Fatma CEREN

11 Aralık 2011

SİZİN ŞEYTANINIZ NE RENK?

“Şüphesiz ki şeytan, sizin apaçık düşmanınızdır.”

Lütfen soru garibinize gitmesin! Bazen kelimelerle ifade edemediğiniz duygularınızı,  renklerle konuşursunuz… Ya da tam tersi olur. Anlamsızmış gibi görünen bir tablonun renk cümbüşünde, farklı tonlardaki kelimelerinizi ve sözlerle ifade edemediğiniz düşüncelerinizi görürsünüz.

Geçenlerde yan yana gördüğüm iki resim, zihnimde iki çağ örnekliğinin yansımaları olarak yer etti. İlki siyah beyaz bir tabloydu. Tablo üzerinde stilize edilerek düzenlenmiş öğeler, iki zıt renkle; karşıtlığı, aykırılığı, çarpışmayı ve ayrışmayı anlatıyordu. Öyle bir çatışma ki, beyaz siyahın varlığını kabul etmiyor, siyah beyaza açtığı savaşta hep kaybetmenin hırsıyla, karanlığına bir yenisini ekleyerek büyüyordu. Biri varken diğerinin olamayacağını, arada bir yerde duramayacağım gerçeğini bana zorunlu kılıyordu. Hayran bırakan fırça darbeleri karşısında keskin bir bakışı hak ettiğini söylüyordu. Bu çatışmanın bir tarafı olmak, beni yormuştu. Ama bu yorgunluğa değecek, tarif edilmez huzuru ve hazzı da bana hediye ediverdi. Seyir süresince, önünde dik bir duruşu gerektirdiğini bütün hücrelerimde hissederken, vermek istediği mesajın sadece “netlik” olduğunu düşündüm.

Diğerinde ise, siyah / beyaz / gri üç renk hâkimdi. Önce bir öncekinden küçük göründü gözüme. Ancak kısa bir süre sonra, ilkiyle aynı ebatlarda olduğunu fark ettim. Ne garip! Neden bu gözüme daha küçük görünmüştü? Resim gönlüme geçici bir ferahlığın yanı sıra anlam veremediğim bir sıkıntıyı usulca bıraktı. Bir önceki resimde yaptığım gibi, tercihimi beyazdan yana belirleyip, aynı beyaz tonu başlangıç noktası saptayıp, gözlerimi usulca gezdirmeye başladım. Yüreğim bu beyazlığın berrak sularında ilerliyordu ki, nereden girdiğime anlam veremediğim gri bir tüneldeydim artık. Az önce siyaha karşı mücadele eden zihnim ve hücrelerim, şimdi grinin cazibesine kapılmıştı. Yormuyordu beni. Çatışma yoktu. Gözlerim ılık bir baharın hafif esintisi eşliğinde, sakince geziniyordu. Deminki savaş alanında, daha azimli ve diri olan düşüncelerim, gitgide bulanıyor ve tembelleşiyordu. Sanki kontrolü benden çıkmış ve resme ait olmuştu. Ha bitti bitecek dediğim tünelin çıkışının olmadığını fark ettiğimde ise, artık çok geçti. Zihnim, kalbim ve bütün varlığım siyahın zincirlerinde tutsak olmuştu. Siyahın kirli yüzüyle karşılaştığımda, sinsice güldüğünü gördüm. O, yanında olmamdan duyduğu adi sevincini yaşarken, ben buraya nasıl düştüğümü anlamaya çalışıyor, idrak sınırlarını zorlayan bu yolculuğu, kendime tarif etmeye uğraşıyordum. Umarım geç kalmamışımdır diye telaşla çarpan kalbime, nereye ait olduğunu hatırlatırken bir sesle irkildim. Yavaşça arkamı döndüm ve…

Ve… Her neyse… Neyle karşılaştığımı yazının sonunda söyleyeyim.

Beyaz ve siyah resimde tezatlığı simgeler. İyi/kötü, doğru/yanlış, var/yok… Keskinliği ortaya çıkarır. Net ifadeleri tuval üzerinde kazanıma dönüştüren en önemli iki renktir. Varken yokluğu, yokken varlığı ifade edebilmenin, en şiddetli belirteçleridir. Birinin varlığından söz edebilmek, diğerinin hiçliğine bağımlıdır. İkisinin bir arada olma ihtimali, söz konusu bile olamaz. Biraz beyaz biraz siyah karışımı, olan “GRİ” rengi, artık “SİYAH” kategorisinde bir ton olarak adlandırılır. Bu yeni rengin “BEYAZ” la ilişiği kalmamış, içine kaç tüp beyaz eklerseniz ekleyin, bir daha asla beyaz tonu elde etmeniz mümkün değildir. Hayatımızda da öyle değil mi? Gece ile gündüz, karanlık ile aydınlık, doğru ile yanlış… Hep birbirinin zıddı ifadelerdir. Biri olduğunda diğeri olmaz, aslında olamaz. Yanlışlar içinden en doğrunun da yanlış olduğu, kötüler içinden en iyinin de aslında kötü olduğu malumunuzdur.

Rabbimiz olan Allah, kâinattaki bütün tezatlıkları çatısında topladığı iki temel kavramı bize yüce kitabımız Kuran-ı Kerim’de bildirir. HAK ve BATIL ki; doğru ile yanlışı, iyi ile kötüyü, karanlıklarla aydınlıkları, kâr ile ziyanı, fayda ile zararı tasnifleyip bünyesinde barındırır.

Dünya hayatı  boyunca, vahyin geldiği dönemlerde, bu durum net olarak anlaşılabilmiştir. Yani insanoğlu, Allah’ın büyük lütfuyla, yani kendisini muhatap almasıyla Hak/batıl kavramlarını doğru bilgilenme ile idrak etmiş; buna göre de istediği yaşantı tarzını, oluşturup, nerede yer alacağına karar vermiştir. Hak’tan yana tavrını koyanlar, bu tavrın dünya hayatındaki getirilerini (götürdüklerini) ve nasıl bir mücadelenin içinde yer aldıklarını bilirler. Neyi neye tercih etmiş olmanın yüksek bilinciyle, dünya hayatını arkalarına atarak, asıl hedef olan ahret hayatını ön planda tutarlar. Allah’ın kârlı bir ticaret olarak müjdelediği mücadelelerinde; batıl söylemleri dikkate almadan, dosdoğru yollarında, emrolundukları gibi davranırlar.

Batıldan yana olanlar ise, zanlarına, heva ve heveslerine göre ürettikleri türlü bahanelerle; rahat, sorunsuz dünya hayatını ahret hayatına tercih ederler. Böyle söylemezler elbet. Bu durumu, batıldan yana tutum, hal, hareket ve tavırlarıyla belirledikleri yaşam tarzında görmek mümkündür. Zorlanmamak, rahata talip olmak, dünyanın geçici faydalarını istemek, bunların cazibesine ve ulaşılabilirliğine kanmak ilk belirtilerdir. Ama yine de hedefe Allah’ın rızasını koydukları iddiasıyla; aslında bizatihi Allah’ın rızasından adım adım uzaklaşmaktadırlar.

Hak’kı Hakk’ın sözüyle ayakta tutma çabasında olan müminler ise; Allah’ın vahyine, emirlerine, hükümlerine tabi olurlar. Batıla uyanlar ve batıla dalıp gidenlerle beraber dalıp gidenler; zanlarını, heva/heveslerini kendilerine Rabb tayin eden şeytanlara ve yardımcılarına tabi olurlar. Bu tabi olma durumu, Kuran-ı Kerim’de bize açıklandığı üzere çok çeşitlidir. İman etmenin şekli TEK olmasına karşın, şirk koşmak ve küfre sapmak da bir o kadar çeşitlidir ki; merkeze alınan otoritenin, şahıslardaki etkilerine göre derecelenebilir. Şu an konumuz bu değil. Bu duruma sebep olan “Apaçık Düşmanımız”. Yani Şeytan (Allah ona lanet etsin)…

Şeytanın geri dönemeyeceği çıkmaza giriş serüvenini Kuran-ı Kerim’de okuduk ve biliyoruz. Kibirlendi, emre itaat etmedi, hatayı dönüp kendinde arayacağına, inat etti. Sonra da benim asıl dikkatimi çeken tavır olarak; kendi hatasını, sebebi olduğu muhatabına yükleyerek, hırs, intikam ve düşmanlık duygularıyla, insana ödetme politikasını benimsedi. Hâlbuki Yüceler yücesi, merhametlilerin en merhametlisi Allah’a tevbe etme şerefine nail olsaydı, bu ondan geri çevrilmezdi. Fakat o kolay olanı seçti ve kıyamete kadar sürecek bir düşmanlığa imza niteliğinde son sözlerini sarf ederek, cehennemdeki yerini lanetlenmiş ve kovulmuş sıfatıyla, kendi elleriyle rezerve etti. İşte o sözler…  

“Dedi ki: "Madem öyle, beni azdırdığından dolayı onlar(ı insanları saptırmak) için mutlaka Senin dosdoğru yolunda (pusu kurup) oturacağım,  Sonra muhakkak önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım. Onların çoğunu şükredici bulmayacaksın."(7/16-17)

                                              ( Bu amaca ulaşmak için de,)

“Onları -ne olursa olsun- şaşırtıp-saptıracağım, en olmadık kuruntulara düşüreceğim ve onlara kesin olarak davarların kulaklarını kesmelerini emredeceğim ve Allah'ın yarattıklarını değiştirmelerini emredeceğim." Kim Allah'ı bırakıp da şeytanı dost (veli) edinirse, kuşkusuz o, apaçık bir hüsrana uğramıştır. (Şeytan) Onlara vaadler ediyor, onları en olmadık kuruntulara düşürüyor. Oysa şeytan, onlara bir aldanıştan başka bir şey va'detmez.” (4/119-120)

Şeytan, devamlı insanla uğraşır. Onun işi bu. Bizi gördüğü anda başladı şeytanlığa. İlahi emre itaatten alıkoyan zaafını bastıramadı. Rabbine itaatle derecesini yüceltecekken, başkaldırmakla aşağıların en aşağısı oldu. Şeytanı iyi tanımamız lazım. Çünkü o bizim “APAÇIK” ve “EN” düşmanımız. Lütfen onun ve ordularının birer yaratılmış olduğunu, devamlı yanımızda yöremizde dolaştığını hatırdan çıkarmayalım. Sürekli teyakkuz halinde, kolaçan mekanizmasını günden güne geliştirdiğini; tarzını, yöntemlerini ve kullandığı araçları devamlı güncellediğini bilelim. Bütün bunları biraz somut düşünmeye çabalayalım. Mesela görevlendirdiği bir yardımcı, şu an yazdıklarımı okumakta… Tıpkı şu an sizin tepenizde bekleyip de, bir açığınızı kollayan ve en kışkırtıcı vesveseleri size sunmaya hazırlanan diğer bir arkadaşı gibi… Onlar birbirlerinin velileri. Sürekli iletişim halindeler. Kendilerine düşman edindikleri, insanoğlunu alt edebilmek için, kendi saflarına katabilmek için. Tıpkı kendisi gibi ziyana uğrayanlar fırkasına dahil edebilmek için… İntikam almak için!

Her çağ  ve dönemde, gündemin en sıkı takipçileri şeytanlardır desem ne dersiniz?

Ayette diyor ya, “Andolsun ki, onların önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından yaklaşacağım…” Bu nasıl bir azim nasıl bir iddiadır ki, arka planında ki kibir, hırs, bencillik ve düşmanlık duygusu; onu dünya hayatı boyunca -öyle altmış, yetmiş sene değil- 7/24 tam mesai sürecine itiyor ve gerçekten sözüne sadık bir şekilde de azmettiği yol üzerinde durmadan çalışmaya motive ediyor. İşin en garip yanı ise, gideceği yerin en bedbahtların yeri olduğunu bile bile… Yani en gidilmeyecek yer olduğunu bilmesine rağmen… Onun ayetteki ifadesiyle, Madem öyle(madem yanacağız) gelin hep beraber yanalım mantığı. Ben değerlendiremedim kendime yazık ettim, siz de iyi gün görmeyin, beter olun mantığı… Kibirle yayan başladığı yolculuğun, hased vasıtasıyla devamı… Ne yazık ki hüsran son durağında acıklı bir azabın yakın bekleyişi…

Şeytan insanı  çok iyi tanıyor. Düşmanını tanıma bilincinde en üst seviyede diyebiliriz. İnsanın psikolojisini, ruhsal durumunu, zaaflarını ve fıtrat yapısını… En ince detaylara kadar biliyor. Daha da önemlisi, “insana nasıl yaklaşırım ve sahip olduğum donanımı nasıl verimli kullanırım” kaygısını hiç yitirmiyor. Devamlı kendini ve donanımını güncelliyor, ordularını bu şekilde eğitiyor. Bir yerden bir kapı kapatılınca, diğer alternatife geçiyor. O da tutmazsa bir diğerine. Bu da olmadı mı? Ötekisine. Ta ki o kul son nefesini verene kadar. Velhasıl şeytanın bir şahısla uğraşması, o insanın son nefesinde son buluyor.

Şeytan ve orduları, insana dört koldan saldırırken, vaad ve argümanlarını kişiye özel hazırlanmış özel paketlerde sunuyor. Siyah renge bürüdüklerini sunmak kolay olunca, ancak belki azgınlıkları artırmak amacıyla ve daha da bir keyif almak için sunum paketlerindekilerin cinslerini değiştiriyor. Çeşit çeşit hazırladığı alternatiflere, gündemi takip ederek hazırladığı sapkınlıkları, nefret ettiği, kin ve hased duyduğu insanoğlunda yer etmesi için elinden ne geliyorsa yapıyor.

Tıpkı  bugün de devam ettiği gibi. Temsil ettiği siyahın safındakiler cepte zaten. Onlar kenarda duradursun. Acaba ne yapsa da beyaz safındakileri yada bu yoldakileri, kendine doğru ağır ağır çekse? Bu saatten sonra inkâr ettirtemez. Ne yapacak? Siyahın karanlığına gömmek için, bir geçiş yolu sunması lazım. “Tamam, yanlış, biliyorum. Ama şimdilik bu olsun. Sonra senin istediğin olacak zaten.”  sıl “Geçici olarak batılı al, kullan senin niyetin iyi olduğunda, sonunda Hakk’a ulaşacaksın” kandırmacası “Başka çaren kalmadı ki, bir de bunu dene, işe yaradığını sen de göreceksin” aldanmaca Esasen, muhatabın farkında bile olmayacağı gri bir tüneldeki yolculuğuna, özenle seçtiği sözlerini dizdiği ve dünyalıklarla süslediği davetiyesini insanlığa göndermesi…

“Sn. Falanca,

Şu an tarihini sizin de benimde bilmediğim, (hiç bitmeyecek ve engel olamayacağımız) azap şölenimizde sizleri de aramızda görmekten mutluluk duyacağız.

NOT: Şölenimiz yemeklidir.(bknz:cehennem yiyecekleri). Çoluk, çocuk, torun, torba, tüm sülaleniz davetlidir!”      Kafası karışık olanlara ücretsiz “gri” servislerimiz mevcuttur.”                               

Şeytanlar, zan/ heva/ heves matbaası ve ajanslarında durmaksızın, şahsa münhasır bu  davetiyeleri basmak ve dağıtmakla meşguller. Bazen toplu katılımla rağbet olunurken, inatla sebatla azmedenlere, değişik yöntemler geliştirmek için farklı yol ve usuller denemekteler. Günümüzde en cazip olanı ise bu GRİ davetiyeler. Pek sevildi ve iyi de tuttu. Ne Allah’a verdiğin sözden vazgeçmiş oluyorsun, ne de bu sözün gerektirdiği yük altında eziliyorsun. Ne sözü tutmakla dünya hayatını geriye atıyorsun, ne de cennetteki rezerve yerin hayalini unutuyorsun. Hem dünya da rahat ve mutlu oluyor, her isteğine ulaşıyorsun, hem de kendini ahret de Allah’ın en sevgili kullarıyla oturacağın sofraların baş tacı ilan ediyorsun. Hem Allah’ı çok sevdiğini, uğrunda canını vereceğini iddia ediyorsun, hem de küçücük bir imtihanda önüne serilen dünya sevgisini, Allah’ın rızası önüne geçirebiliyorsun. Senden istenmeyen kendi çizdiğin fedakârlık çizgileriyle; hayatının en anlamsız sahalarında kısıtlamalarda bulunuyor, ancak Allah’ın senden asıl istediği sınırları koruma uğruna feda edemediklerin hatırlatıldığı zaman, bunları duymak ve görmek bile istemiyorsun… Böyle yapmakla, fedakârlık sınırlarını belirleyen sen oluyor, ama asıl sınırları belirleyeni sevdiğini iddia ediyorsun… Beyaz kurtuluşun olacakken, siyaha onay vermiyor, ama pekâla sunulan “GRİ” yi yaşamaya talip oluyorsun. Geri dönüşün olmadığını bildiğin veya bilmediğin gri tünelinde, bedel ödemeden, sorunsuz, sorumsuz, konforla ilerlerken; o tünelin cehenneme açılan bir kapıyla son bulacağı gerçeği hatırlatıldığında; şeytanların yeni aldatmacalarına ve nefsine yenik düşüyorsun. Hala nefes alıyorken ve bir fırsatın var iken, bu gerçeklerle seni uyaran sevenlerine sırt dönüyor; onlara verdiğin gri mesajlarına, alayı, küçümsemeyi, bilgiçliği ekleyip geçici zaferler kazanıyorsun. Belki bir damlacık siyahla bulandırdığın beyazına geri dönme fırsatını, bu gereksiz savunmalarla tonunu gitgide koyulaştırdığın bir griye dönüştürüyorsun. Velhasıl kelam beyaz safından çoktan ayrılmış, siyah safında kategorize edilmiş zavallı bir gri oluyorsun.

Bu davetiyelerin, farklı kışkırtıcı versiyonları; mümin, müşrik, kafir herkese gönderilmekte. Hem de her daim. Ancak kişiler üzerindeki etkisi bakımından aynı değil tabii ki. Bunu da ayetlerden anlıyoruz. “Dedi ki: "Rabbim, beni kışkırttığın şeye karşılık, andolsun, ben de yeryüzünde onlara, (sana başkaldırmayı ve dünya tutkularını) süsleyip-çekici göstereceğim ve onların tümünü mutlaka kışkırtıp-saptıracağım. ANCAK ONLARDAN MUHLİS KULLARIN MÜSTESNA"(15/39,40) Muhlis kullar, başka yerde de geçen muttaki kullar, durdukları safı şaşırmamak için, üstün bir çaba harcarlar. Kendilerine şeytandan gelen kışkırtmaları iyi bilirler. Hakk’ı ve Batıl’ ı gereği gibi tanıdıklarından ve apaçık düşmanlarının hangi silahları kuşanarak yaklaşacağına hazırlıklı olduklarından; onun bu kışkırtmalarına karşı, devamlı bir uyanıklık ile Rabb’leri olan Allah’a sığınırlar. İzzeti,şerefi ve gücü yalnızca O’nun katında ararlar. Gönüllerin ve gözlerin, dehşetle allak bullak olacağı o günün azabından korkarlar. Rabblerinin azabından hiçbir zaman emin olmazlar. Devamlı O’nu anmaya ve zikretmeye çabalarlar. Ve “Kalplerimizi hidayete erdirtikten sonra kaydırma” diye yakarırlar. Lanetlenmiş ve kovulmuş şeytanlarla ilgili, Rabb’lerinin uyarısına kulak verirler. “Ey Ademoğulları, şeytan, anne ve babanızın çirkin yerlerini kendilerine göstermek için, elbiselerini sıyırtarak, onları cennetten çıkardığı gibi sakın sizi de bir belaya uğratmasın. Çünkü o ve taraftarları, (kendilerini göremeyeceğiniz yerden) sizleri görmektedir. Biz gerçekten şeytanları, inanmayacakların dostları kıldık.”(7/27)

Zaten şeytan ve yardımcı ekibinin, Allah’ın muttaki kulları üzerinde hiçbir zorlayıcı gücü ve etkisi yoktur.

"Ancak onlardan muhlis olan kulların müstesna." (Allah) Dedi ki: "İşte bu, bana göre dosdoğru olan yoldur." "Şüphesiz, kışkırtılıp-saptırılmışlardan sana uyanlar dışında, senin benim kullarım üzerinde zorlayıcı hiçbir gücün yoktur." (15/40-42)

Bu kadar açıklamanın ardından tavsiyemiz, kafamızı iki elimizin arasına alıp uzun uzun düşünmemizdir. Bulunduğumuz safın rengi nedir? İki taraftan hangisine dahil olduğumuzu görmek için, gerçek tonumuzla karşılaşma cesaretini göstermemizdir. Bundan tek kârlı çıkacak biziz çünkü. Herkes kendi hesabını verir ve  “İbrahim’in ve Musa’nın sahifelerinde de yer aldığı üzere “Kimse kimsenin günah yükünü yüklenemez”…

 Biliyor musunuz, şeytan kendisine tabi olanlara orada ne diyecek?

“İş hükme bağlanıp-bitince, şeytan der ki: "Doğrusu, Allah, size gerçek olan va'di va'detti, ben de size vaadde bulundum, fakat size yalan söyledim. Benim size karşı zorlayıcı bir gücüm yoktu, yalnızca sizi çağırdım, siz de bana icabet ettiniz. Öyleyse beni kınamayın, siz kendinizi kınayın. Ben sizi kurtaracak değilim, siz de beni kurtaracak değilsiniz. Doğrusu daha önce beni ortak koşmanızı da tanımamıştım. Gerçek şu ki, zalimlere acı bir azap vardır."(14/22)

Amman! Dikkat edelim. Bu alay edercesine yüzlere çarpılacak gerçeğin muhatabı olmayalım inşallah…

İki resim seyrim nerelere getirdi beni!

Bir seslenme ile, derin düşüncelerim içinden sıyrılıverdim. Bir dünyadan başka bir dünyaya sert inişimin, ruhuma yerçekimi etkisini hissettiğim esnada; ait olduğum tek renginin BEYAZ olmasına şükür ederek yavaşça döndüm.

-İşin bittiyse devam edebilir miyim?

Bir elinde beyaz bir elinde siyah boyası, paleti ve fırçasıyla; düşünceleri renksiz, bakışları donuk bir adam karşımda duruyor, çekilmemi bekliyordu.

-“Buyurun, babacığım! Devam edebilirsiniz. Kolay gelsin” dedim. Ve bir sonra ki gelişimde nasıl bir tabloyla karşılaşacağımın meçhullüğüyle oradan ayrılırken, dilimde euzübesmeleyle başlayan bir dua vardı.