Merve Kavakçı / Yeni Akit
Demokratikleşme sürecinin son bir buçuk on yıl diliminde tezahür ettiği en önemli alan hürriyetler alanıdır. Başta Kürt meselesinin irdelenmesi ile başlayan bu süreç, azınlıkların yanı hıristiyan ve yahudilerin, sonra din içi azınlıkların yani alevilerin, olmak üzere gündeme alınmış. Bu süreç, müslüman kitlenin sorunlarının masaya yatırılması, önce katsayı engelinin kaldırılması ve en son olarak da o kitlenin kadınlarını hedef alan başörtüsü yasağının kaldırılması ile sonuçlandırılmıştır. Sonuçlandırılmıştır diyorum ancak bu, mezkur sürecin kendi içinde dinamik olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Bir başka ifade ile süreç dinamik olduğundan bünyesinde değişim ve güncelleme barındırıyor. Yani bugünkü halinde kalmayacak zaman içinde dönemin ihtiyaçlarına göre kendini şekillendirecektir. Statik olduğu faraziyesi üzerinden devam edersek, şunu söyleyebiliriz: Bütün bu değişim alanlarının temelinde ortak payda laiklik mefhumunun yeniden ele alınması, devlet makinesi ile insanın barıştırılması, buna imkan sağlayacak siyasi ve bürokratik enstrümanların geliştirilmesi, zaten varsa gün yüzüne çıkarılıp tekrar devreye sokulması anlamına gelir.
Bu anlamda mevzubahis zaman dilimi içerisinde bir karar vermemiz gerekiyordu. Yola ya insanı mağdur eden laiklik anlayışına sarılarak devam edecektik ve suları geri akıtmaya çalıştığımızca ilerleyecektik, ki bu tam tersi bir gerileme olacaktı. Ya da akıntıya karşı mücadeleyi bırakacak; aklın, vicdanın yolunu tutacak ve laikliğimizi yeniden şekillendirecektik. Siyaset makinesi, Allah’tan sonunda ikincisini seçti.
Bu model tutucu Avrupa’nınkinden çok Anglo Sakson geleneğine geçiş anlamına gelir. Devletin asli görevinin dinini, dilini, geleneğini, inandığını yaşamak isteyen insanların hareket alanını genişletmek, bunu güvence altına almak olduğu esastır. Teorinin basitliğinden pratiğin karmaşıklığına geldiğimizde de, ikincisini devletten yana değil insandan yana pozitif ayrımcılık yaparak şekillendirmektir. Bu; şu anlama gelir: “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” esası gereği, “insana rağmen” değil bilakis “insan için” var olan devlet makinesi, kendi aleyhine döneceğini bilse bile bir şekilde insandan yana yeni bir şekillenme sağlar. Yani insan hayatının pratikleri inkıtaya uğramaz, genişletilerek devam eder. Bu noktada istisnaların kaideyi bozmayacağı genel prensibini hatırlatmak uygundur…
Avrupa’daki yaygın sekülerizm prensibinden de ötede Fransa’nınkini benimsemiş; eski Türkiye onunla da yetinmemiş, Fransız laikliğinden daha boğucu bir sistemi kurgulamışken, bundan kendini arındırmak, batı ise tam anlamıyla batı, o zaman Amerikan sisteminin “kilise ve devlet” ayrımı olmalı denmiştir. Zira bu, laiklik seçenekleri arasında en insan-yanlısı olandır.
Tam da bu noktada, CHP’nin İslam alerjisinde bir dönüm noktasına şahit olduğumuza dikkat çekmek isterim. ABD, İngiltere gibi batı ülkelerinde mevcut olan dini liderin, bir başka ifadeyle, mevzubahis din İslam ise, İslamı temsil eden imamın, nikah akdini yerine getirebilme yetkisi varken, benzer bir uygulamanın Türkiye’de benimsenecek olması CHP’yi çok rahatsız etmiştir. Yanlış anlaşılmasın, CHP ülkemizdeki kilisede papazın, sinagogdaki hahamın nikah kıymasına karşı çıkmıyor, bilakis onu alkışlıyor. CHP’li Kılıçdaroğlu Edirne’de CHP’li belediye başkanının himayesinde kilisede kıyılan nikaha katılıyor, şahitlik yapıyor. Ama konu müslüman olunca CHP özüne dönüyor, dişini gösteriyor.