Venhar'da 'Gnostisizm' felsefesi konuşuldu

Venhar Kur'an Evi Cumartesi Etkinliklerinde Bu Hafta Alaaddin Aydın;Gnostisizm Kavramını Anlattı.

23-11-2014


“Gnose”, eski Yunancadan gelen bir kelime olup,  “Bilgi” demektir.  Bu bilgi, daha çok “Marifet” diye anılıp, bilimsel bilgiden ayrıdır. Buna “arifane” bilgi, “Dini sırların yüce bilgisi” veya “Gizli ve ilham edilmiş” bilgi demektir. Zira bu bilgi şahsi ve mistik bir bilgi olup seçkin, mistik tabiatlı insanlara mahsustur yahut tabiatüstüdür. Gnostik de, “arif” kimse demektir. “İrfanilik” okulu denen bu yarı felsefi akım, miladi I. , II. Asırda Yunan felsefesinden,  Platon felsefesinin Hıristiyanlığa uygun ve yardımcı bir anlayış haline getirilmesinden ayrıca Hermetizimzden meydana gelmiştir.
 
Bunlara “baba-oğul-kutsal ruh” üçlemesi, Tanrının insan kılığına girmesi gibi ve insanlığın kurtuluşu gibi meseleleri içerir. Bu akım asıl Hıristiyanlarca sapıklık sayılır. Bizde ki tasavvuf erbabı gibi Hıristiyan tasavvufunun en önemli konularıdır. Gnostikler sahip oldukları tabiat-üstü bilgiden dolayı, dini nasların gnostik bir tefsiri yapıldıktan sonra inanılmasını ileri sürerler.
 
Dini nasların zahirine değil Bâtıni anlamı önemlidir. Bu batini anlamı ise gnostik bilgiye sahip, olağan üstün kişiler ancak bilebilir ki bunlara evliya, veli gibi kişiler ulaşabilir. İbn-i Arabî’nin dini nasların batini tefsiri buna örnek verilebilir. Hıristiyan gnostikler,  Sufiler gibi kilisenin aksine, şahsi ve mistik bilgiyi nastan üstün görürler.
 
Gnostikler cesetlerin dirilmesini kabul etmezler. Maddi hayatın kötülüklerinin devam edip gideceğinden evlenmeyi ve çocuk sahibi olmayı tavsiye etmezler. Sudur nazariyesine inanırlar.
 
Sudur nazariyesi: Allah ilk varlıktı. O vardı ve onunla beraber başka bir şey yoktu. Allah kendisini düşündü, bilgisi ortaya çıktı, sonra sıfatları ortaya çıktı. Sonra Muhammed’in nuru veya hakikati ortaya çıktı, sonra Muhammed’in hakikatinden aşamalı olarak diğer varlıklar ortaya çıktı.

İlahi hayatın esrarına tarikat yoluyla erişebileceğini, Allah’ın insanlar tarafından görüleceğini kabul ederler. Züht hayatını tavsiye ederler. Ayrıca Yahudi ve Maniheist gnostiklerde vardır.

Gnostizim bir din olabileceği gibi, birçok dinin içinde gelişen bir akımdır. Gnostik anlayış Yahudilik, Hıristiyanlık, İslam dininde var olduğu gibi, tamamıyla gnostik unsurlar barından Sabiilik, Manihaizm gibi dini inanışlarda kendini gösterir.
 
Gnostizim M.Ö dönemlerden itibaren Ortadoğu’da, Suriye’de, Anadolu gibi İslam hâkimiyeti öncesi ve sonrasında, halkların inançlarında gnostik düşüncelere bolca rastlanır.
 
Gnostizim; Ortadoğu’da yaşayan halkların ortak inançlarından en önemlisidir. Yahudilik ve Hıristiyanlık mezheplerinin içerisinde etkin bir rol oynamıştır.
 
 

TEMEL ANLAYIŞLARI

Bütün Gnostik inançlarda dikkat çekici üç temel prensip bulunur:
 
1-    Hayat ve Işık anlayışına dayalı Yüce Varlık inanışı.
 
2-    Zıt prensipleri anlatan bir “Düalizm” inanışı.
 
DüalizmGenel anlamda dişi-erkek, iyi-kötü ya da aydınlık-karanlık, yaratan-yaratılanlar, öteki dünya-dünya, ruh-madde, gibi tezatlarla açıklanan bir öğreti.
 
      3-Yüce varlığın dışında olan yaratıcı Tanrı anlayışını anlatan “DEMİURG” düşüncesi.
 
Gnostik dinlerde varlığı kabul edilen hayat, düzen, huzur, verimliliğin kaynağı ve varoluşun sırrı olan, Yüce yaratıcı vardır. Diğer varlıklar onun dalları, yaprakları gibidir Tüm ilahi varlıklar bu yüce varlığın tezahürlerinden ve tecellilerinden ibarettir. Bu yüce yaratıcı Işığın ve Nurun kaynağı, Yüce yaratıcı “bilinemez”,  ”kavranamaz” ve “ifade edilemez.”
 
Gnostik düşüncede Işık ve Nur âlemi iyiliği, hakikati ve gerçeği temsil eder. Karanlık âlem ise zulüm, kötülük, yalanı ve gerçek olmayanı temsil eder.
 
Işık âlemi ile karanlık âlem arasında bitmek tükenmek bilmeyen bir savaş vardır. Bedenimiz karanlık olan bu dünyaya ait, ruhumuz ise ışık âlemine aittir. İyilik âlemi ile kötülük âleminin savaşından galip gelecek olan Işık âlemi yani iyilik kazanacaktır.
 
İnsan için asıl olan ruhuna önem vermek, kötülüğe ait olan maddi dünyaya, bedenine, bedenin istek ve arzularına boyun eğmemek, kötü olan bu dünyaya ait ne varsa terk etmek, ruhsal arınmaya, Işık âlemine yükselmeyi amaç edinmelidir.
 
Gnostiklere göre maddi olanı, kötülüğü bu dünyayı Yüce Yaratıcı yaratmamıştır. Bu süfli âlemi Yüce tanrıdan başka bir varlık olan DEMİURG adı verilen, evreni, insanın maddi varlığını yaratan bir güçtür vardır.
 
Gnostizimde İnsan Anlayışı
 
Gnostizimde insan üç unsurdan oluşur; Ruh, beden, nefisden oluşur. Gnostizime göre bu üçlüden ruh Işık âlemime aittir. Ruh ilahi takdir gereği kötülük âlemine bu dünyaya, bedene düşmüş, hapis edilmiştir.
 
Nefiste yapısı gereği kötülük âlemine aittir. Ruh; kötülük ve karanlığı yok etmek için Yüce Işık tanrısı tarafından Nur âleminden kötülük âlemine gönderilmiştir.
 
Ruh beden içerisinde, hapisteki tutsak gibidir. Ruhu, çevreleyen beden elden kaçırmamak için elinden gelen her şeyi yapmaktadır. Ruh bu dünyaya atılmaktan hiçte memnun değildir. O ilahi vatanına dönmek için yanıp tutuşmakta, özlem duymaktadır. Kaçmak, firar etmek istemektedir. Beden ve nefis firar etmesine engel olmaktadır.
 
Gnostizimde Kurtuluş Anlayışı
 
Gnostiklere göre ruh düştüğü âlemden evine dönmek için çaba göstermelidir. Ruh ölümsüzdür. Ölüm kötü olan maddi varlıklar ve insan için söz konusudur.
 
Gnostiklere göre ruhun kendi başına firar edip kurtulması, hidayete ulaşması imkânsızdır. Ruhun kurtulması için gerekli aşamalar vardır.
 
 
1.     Ruh, bu süfli âlemden kurtulması için kendi yapısını tanımalı, bu kötü hayattan kurtulabilmesi için bir istek, arzu, iştiyak duymalıdır.
 
2.     Bundan sonra ruh, vaftiz, oruç, dua diğer ibadetler gibi ritüellerle kurtuluş için alt yapı hazırlamalıdır.
3.     Kurtuluşun anahtarı olan kutsal bilgiyi ve hikmeti kendisine getirecek, öğretecek bir kurtarıcı, yol gösterici, bir mürşidin olması gerekir.
 
Bilgi(Gnosis) Tasavvuru
 
Süfli âlemden kurtulması için ruhun sahip olması gereken bilginin bir takım özellikleri vardır. Bu bilgi kutsal bir bilgidir. İlahi âlemden, Yüce Tanrıdan kaynaklanır.
 
Bu bilgi kazanılmaz, alınan, ulaşılabilen değil; verilen, bahşedilen, bağışlanan bir bilgidir.
 
Duyu, algı, tecrübe, dünyamıza ait verilerle bu bilgi kavranılamaz, anlatılamaz, ifade edilemez. Ruh gerekli şartları yerine getirirse kurtuluşu hak edince bu bilgi ilham edilir.
 
Bu bilgi gizli bilgidir. Gnostiklerden başkası bilmez, anlayamaz, idrak edemez. Bu bilgi Işık Âlemine ait olup, süfli âleme yabancıdır.
 
Gnostik düşünceye göre ruhun bu bilgiye doğrudan vakıf olması, kendi kendine ulaşabilme imkânı yoktur. Bu durumda ruh bu bilgiyi kendisine getirmekle görevli, bir kurtarıcıya gerek duyar. Bu kurtarıcı Yüce Tanrı tarafından bilgiyi almaya hazır ruha ilahi bilgiyi iletmekle görevlidir.
 
Bu kurtarıcıda bu süfli âlemde sınavdan geçmiş, bu kötü âlemde yaşamayı, kurtuluşun yolunu aramayı, kurtarıcı bilgiye vakıf kılınarak süfli âlemde kurtarılmayı tecrübe etmiş olmasıdır. Yani mürşit kurtarılmış bir kurtarıcı olmuştur. İrşat edilmiş bir mürşittir. Kendisinin kurtarılması sonrası o, kendisi gibi süfli âlemde, beden hapishanesinde mahkûm olan ruhları kurtuluş yoluna iletmesi, onlara kurtarıcı bilgi olan gnosisi öğretmesi ve aydınlatması görevi verilmiştir.
 
Bir gnostige göre, tanrının sözleri elçilere gönderilen, iki kapak arasına sıkıştırılmış sözlerle sınırlı olamaz. Tanrı her gün konuşmaktadır. Tanrının tüm zamanlarda konuştukları ise gnostikler tarafından insanlara ulaştırılmalı ve insan arınmalıdır.
 
Gnostiklere göre elçilerin getirdiği vahiy basit bir bilgidir. Bu bilgiler avama yöneliktir ve öze hitap etmez. Kabuğun dışıdır. Oysa gnostiklerin vasıtasız her daim aldıkları bilgi sahici bilgidir. Havasa ait seçkin ve değerli bir bilgidir.
Kendisi de gnostik dininden olan Bayazıd Bistami şöyle demektedir: “Çadırımı arşın yanına kurdum. Öyle bir denize daldım ki, peygamberler kıyısında kalmıştır.” “Kemal sıfatlarıyla muttasıl ve noksan sıfatlardan münezzehim. Şanım ne yücedir.” Demektedir.

Bistami elçileri adeta aşağılamakta, onların bilgilerini değersiz görmektedir. Bu yüzden kibirli bir bakış ortaya koymaktadır. Aynı Bistami bilgiye ulaşma konusunda sıkıntı çekmemektedir. O bu konuda kibirli tavrını şöyle sürdürmektedir. “ Melekût ummanına ve lâhut hicaplarına daldım, hatta arşa ulaştım. Birde ne göreyim O boştu. Böylece kendimi onun üzerine attım ve dedim. Evet, Ben benim. Aradığım şeye geri döndüm ve O Benden başkası değildi.”
 
( Böyle kibirli biri Kur’an a teslim olabilir mi ?) Gnostik dinin önemli siması Bistami bilgiye ulaşması konusunda da şöyle demektedir: “Allah beni bir defa yükseltti, önüne oturttu ve bana şöyle dedi: Ey Ebu Yezid, yarattıklarım seni görmeyi arzuluyor. Bunun üzerine ben dedim: Beni vahdaniyetinle donat ve senin benlik elbiseni bana giydir ve beni ehadiyetine yükselt. Ta ki yarattıkların beni gördüklerinde diyebilsinler: Sen’i (Allah’ı) gördük ve sen O’sun: Fakat ben(Ebu Yezid) orada olmam.“   İşte bu anlatılan bilgi Gnostik bir bilgidir. Zira bunun ispatı yoktur. Delil aranmaz, üstün bir bilgidir. Kuran’da böyle bir bilgi aramak beyhudedir.
 
(VAHDANİYET Cenab-ı Hakk'ın zatında, sıfatlarında ve fiillerinde bir ve tek olması, yaratma ve ulûhiyette ortağının bulunmaması anlamındadır.)
 
Gnostikler, varlık (vucûd) konusundaki inançlarının en eski bir akide olduğunu kabul ederler. Yine onlara göre, Gnostisizm Allah’ın en eski vahiylerinden biridir. Bir grup sihirbaz ve kâhin, yüksek ve mukaddes sırların ve ilahî sırların anahtarlarını ellerinde tuttuklarını ilan ederek bu düşünceyi nesilden nesile taşımışlardır. “Gnos”, ebedî bir kurtuluş, sürekli yenilenen bir vahiy ve durmadan ruhlar âlemi (mele-i âlâ)nden gelen bir feyizdir.

John’un Gizli Kitabı

Kendinin yansımasıyla büyülenen gerçek Tanrı, Demiurg’u ya­ratır: ‘Demiurg’un nuru da aynı Babası’nınki gibi parlak ve göz alıcıdır. ‘Üstün bir güç olan Demiurg erişilmez bakirliğin timsali, mükemmelliğin suretidir... Yeryüzündeki tüm krallıkları büyüleyen en büyük zafer, ilahi ifadenin timsalidir.’ Arconların yaratılışı ve ilk insan Geradamas’ın ortaya çıkar. İlk insanın ismi ‘Ya­bancı Âdem’dir, o aslında köken itibariyle nurun sonsuz ülkesine aittir. Aslında işler Sophia’nın eşi­nin bilgisi ve onayı dışında bir varlık yaratmak istemesiyle ka­rışmıştır. Dünyaya getirdiği varlığın adı Demiurgdur. 'Anne­sine benzemeyen gerçek bir ucubedir. Vücudu yılan vücudu, kafası aslan başıdır. Gözleri gece lambası gibi ışımaktadır.Evrendeki tek tanrının kendisi olduğuna inanan Demiurgannesinin özel güçlerini çalarak, muhakeme yeteneği olmayan arkhonlarını yaratır ve arkhonlarını göğün katlarına yönetici olarak atar. Demiurg’un hırsızlığından sonra bütün kudretinin, bütün ışığının tükendiğini hisseden Sophia pişman olur. Tanrılar ül­kesi Pleroma’nın sakinleri ağlayan Sophia’nın yakarışlarına daha fazla duyarsız kalamazlar ve yüce bakireyi olan bitenden haberdar ederler. Yüce Bakire Sophia’nın pişmanlığını anlar ve onu affeder. Sophia’nın ‘kendindeki eksikliği giderene kadar’ göğün dokuzuncu katında kalmasına karar verilir. Bir gün Demiurg’un ülkesinde kulakları sağır eden bir ses duyulur: ‘Bundan özel bir yaratık olan insan ve insan soyu var olacaktır.’ Demıurge annesinin kendisini çağırdığını düşü­nür. Onunla konuşanın gerçek tanrı olabileceği ihtimalini aklına bile getirmez. Oysaki gerçek Tanrı; insan şekline girerek küstah ve kötücül yaratıcı Tanrı Demiurge’nin karşısına çıkmıştır. Tanrının bu yanıtından çok etkilenen Demiurg ve arkhonları, Âdem’e can vermek için harekete geçerler. Arkhonlardan her biri özel bir mesnet verir. Örneğin başı Raphao tarafından yapılırken, ayak tırnaklarını Miamai yapmıştır. Ancak tüm bu yapılanlar yetersiz kalır. Çünkü Âdem hala cansızdır. Âdem’e can vermek için başka arkhonlar da göreve çağırılır. Bu defa da her biri vücudunun her bir parçasına can vermeye çalışır. Bütün çabalarına karşın Âdem’e can vermeyi başaramazlar. Derken bir grup arkon Sophia’nın ışığını geri almak için yer­yüzüne inerler. Demiurg’a da Âdem’e tek başına can verme­sinin çok daha doğru olacağını söylerler. Demiurg da bu tav­siyeyi dinler ve aynen arkonların dediği gibi Âdem’e bizzat ken­di can verir. Bu sırada farkında olmadan Sophia’dan aldığı ışı­ğı da Âdem’e vermiş olur. Âdem Sophia’nın gücünü almasıyla birlikte canlanır. Demiurg ve arkhonlar kendilerinden çok daha üstün ve zeki olan Âdem’in karşısında kıskançlığa kapılır­lar ve Âdem’i maddi dünyanın en aşağı katma gönderirler. ’ Havva ise Âdem’i Cennet Bahçesi’nde bulmuştur. İsa burada kartal biçimine bürünerek ikisini de Hayat Ağacı’nın meyvele­rini yemeye teşvik eder. Havva’nın herkesten önce Gnosis'e ulaştığını gören Demiurg kıskançlıktan deliye döner ve Hav­va’nın ırzına geçer. Havva’nın bu tecavüzden Cain ve Abel adında iki oğlu olur. Yalnızca üçüncü oğlu olan Seth Âdem’den olan çocuğudur. 
 
Setyanlar

Setyanlar, Âdem ve Havva’nın, Cain ve Abel’den sonra üçüncü oğlu olan Seth’i kutsal bir kişi olarak görmektedirler. Kardeşlerinin Tanrıya sunulan adaklar konusunda bile karşı karşıya geldiğini gören Seth, Âdem’in ona yol göstermesinin de yardımıylaGnosis’e ulaşır. Gnosis ile beraber gelen kurtuluş ve özgürlüğü deneyimler ancak bir süre sanki bunun bedelini ödercesine en ağır zulümlere maruz kalır. Yaratıcı tanrı(Demiurge) bir süre tufanlarıyla kasıp kavurduğunda, sa­dece Seth değil tüm Setyanlar (hatta tüm insanlık)  zulme maruz kalır. Ne var ki Yaratıcı Tanrı Demiurge insan türüne bu cezayı işlemiş olduğu günahlar için vermemektedir (ki genelde çıkarttığı felaketler hep bu nedenledir), bu defa Seth ve soyundan gelenlerin Gnosıs’e ulaşması karşısında öfke ve kıskançlığa kapıldığından tüm bunları yapmaktadır. İnsan­ların Gnostik olmasını engellemek için ise bildiği tek bir yol vardır: herkesi öldürmek. Ancak Demiurge bu korkunç plan­larını yaparken bir şeyi, Gnostik bir kadını, Seth’in kız kardeşi olan Norea’nın öncülük etliği direnişi hesaba katmamıştır. Norea gerçek bir ahmak olan kocası Nuh’la anlaşamamaktadır. Anlatıma göre bir süre sonra Demiurge, Nuh’tan Seir Dağı’nın tepesine konumlandıracağı bir gemi yapmasını ister. Kendilerine tuzak kurulduğunu sezen Norea, kocası Nuh’u engelle­meye çalışır ancak kocası ona aldırmaz. Kocasını bir türlü ik­na edemeyen Norea, geminin yapımını engellemek için arka tarafından tutuşturarak gemiyi yakar. Çok öfkelenen Demiurge, asi Norea’ya haddini bildirmeleri için kasabaya arkhonlarını gönderir. Dehşete kapılan Norea gerçek Tanrıya yalvara­rak ondan yardım ister, bunun üzerine Tanrı Norea’yı koru­mak için Eleleth (Sağduyu) isimli aeonunu gönderir. Şefkatli Eleleth ona Gnostik bilgeliğini bahşeder. Bir tufan ortalığı ka­sıp kavurmaya başlar, Nuh ve ailesi gemiye binerek değil an­cak nurlu bir bulutun içinde göğe yükselerek kurtulurlar.



SUFİLERE GÖRE BİLGİ KAYNAGI OLARAK MARİFET

 

Marifetin Tanımı, İhtiyaç Duyulma Sebebi ve Sûfîlerce Kullanımı
Marifet sûfîlerin ruhani halleri yaşayarak, manevî ve ilâhî hakikatleri tadarak (iç tecrübe ile ve vasıtasız olarak) elde ettikleri bilgi türüne verilen isimdir. Genel olarak marifet ilahî esrar ve hakikatler, nefsin nitelikleri, varlıkların durumu ve gayb niteliğindeki bazı hususlara ilişkin bilgiyi ifade eder. Bununla birlikte sûfîler marifetin temel konusunun Mutlak Varlık yani Allah olduğunu söylerler. Batın ilmi olarak da adlandırılan marifet bağlamında ilham, tecelli, keşf/mükâşefe, Şuhut/müşahede, fetih ve yakin de sofîler tarafından çeşitli nüanslarla kullanılan terimlerdendir.
 
Ebû Nasr Serrâc (ö. 378/988), sûfîlerin alternatif bir bilme yöntemi olarak mârifeti öne çıkarmalarının esasen ulema ve fakihlerin içinden çıkamadıkları meseleleri çözme ihtiyacından kaynaklandığını söyler. Bu yaklaşımdan hareketle o bütün bir tasavvufu mârifete indirgemek suretiyle şöyle bir tarif yapar: “Tasavvuf ilmi Hakk’ın lütuf denizinden gelen ve ancak ehli tarafından anlaşılabilen birtakım manevi işaret, ilham ve mevhibelerden oluşur... Tasavvuf Allah’ın, dostlarının gönlüne kelâm-ı ilâhîsini anlamak, hitabı ilâhîsinden hüküm çıkarmak üzere açtığı bir keşf ve ilhâm ilmidir.
 
Sûfîlere Göre Mârifetin Değeri, Sınırı ve Temel ÖzellikleriHakikatin asıl kaynağından vasıtasız olarak bilinmesini temin ettiğine inanılan marifet bu niteliği sebebiyle sûfîler tarafından klasik yöntemlerle edinilen bilgiden daha değerli kabul edilir.
 
Buna göre marifet muhakeme yeteneğini izale etmek, bir başka deyişle aklın yanıltıcı etkilerinin devreye girmesini engellemek suretiyle “yakin”in yani kesinlik arz eden bilginin kalbe yerleşmesine vasıta olmaktadır. Sûfîlerce müşahedeye eşdeğer görülen yakin Hakîm Tirmizî’ye göre bir nurdur ve bu nur ancak kulun Allah’a yönelmesi ile elde edilebilir. Bu yönelim gerçekleştiğinde kalp nur ile dolar ve melekût olduğu gibi kulun kalbine yansır. Diğer bir ifadeyle marifet makamında bulunan arif için Allah’ın zatı istisna olmak kaydıyla varlık ve oluşa dair gizli kalan hiçbir husus söz konusu değildir.
 
Sûfîlerin nazarında hakiki bilgi demek olan mârifetin Muhyiddîn İbnü’l-Arabî (ö. 638/1240) tarafından tespit edilmiş olan başlıca özellikleri ise şunlardır:
 
a) Batıni bilgi doğuştandır ve ancak uygun şartlar gerçekleşince tezahür eder.
b) Aklı aşan bir bilgi türü olduğundan geçerliliğini tespit için aklın otoritesine müracaat edilemez.
c) Belirli bir manevî arınma neticesinde sûfînin kalbine dolan Nur şeklinde kendini gösterir.
d) Yalnızca belli manevî makamlara nail olanlar (veliler) için söz konusudur.
e) Nazarî bilginin aksine kesinlik ifade eder.
f) Batıni bilginin kaynağı İlahî’dir.
g) Açıklanabilir değildir, ancak vasıtasız tecrübe ile bilinebilir.
h) Batıni bilgi sayesine hakikatin mahiyetinin tam bilgisi elde edilir.
 
Marifet ve Gnosis
 
İslâmî/tasavvufî bir terim olan marifet ile Tanrı, âlem, insan ve bunların birbirleriyle ilişkilerini kendine has ezoterik (Batıni) bilgi doktrini temeline dayalı olarak açıklamayı ilke edinen dinî-felsefî gelenek olarak Gnostisizm çerçevesinde kullanılan “gnosis”in sözlük anlamları ve çağrışımları itibariyle benzeşmeleri çoğunlukla eşdeğer kabul edilmelerine yol açmıştır. Gnosisin bilme hadisesini telmih etmesidir. Bu tanımı itibariyle gnosis mârifetle benzeşmektedir
 
a) İyilik-kötülük düalizmi. Bu anlayışın bir neticesi olarak içinde bulunulan âlem ile ruhun hapsolduğu form şeklinde tanımlanan bedenin kötü olduğu kabul edilir.
 
b) Bir önceki maddenin zorunlu bir sonucu olmak üzere, manevî kurtuluş için dünyevî ve bedensel olan her şeyin mutlak surette terk edilmesi gerektiğine inanılır.
 
c) Bu terk neticesinde insan sıra dışı bir bilgiye nail olur ki bu bilgi dinî naslardan üstün kabul edilir. Bu yolun saliklerine göre ilgili naslar bu bilgi doğrultusunda yorumlandıktan sonra asıl anlamlarına kavuşurlar.
 
Yukarıda aktarılan ilkeler ilk planda sûfîlerin marifet anlayışları ile benzerlik arz etmektedir.
 
İslam’dan önce mevcut olan Gnostisizm (İrfâniyye) akımı Hıristiyan ilahiyatı için olduğu gibi İslam için de tehlike oluşturmuştur. Gnostikler gibi ilâhî sır ve hakikatlerin sülük ve riyâzet neticesinde hâsıl olan ilhamla bilinebileceğini, bu yolla elde edilen bilgilerin, naslarda verilen bilgilerden üstün olduğunu, hatta irfan sahibi ariflerden ibadet etme yükümlülüğünün düşeceğini savunan görüş mensuplarına Müslüman toplumlarda da rastlanmıştır.
 
Hakîm Tirmizî’nin Mârifet Anlayışı
 
1. İnsanlık tarihinin başından beri insanoğlunun zihnini meşgul eden “ben kimim? varlık içerisindeki konumum nedir? Hayatın anlamı ve gayesi nedir...?” gibi sorulara tatmin edici cevaplar bulma amacı ilk etapta, klasik tasavvufî yöntemi kullanarak bilgiyi zâhir ve bâtın olmak üzere iki gruba ayıran Tirmizî önceliği bâtınî bilgiye verir. Zira zâhirî bilgi insanın bu âlemle sınırlı olan yetilerinin ürünü olup unutulma ve yok olma gibi illetlerle malul olduğundan sınırlıdır ve kesinlik arz etmez. Şu halde varlığın özünü anlama, izah etme, insana kendisinin hakiki mahiyetini tanıtma ve bu doğrultuda yaşamasını sağlama noktasında yetersiz kalan bu bilgi çeşidi onun hedefine ulaşmasının vasıtası olamaz.
 
Bu kapsamda onun bilginin mahiyetini belirleyen unsurları tayin noktasında müracaat ettiği kavramlardan biri nefis, diğeri ise kalptir. Bir başka ifadeyle Tirmizî açısından nefs ya da kalp ile olan teması bilginin mahiyetini tayin eder. Buna göre nefs ya da nefsle ilintili unsurlardan herhangi biri ile alakası olan bilgi kesinlik arz etmesi bir tarafa daima şüphe ifade eder. Şu halde yukarıda belirtilen hususlar hakkında sağlam bilgiyi elde etmenin yegane vasıtası kalptir. İnsanın zâhirî yapısında icra ettiği hayatî rolün benzerini bâtınî varlığının işleyiş sürecinde de üstlenen kalp bütün zihinsel ve duygusal melekelerin merkezi durumunda olması sebebiyle bu özelliği kazanır.
 
Ona göre kalp, sahip olduğu mârifet sayesinde nefse egemen olur ve onu kontrol altına alır. Zira kalpteki nûrun sadrı aydınlatmasıyla sadr şehvetin sebep olduğu karanlıktan tamamen kurtulur ve bu suretle de nefs her hususta kalbe itaat eder hale gelir.
 
Hakîm Tirmizî insan bünyesinde kalbin alıcı vazifesi gördüğü mârifetin en üst aşamasına tekabül eden ve kendisinin en değerli bilgi olarak kabul ettiği hikmetin kapsamına giren hususları ise şu şekilde sıralar:
 
1. Yaratılışın (oluşun) kökenine dair olan bilgi,
2. İnsanın bu dünyaya gelmeden evvelki durumu hakkındaki bilgi,
3. Kader bilgisi,
4. Kutsal metinleri oluşturan temel unsurlar durumundaki harflerin deşifre edilme yöntemi bilgisi
 
Mârifetin Gerçekleşme Süreci
 
Tirmizî’ye göre kalp, kuşattığı bütün derûnî boyutları ifade eden genel bir isimdir. O, insanın bâtınında kimi kalbin dâhilinde, kimi de hâricinde olan değişik makâmların olduğunu söyler ve bu makâmları şu şekilde sıralar: En dışta sadr yer alır, daha sonra kalp, ardında fuâd ve en içte ise lübb bulunur. Hakîm Tirmizî, lübbün içinde de daha başka makâmlar bulunduğunu, ancak bunların kelimelerle ifade edilemeyecek derecede lâtif olduklarını bu sebeple de izahlarının zor olduğunu belirtir.(soğanın katmanları)
 
Hakîm Tirmizî, kalbin iç içe geçmiş dört boyutundan en içte, merkezde yer alanın “lübb” adını aldığını ve bunun da yalnızca iman sahipleri içerisinde seçkin bir konumda bulunanlarda işlevsel olduğunu iddia eder. Bunlar evliyânın seçkinleri ya da bir başka ifadeyle mârifet ehli diye isimlendirdiği kimselerdir. Dolayısıyla ona göre lübbün önemini belirleyen hususların başında, en olgun anlamıyla mârifetin mekânı oluşu gelmektedir. Tirmizî’nin tasavvuf sisteminde seyr u sülûkun asıl gayesi kurb makâmına ulaşmaktır ki bu nihaî makâma nâil olmak aynı zamanda mârifeti elde etmek demektir.
 
Mârifetin gerçekleşme sürecinin daha iyi anlaşılabilmesi ve vahiyle ilham arasındaki farkın net bir şekilde belirlenebilmesi amacıyla Tirmizî sekîne kavramına müracaat eder ve vahyin gelişi esnasında Cebrâil’in fonksiyonu ne ise ilhamda da sekînenin rolünün aynı olduğunu iddia eder. Peygamberler vahye rüya ve ilhamla hazırlandıklarından sekîne bir bakıma nübüvvetin ve dolayısıyla vahyin mukaddimesi durumundadır. Onun sisteminde sekîne hem geliş aşamasında ilhâma (kendi kullandığı şekliyle “hadîs”) eşlik etmekte hem de gelen ilhamı kalpte karşılama vazifesini görmektedir.
 
Tirmizî’ye göre sadr mârifet nûrunun ilk varış makamı, kalp bu nûrun bir bilgi şeklinde algılandığı boyut, fuâd söz konusu nûr vasıtasıyla bilgi konusu olan hususları müşâhede yeri ve en sonunda lübb ise bütün boyutlarıyla tanımı ve tasviri imkan dahilinde olmayan, ancak tecrübe ile kavranabilen mârifetin mekanı durumundadır.
 
İslâmî Gnostiğe örnekler

Yaratılış şu şekilde meydana gelmiştir. Allah Teâlâ kendi nurundan Hz. Peygamber’in nurunu yaratmış ve onu bir süre bekleterek dörde bölmüş ilk bölünmeden kalem, levh ve arşı, dördüncünün tekrar dörde bölünmesinden hamele-i arş, kürsi ve melekler, üçüncü bölünmeden gökler, yerler, cennet ve cehennem, dördüncü bölünmeden müminlerin gözlerinin, kalplerinin ve dillerinin ruhu ile Hz. Peygamber’in pak ruhları yaratılmıştır. Diğer bir anlatımda nurun dördüncü bölünmesinden sonra Hz. Peygamber’in ruhu yaratılır. Daha sonra Allah Teâlâ dört dalı olan “şeceretü’l-yakîn”i yaratıp ruhu fanus içinde bunun üzerine koyar. Ruh burada kırk bin yıl Allah’ı değişik tesbihlerle zikreder. Sonra Allah onun karşısına bir ayna yaratıp bu aynaya bak diye emreder. Ruh da bakar. Kendi güzel sûretini görüp şükretmek üzere beş defa secdeye kapanır. Her secdesinde yüzer yıl kalıp tesbih eder. Bu secdelerin her birine karşılık Muhammed ümmetine beş vakit namaz farz kılınır.

 
Mesela arşın büyüklüğüyle ilgili olarak Hz. Ali’nin sorduğu bir soruya Peygamber’in cevabı şöyledir: Arşın üç yüz altmış bin ayağı, her ayağında da üç yüz altmış bin âlem, her âlemde üç yüz altmış bin meydan, her meydanda üç yüz altmış bin şehir ve bu şehirlerde de Allah’tan başkasının bilemeyeceği kadar mahlûk vardır. Allah Teâlâ onlardan istiğfar etmelerini, sevabını da Ebû Bekir, Ömer, Osman ve Ali’yi sevenlere bağışlamalarını ister. Yine arşın ayakları arasında üç yüz altmış bin âlem, her âlemde üç yüz altmış bin şehir, her şehirde de binlerce mahlûk vardır. Allah bunlardan da Ebû Bekir, Ömer, Osman ve Ali’yi sevmeyenlere lânet etmelerini ister.
 
Sidre de arşın altında kürsünün karşısında cennetlerin üstünde beyaz inciye benzer boşluktadır ki tubâ ağacı da buradadır ve Cebrail ile ona yakın meleklerin mekânı buradadır. Hz. Peygamber de mi‘rac sırasında gördüklerini şu şekilde anlatır: Ağacın yapraklarının hepsi çekirge gibi parlayan, yıldızlar gibi ışık veren melekler tarafından sarılmıştır.
 
Cebrâil’in makamı yeşil zümrüt budaklarından birindedir. Burasının yüksekliği yüz binyıllık yoldur, nurdan bir sergi döşenmiş, üzerinde de kırmızı yakuttan bir mihrap vardır. Bu mihrap Cebrâil’in makamıdır, önüne de Hz. Peygamber için bir kürsi konulmuştur. Cebrâil Resûl-i Ekrem’i alıp bu kürsinin üzerine oturtur. Bu kürsinin önündeki on bin kürsüde Tevrat’ı yazan, bu kürsülerin çevresindeki kırk bin kürside de Tevrat’ı okuyan melekler vardır.
 
Kürsinin sağ yanındaki yeşil zümrütten on bin külsideki melekler İncil’i yazarken bunların çevresindeki kırk bin külsideki melekler de İncil’i okumaktadırlar. Sol taraftaki külsilerde ise melekler Zebûr’u yazmak ve okumakla meşguldürler. Kürsinin arkasında da Kur’ân-ı Kerîm okuyan ve yazan melekler ve kürsiler bulunmaktadır.
 
Mesela kâinatın yaratılışı İbn Abbas’tan gelen bir rivayette Allah’ın latif bir cevhere bakması ve cevherin ilahî heybetten ikiye yarılıp yarısından ateş yarısından da suyun yaratılması şeklinde olmuştur. Su ateş üzerine akınca duman ve buhar çıkmış, bundan gökler, suyun köpüğünden de yerler yaratılmıştır. Yerler iki günde yaratıldıktan sonra dağlar direkler şeklinde kılınmış, daha sonra gökler de iki günde yaratılmıştır. Bu sırada yaratılan dağların sayısı yetmiş altı bin altı yüz yetmiş üçtür. Daha sonra Allah zümrütten göğe bitişik göğün örtüsünü yeşile dönüştüren yeryüzünü çevreleyen Kaf dağını yaratmıştır.
 
Kaf dağına müvekkel bir melek vardır diğer dağlar da damarlarla ona bağlanmıştır. Nitekim Allah bir ümmeti helak etmek isteyince damarları çekerek yeri altüst eder. Kaf dağının ardında dağlar, dağların ardında da yetmiş bin âlem ve içinde meleğe benzeyen yaratıklar vardır. Yer ve gök katmanları ve isimleri ile içinde yaşayan yaratıklardan bahseden tasvirlerin de genellikle İbn Abbas’a nispet edildiği dikkati çekmektedir.
 
Bunlardan yerle ilgili malumat kısaca şu şekildedir: Yer yaratıldıktan sonra sabit kalması sağlanmak amacıyla bir melek onu iki eliyle kucaklamış, meleğin altına bir taş, taşın altına öküz, öküzün altına başka bir taş, taşın altına balık, balığın altına deniz, denizin altına da havanın konulması suretiyle yerin dengesi sağlanmıştır.
 
 Hz. Âdem ve Havva’nın yaratılışı gibi konulardaki bilgi satırı satırına Kitâb-ı Mukaddes’ten nakledilmektedir.
 
Âdem çorak ve verimli arazinin kırmızı ve beyaz çamurundan yaratıldı. Bundan dolayı onun neslinin kimisi beyaz, kimisi kırmızı, kimisi siyah, kimisi mümin kimisi kâfirdir. İblis yaratılan bu sureti kıskanmış ve kendisinden faziletli kılınmasını kabul etmeyerek Allah’a isyan etmiştir.
 
Âdem kırk yıl sureti şekillenmiş çamur halinde bırakıldı. İblis onun dübüründen girip ağzından çıkar ve ben ateştenim bu ise içi boş bir çamurdandır, ateş çamurdan üstündür, dolayısıyla ben de onu yeneceğim der. Diğer taraftan Allah ruha cesede girmesini emretmiş, ruh girmek istemeyip karanlık cesedin neresinden beni sokacaksın ya Rab diye sorunca Allah hoşuna gitmese de gir emrini tekrarlar. Bunun üzerine ruh istemeyerek onun içine girip yine istemeyerek çıkar. Daha sonra baş tarafından Âdem’e ruh üflenir, bunun üzerine ruh içinde mütereddit kalır, cesedin yarısına göbeğe ulaşınca oturmak için acele eder. İşte insanın aceleden yaratılması (el-İsrâ 17/11) bundandır.
 
Ruh yine mütereddit kalır, ayak parmaklarına ulaşınca da oradan dışarı çıkmak ister, fakat çıkacak yer bulamaz. Tekrar başa döner ve burun deliklerinden dışarı çıkar, bu sırada aksırır, Âdem de “elhamdülillah” der ki bu onun söylediği ilk sözdür. Allah da ona “yerhamükillah” diye karşılık verir ve seni bunun için yarattım, hamdimle beni tesbih ve takdis ediyorsun der.
 
Başka bir örnek ise şöyledir:
 
Azrail yerin dört tarafından değişik toprak numuneleri aldığından insanların renk ve suretleri birbirinden farklıdır. Toprak balçığa dönüştürülürken de acı, tatlı ve tuzlu su karıştırılmıştır. 
 
Cebrâil Hz. Peygamber’in toprağını alırken onun güzellik ve nurundan Âdem aleyhisselâmın balçığına katar. Bu toprak kırk sabah kudret eliyle yoğrulduktan sonra güneşe karşı konur ve kırk yılsonunda kurur. Ardından güzel bir endamla yaratılan Âdem Tâif ile Mekke arasında bir yere konulur. Melekler Âdem’in başını yere koyduğunu görürler. Aralarında bulunan İblîs onu kıskanır, beklemekte olan cisme eliyle vurup içinin boş olduğunu anlar ve ağzından girip hiçbir engelle karşılaşmadan aşağıdan çıkar. Sonra arkadaşlarına dönüp “Bu içi boş bir nesnedir, Allah bunu sizden faziletli kılarsa ne yaparsınız?” diye sorar. Onlar kendilerinin Allah’a itaatle meşgul varlıklar olduğunu söylerler.
 
İblîs ise böyle bir şey olursa kendisinin isyan edeceğini bildirir. Maddî yaratılışı bu şekilde tamamlanan Âdem’e ruh üfleme zamanı geldiğinde Allah, ruha Âdem’e girme emrini verir. Ruh cesedin dar ve karanlık bir yer olduğunu söyleyerek bir türlü girmeye güç yetiremez ve ancak üçüncü emirden sonra girmeyi başarır. Ruh cesede girince önce beyne gider ve orada iki yüzyıl hiçbir yere değmeksizin dolaşır, sonra gözlere, oradan da genze iner. Ruh genizde iken Âdem aksırır ve “elhamdülillâh” diyerek ilk konuşmasını yapar. Allah da ona “yerhamükâllah” şeklindeki ilk sözü öğrettikten sonra ruh bütün cesede yayılır. Daha sonra Âdem’e nurdan bir elbise getirilir.
 
İMAM HÜSEYIN ALLAH'IN BÜYÜK Ayetidir !??
 
Allah peygamberimizin nurunu parçaladı gökleri ve yeri yarattı! Ali'nin nurunu parçaladı arşı ve kürsïyi yarattı! Hasan'ın nurunu parçaladı levhayı ve kalemi yarattı! Allah Hüseyin'in nurunu parçaladı yardı ayırdı, cennetleri ve hurileri yarattı! Necm süresi 18 ayeti büyük ayet Hz Hüseyin’dir !?
 

 

_________________________________________________

KAYNAKLAR:


1-Felsefe Doktrinleri ve Terimleri Sözlüğü: Süleyman Hayri Bolayır

2-Başlangıçtan Günümüze Dinler Tarihi: Prof. Dr. Ekrem Sarıkçıoğlu

3-Tasavvuf ve İslam: Prof.Dr. İbrahim Sarmış

4-Sabiler Son Gnostikler: Prof. Dr. Şinasi Gündüz

5-Dinlerin Dejenerasyonu: Kürşat Demirci

6-Gnostikler: İlk Hristiyan Sapkınlar: Sean Martin

7- İnönü Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Gnostik Akımlar ve Okültizm Sempozyumu

8-Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi

(Venhar.com)

Etiketler : #Venhar'da   #'Gnostisizm'   #felsefesi   #konuşuldu   
YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !
İlginizi çekebilecek diğer haberler

Makaleler

Hava Durumu


VAN