapık bir hareket sıfatını kazanır. Çünkü asabiyet; milletler, kavimler, kabileler ve aşiretler arasında da haram olup şehadeti nefyyettiği gibi cemaatlar arasında da haramdır ve illeti aynı şer’i gerekçeye dayanır. Bu noktadan hareket edilerek verilen herhangi bir mücadele de heba olur. Çünkü Allah, sadece kendisi için yapılan amel ve hizmeti kabul eder. Kavim adına, aşiret adına, haseb-neseb adına ve salt cemaat adına herhangi bir ameli kabul etmez.
İşte İslami hareketler içinde herhangi bir hizmet verilirken, İslam’ın temel düşünce ve prensipleri doğrultusunda verilmelidir. Cehalet darü’l İslam’da özür sayılmaz. Her Müslüman İslam’ı bilmekle mükelleftir. Robot olmaya da hakları yoktur. Müslümanlar sorgulama ve eleştiri getirme hakkına sahiptir. Diğerleri de açık olmak ve dinlemek ve nazır-ı i’tibara almak zorundadır. Aksi halde İslam’ın reddettiği diktatörlük ortaya çıkar ve İslam ümmeti sahip olduğu öz hakkından mahrum kalır. Böylece gerek İslami hareketler ve gerekse İslami devletler asıl özelliklerini yitirirler. ‘Sen düşünme hareket senin yerine de düşünüyor’ safsatası, diktatürlük simgesi olduğundan, onu İslami çalışma sisteminin mefkuresinden söküp atmalısınız. Tüm Müslümanların da İslam’ı öğrenip bilmeye ve genel kültürlerine ağırlık vermeye teşvik edilmeleri gerekir. Grupçuluk mantığı ise, İslama tamamen muhaliftir. Cemaat ve grup maslahatı, İslam’ın ve İslam ümmetinin maslahatına mukaddem olamaz.
Misak, İslam’ın temel pernsibi olduğu gibi, teamüllerde yer alan, emanet, sadakat ve güven de o kadar önemlidir. Hiçbir mü’min, başkalarına tanıdığı eman ve güveni çiğneyerek ğadr ve hiyanet edemez. Bütün bunlara istinaden; İslami hareketin siyasi muvacehesi, meş’um siyasetin fesadından saf ve beri olmalıdır.
Festeqim kema umirte!..