Fatma CEREN
ÜÇ MUSTAFA
Sosyal medyada “ilginç” ve “hayal kırıklığı” nitelemesiyle okuduğumuz, aslında bizlerin hiç de şaşırmadığı ‘Ulustan Ümmete’ programını, ben de izledim. Sözler sahipleriyle gayet uyumlu ise, neden şaşırmalıydı ki? Ben de şaşıran onca insana şaştım doğrusu. Çok da mühimsemediğimiz bu programı anlatmayacağım tabi. Aslında yazı başlığı yeter demiştim ama neyse. Madem başladık, isterseniz devam edelim, o gece gördüğüm bir rüya ile.
(-Hayırdır inşaallah! Hadi anlatsana Fatma Kardeşim!)
(-Tamam tamam! Hayrınız karşı gelsin inşaallah. Nereden başlasam, bilmem ki!)
Merkezi bir yerdeydik. Çıkaramadım şimdi neresi. Hani her yer taş duvar. Mevsim sonbahar. Griydi taşlar gibi tüm yapraklar. Hatırlar gibiyim, bir zamanlar katrelerimi bıraktığım yer burası. Aynıydı çünkü taşlar. Onlar bana sitemdeyken, sessizce dökülüyordu yapraklar.
‘Alt tarafı taş işte!’ Denmiyor öyle! Her birine dokunmak, dokunup ağlamak istiyorum gecede. Öyle karanlıktı ki; gözlerimi gönlümün nuruna ayna yapmak istedim. Bu nur dört bir yanı ışıtsın diye. Zulmün geçici ışığını, bir günde köreltsin diye! Dünya, karanlıktan aydınlığa kavuşsun diye.
Bu ancak rüyalarda olurmuş ya!
Neyse!
Tam o esnada biri geldi. Bir kitabının ismi hafızamda sanki. Yahudileşme miydi, temayül müydü neydi? Neyse, bu yazarımızın gönlü uzaklardaki kıblesindeymiş, ama kendisi orada hazır ve nazır tazimdeydi. Aklıma bir ayet geldi...
“Sen bunu bizim şaşılacak ayetlerimizden mi sandın?”
‘O gençler de şaşar mıydı bu tazime’ diye, öyle aklımdan geçiverdi.
Heyhat!
Nasıl bir işti ki bu? Gönülle bedeni ayırmak, imanla ameli ayırmak değil miydi? O gönüle hükmeden, bedene de hükmetmeyecek miydi?
Gönlünün efendisini bulan, bedenini kaç efendiyle paylaşabilirdi?
- Efendim?
- ?..??..?
- Bu gönülle bu beden, elbet bir gün buluşur muydu? Bu büyük buluşma, nefisler birleşmeden evvel olur muydu?
- ?...?...?.
Ritüeli bölmemek için kenara çekildim ve uzakları yakın ediveren Kitabımı okumaya başladım. Subhanallah! Öyle şeyler yaşanmıştı ki Nemrut’ların, Firavun’ların huzurunda.
Onlarcası, belki yüzlercesi kırılan putlara sormak istedim. ‘İbrahim’in gönlü mü tutuyordu baltayı, yoksa eli mi’ diye! Nemrud’un ateşine, gönlüyle beraber yürüyen İbrahim’e, o ateş dokunamamıştı bile… Niye?
Ve sordum mağara ehline,
- Gönlü Kâbe’nin duvarını yükseltirken, İbrahim’in elleri Nemrud’un bahçesini mi suluyordu diye!
Çok kızdılar ve,
- Haşa! Bu ne çirkin bir yakıştırma, nasıl bir benzetmedir böyle! Deyince, hemen sözümdeki hatayı anladım, Estağfirullah mahcubiyetimle gömülüverdim olduğum yere. ‘Haddimizi aşan benzetmelerden, Allah’a sığınalım’, dedim kendi kendime.
Ya Yusuf! Dedim. Gönlünü mü attılar kuyuya, kendisini mi? “Şüphesiz nefis kötülükleri emreder” demişti ya! Gönlü zindana yürüyorken, bedenini Züleyha’dan kurtaran neydi? Gönlü bedenine, bedeni gönlüne zindan arkadaşı olmayacaktıysa, bu nasıl bir esaretti?
Peki, Musa’nın asası gönlünde miydi, elinde mi? Belki, elini koynuna koyması, gönlüyle bedenin birleşmesiydi. Bembeyaz aydınlık, bunun bir simgesi miydi? Musa’nın gönlü Tur’a çıkarken, bedeni Piramitlerin huzurunda tazimde miydi? Estağfirullah dedim, yine kendi kendime!
Bu düşünceler içinde, durmadan duraksamadan okuyordum ki, az ötedeki bir kalabalıktan gelen sesle irkildim.
- Gel bir sene sen bizim putlarımıza tazimde bulun, bir sene biz seninkine. Hadi gel sana en yüksek makamı verelim, en güzel kadınlarımızı da. Sana çokça mal da veririz ve altın da. Gönül de altın terazisi değil gerçi ama sen al bunları kiloyla ölç! Gel en zenginimiz sen ol. En itibarlımız, en şereflimiz sen ol. Gönlünü dilediğin yere sal, ama gel sen bizimle birlik ol! Gönlün kıblesini biliyorsa, böyle basit meselelere takılıp kalma! O bulur yolunu meraklanma, sen gel bizim yolumuza!
Özüyle sözüyle ve gönlüyle bedeniyle bir olan, bir Mustafa vardı karşılarında bu defa. Âlemlere rahmet, yüce ahlakı örnek Mustafa’ydı o! Kul Mustafa, Rasul Mustafa, Muhammed Mustafa’ydı o! Ve ondan öyle bir söz yükseldi ki semaya! Gökler sallandı, yer sevinçten ağladı… Gelmiş gelecek mü'minler, bu söze sevdalandı. La ilahe illallah Muhammedur rasulullah! Elhamdülillah!
- Vallahi bir elime güneşi verseniz bir elime ayı, ben bu davamdan vazgeçmem! Gönlümü bedenimden ayırıp, ruhsuz bir ceset gibi dolaşamam! Bedenimin olmadığı yerde gönlüm neyi haykıracak? Gönlümün olmadığı yerde, bedenim ne işler yapacak? Siz bana imandan sonra küfrü mü emrediyorsunuz? Sizin dininiz size, benim dinim banadır!
Hiç bitmesini istemediğim böylesi kıymetli sözleri, yanı başımdaki kitapta bulacağımı biliyordum. Bu nedenle uyandığıma üzülmedim. Bir karanlığın ardından, yine sabah olmuştu. Kalktım ve camı açtım. Gök hala parlaktı. Yapraklar kızıl kahve uçuşurken, hafif bir rüzgâr mahlukatın tesbihini gönlüme duyuruyordu.
(-Bi Dakka Fatma kardeşim! Başlığa uymadı bu ama. Hani nerede, üçüncü Mustafa?)
(-Evet, nasıl da unutmuşum? Hay Allah! Anlamış olmalıydınız ama. O, senelerdir olup bitenden habersiz, kendi derdinde yatıyor ya orada!)