Mehdi inancına köklü bir eleştiri
Hiçbir zaman dünyaya, insanların bilmediği, tanımadığı, esrarengiz bir kurtarıcı gelmeyecektir. Kurtarıcı, mü’minlerin aklı, kalbi ve bilekleridir. Dünyanın, kurulduğu günden beri var olan, peygamberler için de geçerli olan ve hiçbir peygamberi istisna etmeyen yazgısı budur. Artık Müslümanlar, başka kültürlerden intihal edilmiş bu tür masalları dinlememeli, onun yerine Allah'ın urvetul vusqâ ipine sımsıkı sarılmalı, o yol üzerinde kardeş olmalılar.
25-01-2010
Kur’an: Kurtarıcılardan Kurtaran Kitap
Ahir zamanda bir kurtarıcı geleceğini uman ve böyle bir umudu yaşatmayı da dinlerinin gereği zanneden insanlar, bu inanış ve umutlarını acaba neden rivayetlere borçludurlar da, Kur'an’a değil? Bir başka türlü soracak olursak, neden, ahir zamanda bir kurtarıcının gelerek, kurtuluş bekleyen toplumları kurtaracağı, selamete erdireceği iddiası, Kur'an dışındaki birtakım rivayetlerle
inşa edilmektedir de, bu hususta Kur'an’dan bir tek ayet bile kaynak gösterilememektedir? Yoksa kim bilir, belki de Kur'an’da bu konuda bir değil birden fazla ayet var da, bu ayetler şifreli olduğu için, onları ancak şifreleri çözen kimseler mi anlamaktadır?
Kur'an, kurtuluş bekleyen toplumlara, şifreyi çözerseniz, kurtuluşa giden o uzun ince ve zor yolu keşfetmiş olursunuz mu demek istemektedir? Kurtuluş, yeraltındaki gizli geçidin giriş kapısını bulmak gibi bir şey midir? Soruları çoğaltmak mümkündür.
Biz burada, bir kurtarıcı geleceği inancının neden sadece hadislerde bulunduğunun tahliline girişmeden, sadece, böyle inanışın temellerinin Kur'an’da bulunup bulunmadığına bakacağız. Dikkatimizi Kur'an’a yoğunlaştıracak, sorularımızı o doğrultuda soracağız. O zaman birinci sorunun cevabını bulmak oldukça kolaylaşacaktır. Hem zaten bize gerekli olan, Kitabımız’ın tezidir, onun dışındaki kaynaklardan neş’et eden anti tezin, ciddiye alınır tarafı yoktur.
Kur'an’da bir kurtarıcı beklenmesi gerektiğine dair telkinlerin veya emrin bulunup bulunmadığı sorusuna eğilmek için, öncelikle Kur'an'ın nasıl bir kitap olduğuna kısaca bir daha değinmek elzemdir.
Kur'an deyince aklımıza gelen ilk özellik, apaçık, anlaşılır olmaktır. Eğer Kur'an, herkesin kolayca anlayamayacağı, şifreli bir kitap olsaydı, bu onun gönderiliş amacına ters düşmez miydi? Yüzlerce metrelik uçuruma yuvarlanmış bir aracı, zayıf iplerle çıkartmaya çalışmak misali, Kur'an’daki pek çok mesaj büyük uğraşılarla, çok büyük emekler harcanarak, kan ter içinde kalınarak ancak çıkartılabilseydi, bunu, Allah'ın rahmet sıfatıyla nasıl açıklardık? Rahmân (ve Rahîm) olarak insana Kur'an’ı öğreten, sonra beyanı öğreten (55/Rahman, 1-4) Allah, Kur'an'ın anlamını bulup çıkartma işini, büyükçe bir yükü zirveye taşımak için ölümcül mücadele veren, yine de tam zirveye yaklaşırken onu tekrar aşağıya kaçıran karıncaların imtihanı gibi meşakkatli kılmış olabilir mi? Bu durumda insanlar, onun ne demek istediğini bulup çıkartmaktan, denilen işi yapmaya nasıl ve ne zaman fırsat bulacaklardır? Ve bu, insanlar için önemli bir mazeret sebebi olmayacak mıdır? İnsanlar diyecekler ki, biz Kitab’ın öyle dediğini anlamadık! Kimisi de, Kitab’ın ne demek istediğini tam anlamak üzereyken ölüm gelip yakalayacak ve Kur'an'ın istediği hayat tarzını fiiliyata dökemeden öbür âleme göçecektir.
Kur'an kendisini açıkça ‘mübîn bir kitap’ olarak tanıtmaktadır.1 O ‘apaçık arapça bir lisan’la inmiştir.2 Kur'an'ın mübîn olması şu demektir: Kur'an, neyi anlatmak istiyorsa, o konuyu açık, anlaşılır ve net bir şekilde anlatmıştır. O hususta bir kapalılık bulunmamaktadır. İfadeleri dolambaçlı değildir. Lafı dolaştırmadan, söyleyeceğini doğrudan söylemektedir. Mübîn kelimesi, beyân fiilinin ismi failidir. Beyân, bir sözün asıl kastedilen anlamını bulup açığa çıkartmak demektir. Aynı kökten türetilen ‘beyyine’ ise, apaçık delil demektir.3 Kur'an'ın apaçıklığına bir örnek vermek gerekirse, diyelim ki Allah'ın azameti ve kudreti anlatılmak istenmektedir. Bu konuyu öyle açık, düz sözlerle açıklıyor, halkın günlük dilde konuştuğu öyle temsiller veriyor ki, anlama ve algılama melekeleri doğru işleyen bir insanın Allah’a, başka türlü sıfatları yakıştırması, mesela Allah Meryem oğlu İsâ’yı oğul edindi gibi bir itikada kapılması mümkün değildir. Böyle olabilmesi için kişinin ancak ve ancak art niyetli ve kalbi hastalıklı olması gerekir.
Kur'an, kendi içinde, zahirde söylediklerinden başka ikinci, üçüncü, dördüncü bir anlam saklı tutmakta değildir. Allah'ın ‘apaçık’ dediği bir kitabı bizlerin, kapalı, şifreli, gizli gündemli olduğunu iddia etmeye hakkımız olamaz. Böyle bir iddia Kur'an’a ve Kur'an’ı indirene iftira olur.
İşte Kur’an’ın bu genel yapısı göz önünde tutulduğunda diyebiliriz ki, Kur'an hiçbir şekilde Mesih ve mehdi anlamında bir kurtarıcıdan bahsetmemektedir. Esasında bunu, Kur'an ilimleriyle ilgilenen herkes de pekâlâ bilmektedir.
Kur'an demek din demektir. Kur'an dilinde, Allah'ın kendi mesajlarını insanlara duyurmak üzere görevlendirdiği kimselere rasûl ve nebî denmesi, ‘kurtarıcı’ denmemesi, bâtıl itikad sahiplerinin bütün zanlarını geçersiz kılmaktadır. Rasûl ve nebî yerine, bizim de en çok kullandığımız farsça pey(g)âmber kelimesi de ‘haberci’ anlamına gelmekte, ‘kurtarıcı’ mefhumuyla bir alakası bulunmamaktadır. Allah'ın seçtiği bu rasûl-nebîler zaten toplumun içinden, toplumun çok iyi tanıdığı, onlardan biridir. Onlar esrarengiz bir biçimde birden içlerinde bitivermiş, olağanüstü güç ve imkânlarla toplumu ‘kurtarmış’, modern çağın ‘he-man’ ya da ‘rabmo’ mitleri türünden ‘kurtarıcılar’ değildir. Peygamberler eşyanın tabiatına ve sünnetullaha muvafık biçimde, canlarıyla, mallarıyla tebliğ ve mücadele etmiş en güzîde örneklerdir. Onlar gerçek insan, gerçek Müslümanlardır. Bütün aşırılıklardan uzaktırlar. Rasûllerin hayatları, her türlü efsanevî kurtarıcılık beklentisini, israiliyyât ve mesihiyyât hurafelerini yalanlayan en kesin kanıtlardır. Onlar yapılması gerekeni yapmışlar, önce bizzat kendileri müslüman ve salih kul olmuşlar, sonra da toplumu İslam'a, tevhide, salâha davet etmişlerdir. Onların davet ettiği yola girenler hem bu dünyada şerefle yaşamışlar, hem de ahirette Allah'ın lütfedeceği cennet nimetlerini hak etmişlerdir. Karşı çıkanlara ise Allah'ın azabı en âdil karşılıktır.
Peygamberler böyle, Allah'ın peygamberlikle ilgili vaz ettiği sistem bu iken, peygamberlikten sonrası için kuralın değiştiğini kim söylemektedir? Kim yeni bir kural koymuş, yeni bir sistem inşa etmiştir? Peygamberlerden sonra ‘ahir zaman’ ümmeti(?) için
kuralın değiştiğine kim hükmetmektedir? En son vahiy Kur'an’dı ve Kur'an’da yasa şöyle idi: İnsanlar kendi nefislerinde olanları değiştirirse Allah da onların vaziyetini değiştirirdi, bu aynı zamanda Allah'ın bir vaadi idi. Kur'an’dan sonra yeni bir kitap, Muhammed (sav)den sonra yeni bir rasûl mü geldi de, bu yasanın değiştiğini, Allah tarafından bir kurtarıcı (mehdî/mesîh) gönderilerek, toplumların kurtuluşa erecekleri müjdelendi?!
‘Ne yazık ki’ demeyeceğim, ne mutlu ki kitabımız Kur'an'ın hiçbir yerinde ‘kurtarıcı’ haberlerine rastlamak mümkün değildir. Ne mutlu ki, çünkü Kur'an'ın ihtiva ettiği Din, Allah'ın vaz ettiği yegâne gerçekçi hayat tarzıdır. Nasıl ki O’nun yarattığı göklerde hiçbir
kusur/eksiklik görülemezse, eksiklik göreceğini zanneden insanlara Kur'an defalarca gözünü kaldırıp bakmasını salık vererek meydan okuyorsa, Allah'ın vaz ettiği Din’de de hiçbir eksiklik bulmak mümkün değildir. O Din’in kaynağı olan Kur'an’ı insanlar yüzlerce, binlerce defa okuyabilirler, ama asla onda bir çelişki ve tutarsızlık bulamazlar. Allah'ın sisteminde bir değişiklik yoktur. O’nun sözlerinde (emir ve yasakları) bir çelişki, tutarsızlık ve abeslik de olmaz.
Allah, Nuh, İbrahim, Hud, Salih, Lut, Musâ, Süleyman, Davud, İsa, Musâ (Allah hepsine salat ve selam etsin) zamanında ve onlar için ‘kurtuluş’un yolunu nasıl tespit etmişse, günümüzde de öyledir. Kıyamete kadar da böyle olacaktır. Çünkü Rabbimiz’den aksine bir haber almış değiliz.
Kur'an’ın Peygamberlere yüklediği görev şöyle özetlenebilir: Peygamber bıkmadan, usanmadan, başları ağrıması pahasına kâfirlere Din’i tebliğ edecek. Bu konuda hiçbir gevşeklik göstermeyecek, görevini ertelemeyecek ve savsaklamayacaktır. Peygamberin görevi sadece tebliğ etmektir. İnsanlar iman etmiyorlar diye kendisini kahretmeyecektir. Peygamber, kendisine inananlarla beraber sırât-ı mustakîmi yol edinecek, kınayanların kınamasından korkmayacaktır. Peygamber’in varlık sebebi, yeryüzünde fitnenin ortadan kalkması ve Din’in tamamen Allaha has kılınmasıdır. Bunun için ne gerekiyorsa yapacak, tebliğin önündeki engelleri bertaraf etmek için çalışacaktır.
Peygamber, gerekiyorsa zırhını giyecek, silahını kuşanacak, ordusunu toplayacak ve Allah’a ve Rasûlüne harp açanlarla harp yapacaktır. Nitekim Rasûlullah (sav)in Medîne dönemindeki savaşları bunun en açık örnekleridir.
Çok genel hatlarıyla özetlediğimiz nebevî stratejide dikkat edilirse, gözünü ufuklara dikip, “kurtarıcımız ne zaman gelecek?” beklentisi bulunmamaktadır. Kurtarıcı, Peygamber’in kendi aklı, iz’anı, gücü, kuvveti, sabrı ve tahammülü idi. Ama Peygamber (a.s) şunu hiçbir zaman aklından çıkartmıyordu ve buna tam olarak iman etmişti: kendisini ve mü’minleri felaha erdirecek yegâne kurtarıcı Allah idi. Allahın yardımı ve hele de vahiyle yol göstermesi olmasa, o da sıradan bir insandı.
Bununla beraber, Peygamber (a.s) eşyanın tabiatı, insanın yapısı ve sünnetullah doğrultusunda tebliğ yapıyordu. Eşyanın tabiatı ve insanın yapısı, bir insan toplumunda kötülüklere engel olmak, Allah'ın buyruklarını egemen kılmak için, örgütlenmeyi, sahih bir metotla hareket etmeyi gerekli kılmaktadır. Sünnetullah ise, çok daha açıklayıcıdır: Tarih boyunca hangi kavim kendi nefislerini düzeltmişlerse, Allah da onları selamete çıkartmıştır. Hiçbir kavim durduk yerde / kendiliğinden mü’min ve salih olmamıştır.
Bunun için bir çaba gerekmektedir. Tarihte bu uğurda, başlarında peygamberleri olduğu halde nice mü’minler topluluğu nice sıkıntılara maruz kalmışlardır. O kadar zorlanmışlardı ki, peygamberleri dahi “Allah'ın yardımı ne zaman?” deme noktasına gelmişlerdi. (2/Bakara, 214). Dikkat edilirse, darda kalan peygamber ve mü'minler, ‘kurtarıcı ne zaman?’ yerine, ‘Allah'ın yardımı ne zaman?’ diye sormuşlardır. Verilen cevap, soruya tamamen mutabıktır: ‘Allah'ın yardımı yakındır!’
Kur'an'ın, hazır kurtuluş reçeteleri yerine, çalışmayı, cihad yapmayı, savaşmayı emreden hükümlerini sıralayacak olsak, bütün bir Kur'an’ı burada zikretmemiz gerekir. Bu mümkün olmadığına göre, belirli ayetlerle bu hususu özetlememiz yerinde olur.
Al-i İmran suresinde, Uhud savaşı tahlil edildikten sonra, Allah'ın, müminleri günahlardan temizlemek, kâfirleri de helak etmek iradesine atıf yapılmakta ve ardından şu ilahi emir terennüm edilmektedir: “Yoksa Allah içinizden cihad edenleri belli etmeden, sabredenleri ortaya çıkarmadan cennete gireceğinizi mi sandınız?” (3/Al-i İmran, 142). Bu ünlemli sorunun, içinde Rasûlullah'ın yiğit amcası Hamza’nın da bulunduğu 70 kadar müslümanın şehid düştüğü, Rasûlullah'ın da şehadete ramak kaldığı bir savaşın ardından sorulduğunu unutmamalıyız.
Bu sorunun ardından yine savaşmaya ilişkin çok önemli kritikler yapıldıktan sonra, nice Peygamber'in, beraberindeki Allah erleri ile birlikte çarpıştıkları, başlarına gelenden dolayı hiçbir gevşeklik göstermedikleri belirtiliyor (3/Al-i İmran, 146) ve her şeye rağmen onların son sözlerini bize hatırlatıyor: “…Rabbimiz! Günahlarımızı ve işimizdeki taşkınlığımızı bağışla; ayaklarımızı sabitleştir; kâfirler topluluğuna karşı bize yardım eyle!” (3/Al-i İmran, 147). Bu duada, “katından bize bir kurtarıcı gönder!” cümlesini göremiyoruz!
Kur'an'ın bize nasıl bir ‘kurtarıcı’ siması çizdiğini gösteren ayetlerine değinmeye devam ediyoruz:
“Yoksa, Allah içinizden cihad edip, Allah, Peygamber ve mü’minlerden başkasını kendilerine sırdaş edinmeyenleri ortaya çıkarmadan bırakılacağınızı mı sandınız? Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” (9/Tevbe, 16).
“Andolsun ki içinizden cihad edenlerle sabredenleri belirleyinceye ve yapacaklarınızı görünceye kadar sizi imtihan edeceğiz.” (47/Muhammed, 31).
“Elif. Lâm. Mîm. İnsanlar imtihandan geçirilmeden, sadece ‘iman ettik’ demekle bırakılıvereceklerini mi sandılar? Andolsun ki biz, onlardan öncekileri de imtihandan geçirmişizdir. Elbette Allah doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlaka ortaya çıkartacaktır.” (29/Ankebut, 1-3).
“Andolsun ki senden önceki peygamberler de yalanlanmıştı. Onlar, yalanlanmalarına ve eziyet edilmelerine rağmen sabrettiler, sonunda yardımımız onlara ulaştı. Allah'ın kelimelerini (yasalarını) değiştirebilecek hiç kimse yoktur. Muhakkak ki peygamberlerin haberlerinden bazısı sana da geldi.” (6/En’am, 34). Bu ayetin devamında Muhammed (a.s)a şöyle bir uyarı yapılmaktadır:
Kâfirlerin yüz çevirmeleri sana ağır gelebilir, lakin ne bir tünel kazıp yerin dibine inebilirsin, ne de bir merdiven bulup göğe çıkabilirsin! Allah dileseydi bütün insanları cebrî bir şekilde toptan mü'min yaratırdı. (6/En’am, 35). Fakat bu bir imtihandır; müminlerin imanlarını, sâlihlerin salâhlarını, tahammülkârların tahammüllerini ortaya koyacakları, uzunca bir yarıştır.
Rabbimiz, Nuh, Âd ve Semûd kavimlerini örnek göstererek, bu kavimlerin ellerini peygamberlerin ağızlarına bastırdıklarını, yani onları susturduklarını, mesajlarını inkar ettiklerini haber vermektedir. Peygamberleri, kendileri gibi bir beşer oldukları için, söylediklerinin kabul edilemez olduğunu ileri süren kavimlerine peygamberler gerekli cevabı verdikten sonra, konumuz açısından önemli olan şu sözü söylemişlerdir:
“Hem bize yollarımızı göstermiş olduğu halde ne diye biz, Allah’a dayanıp güvenmeyelim? Sizin bize verdiğiniz eziyete elbette katlanacağız. Tevekkül edenler yalnızca Allaha tevekkül etsinler.” (14/İbrahim, 12). Bundan sonra peygamberleri, ya sürgün, ya da kendi dinlerine dönmek gibi iki seçenekle karşı karşıya bırakan kâfir toplumlara karşın Peygamberlere, kurtarıcı bekleyenlerin mantığınca ne tavsiye edilebilir? Herhalde şöyle denilir: ‘Bekleyin, size bir kurtarıcı gelecektir!’ Hayır, Allah böyle bir vaade bulunmuyor. O, (peygamberlerin ve beraberindeki müminlerin sabrına karşılık olarak) zalimleri mutlaka helak edeceğini ve müminleri o yerlere yerleştireceğini vaat ediyor. (14/İbrahim, 13).
Bir toplum, içinde bulunduğu zulümlerden, bunalımlardan kurtulmak istiyorsa, kendisinde bunu başarabilecek güç vardır. Bunu başkasından beklemesi abestir. Halkın günlük dilinde bu gerçek, “taşın altına elini sokmak” şeklinde ifade edilmektedir. Bir insan ya da bir topluluk, bir yere bir bina yapmak istiyorsa, o binanın taşlarını bizzat kendi elleriyle işlemek zorundadır. Edirne Selimiye camiinin yeri, daha önce boş bir araziydi ve o camiyi oluşturan taşlar da, bildiğimiz sıradan taşlardı. Ancak Mimar Sinan el atınca ortaya bir sanat şaheseri çıkıverdi. Taşın altına elini koymak, Mimar Sinan’ın yaptığıdır. Taşın altına elini sürmek, Muhammed (sav)in 23 yılda yaptıklarıdır. Taşın altına elini koymak, İbrahim’in balta ile yaptığıdır. Lakin bazen elimiz taşın altında kalabilir.
Taştır bu. Taş işiyle uğraşanlar bunu çok iyi bilirler… İbrahim’in ‘eli’, Nemrut’un ateşi altında kalma tehlikesini yaşadı. O elin o ateşte yanmasına Allah'ın müsaade etmemesi ise, işin başka bir boyutudur.
Kazanmak için çalışmak gerektiğini, başkalarının eline göz dikmenin utanç vericiliğini, üretmenin zevkini anlatan yüzlerce atasözü, deyim ve hikâye bulunmaktadır. “Ne ekersen onu biçersin”; “emek olmadan yemek olmaz” gibi özdeyişler, bu meselenin en mükemmel tefsiridir. Kur'an bu durumu “kişi, kazandıkları karşısında rehindir” sözüyle ifade etmiştir. (52/Tur, 21).
Aklı başında hiçbir insan, sabah kalktığında kapısının önüne bir çıkın para konulmuş olmasını beklemez. Böyle bir beklentiyle işine gitmekten vazgeçmez. Hiçbir iş adamı, sanayici ve tüccar, işinin başına gitmeden, olağanüstü bir şekilde, hem de dünyanın en zengin adamı olmayı beklemez. Hiçbir devlet, siyasetini, askeri planlarını, olağanüstü bir kurtarıcıya havale etmez. Hiçbir davacı davasını Mehdi’ye havale etmez. Hiçbir eğitici, eğitmeye talip olduğu insanları/çocukları, esrarengiz şekilde gelip, hiç kimsede örneği mevcut olmayan olağanüstü vasıtalarla eğitmesini ve dünyanın en eğitimli insanları olmalarını beklemez. Bu örnekleri çoğaltabiliriz.
Peki, bir toplumun kurtuluşuna sıra gelince, bu kural neden ve nasıl bozulmaktadır? İnsanlara, kendilerinin felahı ve salâhının tek çaresinin yine kendileri olduğu, çalışmaları, yorulmaları, kan, can, mal ve evlat vermeleri gerektiğini söylemeyi kim gereksiz kılıyor? Bu sorunun cevabı, koyu bir sessizliktir.
Dünya bir mekteptir. Bu mektebin hâkimi Allah’tır. Mektebin bütün telif hakları da Allaha aittir. Mektebin öğretmenleri peygamberlerdir. Mektebin iyi ve kötü öğrencileri vardır. Mektebi fesat, kargaşa ve anarşi ortamına döndürmeye yeltenen art niyetlilerine karşı Allah, sâlih ‘öğrencileri’ göreve davet etmektedir. Unutmamalı ki mektebe, idareyi ele geçirmek üzere hiçbir zaman, olağanüstü bir kurtarıcı gelmeyecektir. Şu var ki Allah'ın binbir türlü yardımı daima iyilerle beraberdir. Allah yardımını vaat ediyor ve O asla vaadinden dönmez. Bir bakıma, iyilerle kötüler, fiziki açıdan eşit şartlara tabidirler; ama sadece ‘bir bakıma’… Bir başka bakıma göre ise eşitlik, Allah'ın yardımı sayesinde iyilerin lehine bozulmaktadır.
Hiçbir zaman dünyaya, insanların bilmediği, tanımadığı, esrarengiz bir kurtarıcı gelmeyecektir. Kurtarıcı, mü’minlerin aklı, kalbi ve bilekleridir. Dünyanın, kurulduğu günden beri var olan, peygamberler için de geçerli olan ve hiçbir peygamberi istisna etmeyen yazgısı budur. Bu yazgının bugün değiştiğine dair hiçbir bilgiye sahip değiliz. Artık Müslümanlar, başka kültürlerden intihal edilmiş bu tür masalları dinlememeli, onun yerine Allah'ın urvetul vusqâ ipine sımsıkı sarılmalı, o yol üzerinde kardeş olmalılar. Biz mü'minler, asırlık uykularımızdan uyanıp, üzerimizdeki mankurt giysisini çıkartıp, birazcık canımızdan ve malımızdan fedakârlık yapabildiğimiz takdirde Allah'ın, önümüzde ne büyük imkânlar yaratacağını ayan beyan göreceğiz. Akif’in tasvir ettiği gibi, pel pel bakıp durmak bu ümmet için büyük bir züldür.
Mü’minsek, Allaha tevekkül etmek mecburiyetindeyiz.
Dipnotlar:
1 5/Maide, 15; 27/Neml, 1: ‘kitâbun mubîn’; 12/Yusuf, 1; 26/Şuara, 2; 28/Kasas, 2: ‘el- Kitâbul mubîn’; 15/Hicr, 1; 36/Yasin, 69; 43/Zuhruf, 2: ‘Kur’anun mubîn’.
2 16/Nahl, 103; 26/Şuara, 195: ‘lisânun arabiyyun mubîn’.
3 Rağıb İsfehanî, el-Mufredât.
(Mehmed Durmuş / Nida - 138. sayı)
-
alper 06-07-2011 17:50
Saidmansur beye katılıyorum. Ayrıca şunu da eklemek istiyorum ki bununla ilgili ayetler de vardır hadis de.
-
saidmansur 09-02-2010 16:39
mehdi inancını kökünden kesmek yerine; bizler kendimizi değiştirmedikçe, tüm islam alemini tek çatı altında toplayabilecek bir önderi hak edemeyeceğimizi ifade etmek suretiyle, mehdi inancının - yanlış anlaşılması nedeniyle- neden olduğu tembellik vb. mahzurları ortadan kaldırmak daha kuşatıcı ve birleştirici olur kanaatindeyim.
- Gelenekten Modernizme Çocuk Eğitimi ve Biz Müslümanlar!
- Hz. Ömer mi dediniz?
- Bize ne oldu...
- Kunaybi: Laik devlette iktidar olmak doğru mudur?
- Hayat ve İbadet
- Kur’an İlaç Değil, Reçetedir
- Toplum mühendislerinin yeni gözdeleri: Neo-Menkıbeciler
- İslam'ın Yunus Emre ve Nursi'ye göre tanımlanması Amerikan projesi
Makaleler
Hava Durumu