Ebubekir MERCAN
MÜ'MİNLER YALNIZCA ALLAH YOLUNDA SAVAŞIR
İşte bir başka kalbi dokunuş daha… Arzu ve istekleri coşturmak. Arzu ve kararı iyice yerleştirmek ve harekete geçirecek yolları aydınlatmak… Toplulukların uğrunda mücadele ettikleri kıymetleri, gaye ve hedefleri sınırlandırmak için Cenabı Allah şöyle buyuruyor:
“İman edenler Allah yolunda savaşırlar. İnkâr edenler ise Tağut yolunda savaşırlar. Şeytanın dostlarıyla savaşın. Şeytanın hilesinin zayıf olduğundan hiç şüpheniz olmasın” 4/Nisa, 76
İlk dokunuşta bütün insanlar yolların ayrılış noktasındadırlar. Ve bir anda hedefler çiziliveriyor. Hudutlar bütün açıklığıyla belirtiliveriyor… Ve insanlar iki ayrı guruba ayrılıveriyorlar… Evet iki ayrı sancak altında, iki ayrı gurup halinde seçiliyorlar.
* İman edenler Allah yolunda dövüşürler.
* Küfredenlerse tağut yolunda dövüşürler.
Evet Muhterem Müminler
İman edenler Allah yolunda dövüşürler. Allah’ın nizamını gerçekleştirmek için. Allah’ın şeriatını beşeri hayata hâkim kılmak için. İnsanlar arasında adaleti tahakkuk ettirmek için…
Evet Allah’ın ismiyle… Başka bir ünvanla değil! Allah’ın tek ilah olduğunu ve bu yüzden hâkimiyetin Allah’a ait olduğunu kâinata ilan ederek…
Küfredenlere gelince; onlar tağut yolunda dövüşürler. Allah’ın nizamı dışında başka nizamları gerçekleştirmek için… Allah’ın şeriatı haricinde diğer sistemleri hayata hâkim kılmak için… Allah’ın ölçüsünden başka ölçüler dikmek için tağut yolunda dövüşür onlar.
Yani iman edenler Allah’ın himayesine sığınırlar.
Küfredenlerse şeytanın himayesine sığınırlar… Hepside şeytanın dostlarıdırlar.
Onun için cenabı Allah şöyle buyurmuştur: “ Öyle ise şeytanın dostlarıyla dövüşün! Şüphesiz ki şeytanın hilesi zayıftır”
Böylece Müslümanlar sert bir arazide bellerini kuvvetli bir dağa dayıyorlar. Allah yolunda savaşa katılmanın vicdan rahatlığı içinde, kendileri için herhangi bir pay ayırmaksızın savaşa hazır duruyorlar. Bu savaşta ne kendi şahısları, ne mensup oldukları milletleri, ne ırkları, ne yakınları için bir şeref payı yoktur.
Her şey Allah içindir ve her şey Allah uğruna…
O’nun sistemi için, O’nun nizamı için savaşa katılıyor ve işte ölürsem şehit, kalırsam gazi mefkuresiyle bu ümmet tarihte Allah yolunda fetihler yapmıştır. Hiçbir zaman küfre boyun eğmemiştir. Fakat şimdi bakıyoruz aynı Müslüman toplum Allah’ın şeriatı deyince kaçmaya yer arıyor.
Korkma kardeşim! Allah’a teslim ol! O’nun şeriatı Kur’andır! Kur’ana uy! Kim ki O’nun şeriatına düşmansa bilsin ki Ku’ana düşmandır. Bu ise kâfirliktir. Çünkü müslümanın anayasası Kur’andır.
O halde bunu böylece belirttikten sonra diyebiliriz ki: Müslüman’ın savaşı islamın yücelmesi için olmalı. Onu yani İslam Nizamını hayata hâkim kılıp onu yüceltmek içindir. Mevzuumuzun sonunu bağlarken dikkatlerinizi şu gerçeklere toplamanızı dileriz.
İşte gerçekler:
Müslümanın savaş alanında koruduğu sancak iman sancağıdır. Yani üzerinde “ La ilahe illallah” kelimei tevhidi yazılı olan sancaktır. Uğrunda savaştığı vatan, Allah Nizamının(Kur’anın) uygulandığı vatandır. Müdafaa ettiği ülke Allah sisteminin hayat nizamı olarak kabul edildiği ülkedir. Bunun dışında kalan her çeşit vatan ve memleket mefhumu, islam dışı cahiliyet anlayışlarıdır. İslam böyle bir şeyi asla kabullenmez.
Cenabı Allah cümlemizi O’nun Şeriatını hayata hâkim kılmak için çabalayanlardan eylesin.
R. Mercan, 1976
Bu okuduğunuz yazı babamın 1976 yılında bir köy camisinde insanlara okumuş olduğu hutbedir. Bu yazıyı raflara hapsedilmiş Fizilalin içinde bulduğum günden beri cebimde taşır ve muhtelif yerlerde okumaya çalışırım. Bu gün burada bu yazıyı paylaşmamın gerekçesine gelince:
Bildiğiniz gibi birinci dünya savaşı sonrası Anadolu toplumunun üstüne çöreklenen işbirlikçi kadrolar bu toplumun İslamla ve Kur’anla bağını kökünden kesmek için sinsi planlarını devreye sokmuşlardır. Tedrici bir şekilde başlattıkları bu savaşı en şedit yöntemleri bile kullanmaktan çekinmeden devam ettirmişler ve saten pamuk ipliği ile bağlı olan bu bağa büyük bir darbe indirmişlerdir.
Aslında ucu ta asrısaadet dönemi sonlarına dayanan ve sadece bu toplumun değil bütün İslam âleminin sorunu olan İslamdan ve Ku’an’dan uzaklaşma serüveniyle adeta cahiliyeyi yaşayan halkın din, iman, hayat, mana ve hedef algıları 1960-70 li yıllarda Seyyid Kutup gibi şehitlerin mücadele ve eserlerini okumaya başlamalarıyla yeni bir muhteva kazanmıştır.
Cahiliye içerisinde bir çıkış noktası arayan fıtratlar büyük bir heyecanla bu iplere sarılmışlar ve Allah’ın razı olacağı bir adam, toplum ve düzen oluşturmak için kolları sıvamışlardır. İşte biraz önce Fizilalden derlenerek toplum önünde okunan yazı da bu kalkışın meyvelerinden birisiydi işte.
Lakin hem önlerinde bu bilinci temsil eden somut bir örneklik olmadığından hem de farklı birçok sebepten dolayı bu bilince ulaşanları birleştirici, kapsayıcı ve en uygun şekilde kanalize edici özgün bir yapı ortaya çıkaramayarak selin önündeki çerçöp gibi olmuşlardır.
İşte bu noktada bu insanların göremediğini gördüğünü iddia eden birileri hem nebevi metoda hem de okudukları Yoldaki İşaretler kitabına çok açık bir şekilde aykırı olmasına rağmen laik sistemle barışık hareket edecek partiler kanalıyla mücadele edilmesi gerektiği telkinini vermişlerdir. Uyanış bilincini geriletmek için sistem tarafından da dolaylı olarak desteklenen bu yapılanmaların “adil düzen getireceğiz” söylemi dışında hemen hemen bütün argümanları islama aykırı olmasına rağmen büyük bir teveccühle karşılanmıştır.
Tevhidi bilinçle tanıştıkları halde bu değerleri bütüncül bir şekilde içlerine sindiremeyenler, bu dini sadece siyasi bir ideoloji formatına indirgeyerek algılayanlar, aslolanın tağutu değiştirmek değil tağutu reddetmek olduğunu kavrayamayanlar, sonucu biran önce gözleriyle müşahede etmeyi arzulayanlar, değişimin tepeden tabana değil, tabandan tavana olması gerektiğini göremeyenler… bu dinin tamamen Allah’tan olduğu gibi takip edilecek yolunda Allah’tan olduğunu atlayarak enerjilerini bu fırkaların güdümüne teslim etmişlerdir.
Ve neticede oy vermeyi en büyük cihat olarak telakki etmeye başlamışlar ve gün be gün kalkış noktalarından ve değerlerinden uzaklaşarak pasifize olmuşlardır. Tabi iş bununla da kalmamış ve bir zamanlar kendilerine yep yeni ufuklar açan kavramları, algıları ve hareketleri bünyesinde taşıyanları “kendilerini aşamamış heyecanlı tipler” olarak tanımlanma noktasına kadar varmışlardır.
Tabi bu tevhidi bilinçlenme ve bu bilincin sekteye uğrama süreci çok daha ayrıntılı bir şekilde analiz edilebilir ama benim dikkat çekmek istediğim husus bu tarihi ince ayrıntılarına kadar analiz etmek olmayıp bu minvalde tekerrürden ibaret olduğu söylenen tarihin tekerrür etmemesi adına kendimize yönelik dersler çıkarmaktır.
Evet bizlerde Allah’ın rahmeti sayesinde Tevhitle, Kur’an’la ve Alemlere rahmet olarak gönderilen Resulullahla (s) tanıştık. Rabbimizin bizleri sadece yiyip içip oyalanmamız için yaratmadığını da sadece namaz kılıp oruç tutmamız için yaratmadığını da öğrendik. Yerlerin, göklerin ve içindekilerin tek ilahı olan Rabbimiz bizlere Müslüman adını takmıştı ve sizler yeryüzünün halifelerisiniz diyordu bize.
Evet bizi adam eden ve bizi cennete götürecek tek şey sadece Allah’a kul olan muvahhid bir Müslüman olmak ve her türlü şirke, küfre, zulme ve tuğyana karşı Kur’an’la mücadele edip Allah’ın şeriatını hayatımıza ve tüm dünyaya hâkim kılmak için çabalamaktan başka bir şey değildir. Bu uğurda bir şahitlik ortaya koymaya çalışırken de Rabbimiz bizlere ne pahasına olursa olsun toplumun Müslüman yapılarak bir devlet kurma sonucuna ulaşma sorumluluğu yüklememiştir. Nitekim birçok Peygambere iman edenler çok az olabilmiş birçok Peygamberde bir devlet idaresine ulaşmadan Allah yolunda şehit edilmiştir. Ama Rabbimiz Peygamberler özelinde bizlere ve tüm Müslümanlara ne pahasına olursa olsun riayet etmemiz gereken bazı yol işaratelerini bildirmiştir. İşte bu işaretlerden bir tanesi de bu makalenin de ana konusu olan “bize gelen ilimden sonra bilmeyenlerin arzularına uymama” ilkesi ve ne pahasına olursa olsun iman ettiğimiz temel akidemizde ve değerlerimizde sebat/sabır etmemiz gerektiği düsturudur.
Allah aşkına bu gün bizleri her türlü tağuta/tuğyana karşı la demekten, gerçek adaletin ancak yaratmanın da emretmenin de Allah’a ait olduğunda gerçekleşeceğini dillendirmekten, sömürü ve zulmün bitmesi için egemenliğin halka veya herhangi bir zümreye değil yalnızca Allah’a ait olması gerektiğini söylemekten alıkoyan, ve belki de biraz ağır olacak ama Habeş kralının karşısında Peygamberin amcasının oğlu Cafer b. Ebî Tâlib gibi özgün duruşu korumak varken, Habeş kralının dinine girenPeygamberin halasının oğluUbeydullah b. Cahş gibi savrulmak için ne gibi bir “realite!”(pragmatik durumun adı realite olmuş) var ki bizler bu değerlerimizden savrulalım.
Tevhidi iman ve duruşun bütünü bu söylem ve eylemden ibaret olmamakla beraber ne oldu ki bizler kendi kavramlarımızla kendimizi tanımlamaktan çekinip Allah’ın şeraitini hayata ve dünyaya hâkim kılma söylemimizden gocunalım. Birileri çekinip gocunarak bu isteği marjinallik olarak sunabilir belki ama Allah’a şükür bizim gocunacak ve utanacak hiçbir yanımız yoktur.
Asıl gocunması ve utanması gerekenler bütün iyi olan değerleri demokrasi diye tanıtıp insanlığın kanını emen zihniyetler ve onların kuklası olan işbirlikçileridir ki bu gün bunların iç yüzü bütün çıplaklığı ile ortaya konulmuştur. Allah’ın şeriatında ise hiçbir şahıs, ırk veya zümre için bir şeref payı da yoktur, hiçbir toplumu sömürmek de yoktur, hiçbir mazlumun kanını dökmek de yoktur.
İşte bu gün Filistin’de, Afganistan’da, Çeçenistan’da, Arakan’da, Doğu Türkistan’da… olduğu gibi en son Mısır ve Suriye’de yine bu laik demokratik ideolojilerin işbirlikçi kuklaları tarafından akılları durduran katliamlar gerçekleşti. Ve insanlık trajikomik bir şekilde bu katliamlara doğrudan ve dolaylı destek veren emperyallerin buna karşı bir şeyler yapabileceğini umuyor ki Mısır yeni bir Suriye olana kadar yapmayacaklar, Suriye için yapacakları da ya göz boyamaktan öteye gitmeyecek ya da kendi yaptıkları/yapacakları zulümlerine paravan olacak şeyler olacaktır.
Dünyaya İslamı en güzel şekilde anladığı ve yaşadığı lanse edilen Türkiye’deki idare de konuşmaktan ve ulaslararası güçlere! Çağrı yapmaktan başka bir şey yap(a)mamaktadır. Tabi kendini islama nispet eden ama laik ideolojilerin kuklası olan ülkelerin sus pus olduğu bir konjöktürde AKP hükümetinin konuşması ve bu zulümlerin karşısında olduklarını ifade etmeleri kendi adlarına bir olumluluk olabilir. Dikkat ederseniz kendi adlarına diyoruz, yoksa onların Peygamberin yolunun yolucusu olmak yerine ümmetin yolunun bir dönem kesiştiği Necaşi rolünün yolcusu olmaları bizim müslümanlara örnek göstereceğimiz bir davranış değildir.Bizim burada dikkat çekmek istediğimiz husussa onların yaptıkları-yapmadıkları noktasında bir eleştiri olmayıp bu idarenin islama uygun bir idare olduğu ve İslami idarenin de ancak bu kadar yapabileceği algısının zihinlerimize kazınmak istenmesidir.
Hâlbuki realist olarak düşünüldüğünde de bu gün bu topraklarda toplum önüne çıkacak hiçbir idarenin bu zulümleri eleştirmeksizin halkın desteğini arkalarına alıp orada durmaya devam etme olanakları kalmamıştır. Ama büyü bozulmuş ve Müslüman idarelerin tarihini bilen fıtratların isteklerine cevap ver€meyen bu laik demokratik seküler idarelerin de gerçek islamı ve İslami duruşu temsil edip etmedikleri sorgulanmaya başlanmıştır artık.
İşte bütün dünyadaki batıl ideolojilerin iflas edip onları bayraklaştıran kadroların yerin dibine geçtiği ve bütün dünyada hak ve adalet özlemlerinin en üst seviyelere çıktığı bu dönemde bizim durduğumuz yerin önemi bir kere daha ortaya çıkmıştır.
Evet yine Suriye Suriye Suriye… ve biz
İsmini duyduğumuzda bile yüreğimizi titreten, her an içimizde kanayan ve kimi zaman bizi eşlerimizin ve çocuklarımızın gözlerine bakmaktan bile utandıran bir gerçektir Suriye ve yaşanan bu son katliam.
Vicdanının sesi henüz tam kapanmamış tüm insanlıkla beraber bizde ağladık bu katliama. Tabi bizi ağlatan şey vicdanımızdan gelen ses değildi pek tabii. Çünkü vicdanın sesini kısmak bir kumanda tuşu kadar uzaktadır ve beş dakika sonra hiçbir şey olmamış gibi de yapılabilir.
Bizleri ağlatan şey bir insanın nasıl bu kadar cani olabileceği sorgusu ve ölenlere yazık oldu algısı da değildi pek tabii. Çünkü bizler okuduğumuz Kur’an’dan Allah’a tuğyan edenlerin Rabbimiz Allah’tır diyenlere neler yapabileceklerini de , bu uğurda can verenlerin sonunun ne olacağını da öğrenmiştik.
Evet bizleri ağlatan şey yine okuduğumuz Kitap’taki “Niye Allah yolunda ve `Ey Rabbimiz, bizi şu zalimlerin yaşadığı beldeden çıkar, bize katından bir kurtarıcı, kendi katından bir destek gönder' diye yalvaran ezilmiş erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz”4/Nisa, 75 sorusuna nasıl cevap vereceğim korkusudur aslında.
Bu sorgu karşısında yardımlarımızla, dualarımızla ve eylemlerimizle onlara destek oluyoruz diyerek hem kendimi hem de bu yazıyı okuyanları rahatlatıcı şeyler yazmak niyetinde olmadığımı belirtmekle beraber hiçbir yılgınlığa ve komplekse kapılmamak için merhum Şehid Seyyid Kutup’un şiirinden bir dörtlük paylaşmak isterim:
Kardeşim benim üzerime ağlarsan
Benim kabrimi o içten damlalarla ıslatırsan
Ufalanmış kemiklerden kendine meşale oluştur
Ve ışığıyla yaklaşan zafere doğru ilerleEvet tüm batıl ideolojilerin ve müslümanım diyen işbirlikçi zalimlerin iç yüzünün bütün açıklığı ile ortaya çıkarılması, Müslümanlar üzerinde ne tür oyunlar oynandığı ve oynanacağının anlaşılması, yeri geldiğinde ölümün zillete nasıl da tercih edilebildiğinin gösterilmesi, dünyevi planların nasıl da bir çırpıda silinebileceği ve korku duvarlarının nasıl da yıkılabileceğinin yakin olarak gösterilmesi gibi sonuçların bizler için bir kazanım ve zafere doğru giden yolda çıkılan bir basamak olduğu bilinciyle bu süreçleri, hatalarıyla, eksikleri yanlışları ve doğrularıyla çok iyi okumak zorundayız. Aynı zamanda hem biraz önce okuduğumuz ayetin nazil olma sürecini hem de Peygamberin mücadele örnekliğini çok iyi idrak ederek hem bizi hem de çocuklarımızı bekleyen süreçler için bir basamak da biz çıkmak zorundayız.
Çünkü hiçbir sınır tanımadan hareket eden bu tağutlar ve işbirlikçileri öyle bir zulüm, kan ve göz yaşı ateşi yaktılar ki bu ateşin sonunda kendilerini yakacağını görseler de artık hiçbir zaman durmayacaklar ve kendilerini ancak Kur’anda kenetlenmiş güçlü bir İslam toplumunun durdurabileceği korkusuyla da dünyanın hiçbir yerinde olduğu gibi bu topraklarda da böyle bir toplumun oluşmaması için bütün imkanlarını seferber etmeye devam edeceklerdir.
Bu açıdan zaman artık uykuların kaçma zamanıdır ve Rabbimiz katında bir mazeretimiz olması için, Allah’ın yardımını hak edebilmek için, Allah rızası için… tüm fıkhi ayrılıkları ve taassupları bir tarafa bırakıp temel tevhit akidesinde savrulmayanlarla beraber, Allah Resulü’nün gittiği yoldan asla ayrılmadan yürüyerek, hayatı ve ölümü yalnızca alemlerin Rabbi Allah için olan bir Kuran toplumu oluşturmak için biraz daha gayret etme zamanıdır.
Cenabı Allah cümlemizi O’nun Şeriatını hayata hâkim kılmak için çabalayanlardan eylesin.