'Hudeybiye'den 3 yıl sonra 100 bin kişiyle Mekke fethedildi'
Venhar Cumartesi sohbetlerinin geçtiğimiz cumartesi günkü konuşmacısı, Abdi Keçeli idi... Keçeli, Allah Rasulü'nün hayatı'nda özellikle dikkat çekmek istediği dönüm noktaları üzerinde durdu
09-12-2016
ALLAH RESULÜ MUHAMMED (S)
Allah resulünün hayatını anlatan bir çok siyer kitapları mevcuttur. Bunlar hemen hemen bir birinin aynısıdır. Ne yazık ki bu kitaplarda anlatılanlar onu örnek alan Müslümanları neredeyse pek ilgilendirmemektedir. Çünkü O olağanüstü bir kişiliğe sahipti. Onun gibi olabilmek ancak bir peygamber olmakla gerçekleşirdi. İşte onu örnek almanın başlamadan bittiği yer burasıdır.
Müslümanlar, onu tanıma ve anlama konusunda genellikle yeni bir sosyal düzenin kurucusu olarak gösterdiği faaliyetlerden çok kişisel ve manevî hayata kılavuzluğuna alaka duymuş, hayatıyla ilgili literatür de daha çok bu istikâmette gelişme göstermiştir.
Dünya çapında büyük yankılar uyandıran bir hareketin lideri olarak Allah resulü’nün olağanüstü başarısı, manevî ve maddi olmak üzere iki şekilde izah edilmeye çalışılmıştır.
Genelde din âlimlerinin benimsediği birincisi: Allah tarafından peygamber olarak seçildiği ve dolayısıyla başarısının ilâhî kaynaklı olduğu yöndedir.
Batılı araştırmacılarla tarihçilerin izlediği ikincisi ise başarısının sebebi pratik ve tecrübeye dayandığı, bu konuda dikkat çekici liderlik vasıfları ve karizmatik şahsiyetinin etkili olduğu yolundadır. Allah'ın, elçisine yardım ve desteği, inanan için tartışılmaz olmakla birlikte; Resûlullah'ın başarısını sahip olduğu üstün vasıfları göz ardı etmek, onun bir insan olarak büyüklüğünü sadece ilâhî mesajı nakleden bir vasıta seviyesine düşürmeyi de beraberinde getirir.
Resûlullah'ın üstün yetenek ve vasıflarıyla birlikte herhangi bir insan gibi yaşadığına ve tabiatüstü özelliği bulunmayan bir insan gibi diğerlerince izlenebilecek örnek bir hayat sürdüğüne işaret etmek gerekir. Aksi halde onun hayatı Kur'ân-ı Kerim’de de belirtildiği üzere insanlık için mükemmel bir örnek olarak belirtilmezdi. İzlediği siyaset de bütün fert ve toplumları kapsayan ve bütün eğilimleriyle insan tabiatını göz önünde bulunduran bir genişlik ve derinlik taşıyordu. Hz. Peygamber'in insanlık tarihinde siyasi, hukuki, ekonomik ve sosyal alanlarda ortaya koyduğu değerleri bilfiil uygulamayı başardığı bilinen lider olması da bu beşerî kılavuzluk ve önderlik vazifesinin bir gereğidir.
İTAAT EDİLMESİ GEREKİR
Mekke’de yaşanan hayatta konuşulan dil ve kullanılan kavramlar bizlere bir çok bilgiler vermektedir. İtaat, veli, kardeş vs. Yaşayan Mekke toplumunun değer yargıları, sosyal yaşantıları, iktisadi hayatları gibi hayatın merkezine yerleşmiş hayatın içinden olan bu özellikleri yerinde anladığımızda Allah resulünü iyi anlamış olduğumuz gibi O’na karşı gelen şahıs veya gurupları da tanımış oluruz.
Mesela itaat etmek o toplumda kavmiyet esaslarından olup bağlı bulunduğu kavmin liderine sorgusuz bağlanmaktır. Toplumun özünde bu var.
Kur'ân-ı Kerîm bir taraftan Hz. Peygamber'in bizim gibi bir insan oluşuna vurgu yaparken diğer taraftan da onun diğer insanlar arasındaki otoritesini kesin şekilde belirtir. Allah'ın kendisine itaatle birlikte ona itaati de emretmesi, siyasi ve hukuki alanlarda onun otoritesini kabulün, imanın bir gereği olduğunu ve bu iki itaatin esasta birbirine bağlı bulunduğunu da gösterir.
Allah resulünün örnek bir İslâm toplumu inşaası, ancak otoritesi sayesinde mümkündü. Yukarıda belirtildiği üzere ümmetin lideri olarak onun Müslümanlar üzerindeki otoritesi Kur'ân'da “hükm” ve benzeri kavramlarla ile ifade edilmiştir (en-Nisâ 4/60, 65). Bu ayetler Hz. Peygamber'e itaatin somut ifadesini, onu hâkim kabul edip verdiği hükmü tartışmasız benimsemek şeklinde ortaya koyar. Allah'a itaat Hz. Peygamber'e itaatin temeli olurken, Hz. Peygamber'e itaat da Allah'a itaatin tek görünür kanıtıdır: "Kim Peygamber'e itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur" (en-Nisâ 4/80). Onun peygamberlik görevi tamamen manevi,ruhi öğütle sınırlı olmayıp bir İslâm toplumu (ümmet) kurma amacına bağlı olarak sosyal, politik ve askerî faaliyetleri de kapsadığından, kendisine itaat sadece ibadet vs. alanında değil, sosyal hayatta da söz konusudur. Bu sebeple Medine döneminde inen ayetler sadece dini alanda değil sosyal, siyasal, ekonomik ve askerî alanlarda da süratli bir kurumlaşmanın gerçekleşmesine, dinamik bir toplumsal yapının oluşmasına zemin hazırlamıştır.
Sözün özü peygambere itaat, imanın bir gereğidir. İtaat etmeyen hiç kimse iman etmiş sayılmaz. İtaatle birlikte istihbarat, istişare, veli (dayanışma) ile birlikte Allah’ın yardımı O’na başarıyı getiren temel unsurlar olarak sıralayabiliriz. Aşağıda itaatten sonra diğer unsurları da iç içe olarak görebiliriz.
***
Hiç kuşkusuz O’nu en güzel tanıtan kitap, Allah’ın kelamı Kur’an’ı Kerim’dir. Şüphesiz doğru bilgiler ancak doğru kaynaklardan elde edilir. Doğru kaynaklardan mahrumsanız ya yanlış bilgi üzere ya da başkalarının bilgisi üzerine düşüncenizi temellendirmişsiniz demektir. Bu ise size zandan başka bir şey katmayacaktır ki zan, her zaman gerçeği ifade etmez. Aynı zamanda insana şüphe verir. Şüphe ise imanı zedeler.
Doğru kaynak ve doğru bilgi olan Kur’an’ı Kerimi anlayan insan, Allah’ın resullerini ve onların gönderiliş amaçlarını anlamakta güçlük çekmez. Doğru bilgiyi en doğru kaynaktan deyim yerindeyse birinci elden elde edebilirler. Ve düşüncesini buna göre şekillendirir, az ya da çok bir fikir sahibi olurlar. Beraber yaşadığımız bu toplum, Muhammed (as)’mı çok sevmelerine rağmen bir o kadar da tanımıyor olmaları ya da yanlış tanımaları/tanıtılması işin en acı tarafı olsa gerek. Daha da da garip tarafı bu yanlış tanıtımın din adamları tarafından gerçekleştiriliyor olmasıdır.
Muhammed (as), bu toplumda gereği gibi tanıtılmamış, tanıtıldığı kadarıyla da bir peygamberden öte sanki ilah ya da ilah yardımcısı gibi tanıtılmıştır. O bir insan olmaktan çıkarılıp bütün âlemi emrine alan, dilediği işleri dilediği şekilde idare eden; haşa Allah’ın özelliklerine ortak olan bir konuma getirilmiştir.
Yine başına gelen musibetleri mucize ile def eden; gaybı bilen; ölmeyen; ölüleri dirilten; savaşta susayan orduya parmaklarından su fışkırtan; hayvanlar ve ağaçları konuşturan; yiyecek ve içecekleri bereketlendiren ve dahası “ümmeti! ümmeti!” diyerek günahkar ümmetini kanatları altına alıp ahirette şefaat dağıtan ve buna benzer bir sürü yalan yanlış bilgilerle donatılmış bir peygamber olarak zihinlere aktarılmaktadır. Kaldı ki böyle bir peygamberi Mekke’li müşrikler niçin kabul görmesin, neden onunla mücadeleye girişsinler ve neden onu susturmaya kalksınlar? sorusunu akla getirmektedir. Zaten istedikleri de bu değil miydi? Oysa Mekkeli müşrikler O’na karşı çıkıyor ve O’nu iptal etmenin planlarını yapıyorlardı. Acaba nedendi?
Mekkeli mütreflerin, Allah Resulüne karşı çıkma nedenlerinin başında, çıkar egemenliklerini koruma altına alan putlarına, (düşünce, söylem ve eylemlerine) karşı vahiyle yeni bir söylem getiriyor; onların gayri ahlaki tutumlarını eleştiriyor, yok sayıyor; her türlü haksız kararların alındığı meclisleri Dar’ün Nedve’yi tanımadığını ilan ediyor olmasındandı. Yine insanlık dışı uygulanan zulümlerinin altında inleyen toplumun iktisadi ve ahlaki olarak sömürülmesine karşı çıkıyor ve bunları onaylayan her türlü düşüncelere karşı Allah adına bir duruş sergiliyor olmasındandı. Bu davranışlar Mekkelilerle arasını iyice açıyor ve aralarında derin ayrılıklar ve düşmanlıkları beraberinde getiriyordu. Bu itiraz, dik duruş eleştiri ve söylem biçimi O’nun Mekke’de birçok defa aşağılanmasına, aç kalmasına, yıpratılmasına ve sonunda ölüm planları arasına girmesi sonucunda Medine’ye gitmesine sebep olmuştu. Tüm bunlar bir düşüncenin, bir söylemin (vahyin) arkasında dik durmanın getirdiği bir durumdu.
Bizler için model olarak Allah tarafından gönderilen Muhammed (as), bütün hayatı ile bize örnek olmuştur. Bu örneklik bir melek olarak değil; olağanüstü meziyetlere bezenmiş bir insan olarak değil; sadece bizler gibi bir insan olarak, hak ile batılın arasını ayırma mücadelesi üzerine kurulu bir örnekliktir. İşte bu mücadele bir siyasetti ve O’da bu siyaseti çok iyi biliyor ve uyguluyordu. Ancak günümüzde bu örneklik alanlarının en başta olanı ve bizleri direkt ilgilendiren siyaseti göz ardı edilmiş, siyasetle arasına kalın duvarlarla set çekilmiştir. Oysa O’nun başarılı olmasının altında yatan en büyük sebeplerden biride iyi bir siyaset adamı olmasıdır.
Medine’ye geldikten sonra Mekkeli zalimlerin tasallutundan kurtulmanın sevincini, rehavetini ve özgürlüğünü yaşamanın yerine; tam tersi çalışmalarını hızlandıran deyim yerindeyse yan gelip yatmayan bir Peygamberle karşılaşıyoruz. O’nun, büyük zekası, olayları ve gerçekleri açıklıkla görüşü, nefsine hakimiyeti, kuvvetli iradesi ve ihtiyatı ile son derece dikkatli ve yorulmaz bir lider,etkin bir siyasetçi olarak hayatın tam merkezinde insanları idare ettiğini görüyoruz. Bundan sonra ölümüne kadar her geçen gün omuzlarında ki yükün getirdiği sorumluluk bilinciyle sırtı doğru düzgün yatak yüzü görmeyen bir Allah resulü ile karşılaşıyoruz.
Medine’de ilk icratı şehrin etrafına gözetleyiciler koyuyor, sayım yapıyor ve Medine’nin çevresini belirliyordu. Daha sonra Mekke’nin geçiminin ticaret olduğunu bilen Allah Resulü, Suriye tarafına gidip gelen kervanların bundan böyle rahat gidemeyeceğini, bu bölgenin hakimiyetinin kendisinde olduğunu ilan etmek için Kureyş kervanının geçeceği yerlere farklı gözetleyici gruplar gönderiyor , onlara bundan böyle burdan geçmenin eskisi gibi kolay olmayacağı mesajını veriyordu. Böylelikle Mekke eşrafı olayın vahametini yeni fark ediyor, yüreklerinde hiç beklemedikleri bir sızı hissediyorlar ve artık hiçbir şeyin eskisi gibi kolay olmayacağını öğrenmiş oluyorlardı.
Kervanı tehdit etme davranışı Peygamberin bir siyasetiydi. Çünkü O,Mekkelilerden korkmuyor onlara açıkça meydan okuyordu. Bu meydan okuması intikam duygusuyla değerlendirmek oldukça yanlış bir tutum olur. Eğer onlardan intikam almak isteseydi Mekke’nin fethinde sokakların kan gölüne dönmesini emrederdi. Öyle olmadı. O’nun bildiği bir şey vardı: Onlar İslam’ın en azılı düşmanları ı ve İslam’ı yok etmek için çalışıyor olmalarıydı.
Nihayet bu tehdit siyaseti sonuç veriyor, Müşrikler oldukça rahatsız oluyorlar ve bir ordu hazırlayarak yola çıkıyor ve Müslümanlarla Bedirde karşılaşıyorlar. Bedir’in sonucu herkesçe malumdur. Allah öyle güzel şeyler nasip ediyor ki daha dün Mekkede Müslümanları adam yerine koymayan ekabir takımı; mekke’nin ciğerpareleri ; burunlarından kıl aldırmayan kibir tayfası adeta ikram ediliyordu. Kimler yoktu ki. Utbe bin. Rabia, Şeybe bin Rebia, Ebu Cehil, Ümeyye bin Halef,Abbas ve diğerleri…
Unutulmaması gerekir ki Bedir, dünyanın gidişatını değiştirecek zafer zincirlerinin ilk halkası olmuş; tarihin seyrini değiştirmiş ve deyim yerindeyse Bedir ile bir çağ kapatılıp bir çağ açılmıştır.
***
Müslümanlar, tarihde hak ile batılın ayırt edilmesinin temel ayağı sayılan ve ayın on dördü gibi parlak olan Bedir’den sonra yeni fakat çetrefilli bir düşmanla tanışıyorlardı. Yahudiler.
Allah resulü, Medine’ye geldiği dönemlerde Yahudilerle anlaşma yapmış, onlarla Medine’yi savunma konusunda ittifak sağlamıştı. Yahudilerin dönemde ki düşünceleri kısaca saman alevi gibi parlayan Muhammed ve adamlarının ömrü kısa sürecekti ve onlarla fazla didişmenin bir anlamı yoktu. Bu yüzden şimdilik istediklerine evet demek daha mantıklı ve daha kestirme bir iş olacaktı. Ne var ki Bedir zaferi onları kara kara düşündürmüş, güvendikleri dağlar karla dolmuştu. Olayın bu kadar basit ve sıradan bir iş olmadığının farkına varmışlar fakat iş işten çıkmıştı. Bundan sonra Müslümanların aleyhine fırıldaklar çevirmekten başka bir yol kalmamıştı ellerinde. Anlaşmaya rağmen Müslümanların aleyhine hakaretlerden çekinmeyen; alaycı tavırlar sergileyen; Mekkelilerle işbirliğine giren hatta Allah resulünü öldürmek için suikast planlarına girişen Yahudilerin, Küreyşten çok daha tehlike arz etmeye başladığın gören Allah resulü, adeta burada soğuk bir harbin etkisinde olduğunu fark ediyordu.
Anlaşmaya rağmen Nadir oğullarının ileri gelenlerinden Kab.b.Eşref Mekke’ye giderek onları savaşa kışkırtan konuşmalar; Bedir de ölen Kureyş uluları için okuduğu şiirler; ve onları duygulandıracak mersiyeler, ağıtlar söyleyerek adeta Mekkelileri savaş için tahrik ediyordu. Bununla yetinmeyen Eşref, Müslümanları aşağılayan şiirler ve kadınların iffetine yönelik alaycı gazeller okuyarak düşmanlığını alenen ilan ediyordu.
Bir başka Yahudi kabilesi olan Kaynuka oğulları, Bedir öncesinde olduğu gibi sonrasında da Mekkelilere olan muhabbetlerini açıktan açığa söylüyorlar, onlara destek vereceklerini ifade ediyorlardı. Anlaşmaya rağmen onlarda ellerinden geleni arkalarına koymuyorlardı. Allah resulü, tüm bunları bir bir takip ediyor, onları her fırsatta uyarıyor, Mekkelilerin başına gelenleri hatırlatıyor ve anlaşmaya uymalarına davet ediyordu. Bu uyarılar karşısında ise onlar; “aslında siz bu anlaşmayı bozmak için bahane arıyorsunuz, siz savaş bilmeyen bir topluluğu yendiniz, buna aldanmayın eğer sizinle harp yaparsak o zaman harbin tadını anlarsınız” diyerek cevap veriyorlardı. Aslında bu sözler hem anlaşmanın bozulduğunu hem de açıkça savaş için meydan okuduklarının açık ifadesiydi. Bunun üzerine Allah resulü, onları on beş gün boyunca muhasara etti. Daha evvel destek için sözbirliği yaptıkları ne Yahudi kabileleri, ne de Mekkeli müttefikleri yardıma geldiler. Bunun üzerine şartsız olarak teslim oldular. Haklarında ki hüküm mallarını yanlarında götürebilecekleri kadarını alarak Medine’yi terk etmeleriydi. Ve öylede oldu.
Mekke’de Kab b. Eşref tarafından Müslümanlara yönelik yürütülen düşmanca propagandayı güçlü istihbaratı sayesinde daha evvel haber alan Allah resulü, O’nun Medine’ye geldiğini yine hicivlerine devam ettiğini duyunca onun ortadan kaldırılmasını istedi. Bu işi Muhammed b. Mesleme üstlendi ve onu öldürdü. Nadir oğulları bu ölümün sebepsiz olduğunu ifade ederek Allah resulüne anında itiraz ettiler. Buna karşın “düşmanca düşüncelere hoş gösterilse de düşmanca eylemlere asla hoş gösterilmeyecektir. Sizde biliyorsunuz ki o bizi incitti ve aleyhimize katı sözler söyledi; düşmanla işbirliği yaparak anlaşmayı bozdu. Sizden kim böyle yaparsa onunda cezası ölümdür” cevabını aldılar ve yeni ve özel bir anlaşma yaparak şimdilik yerlerinde kaldılar.
Kızıldeniz sahillerinde bulunan kabilelerin Allah resulü ile müttefik olmaları Mekke eşrafını iyiden iyiye çileden çıkarıyordu. Çünkü ticaret için gidip gelen kervanların güvenli bir yolu kalmamıştı. Bunun üzerine bir başka uzak bölge olan Basra Körfezi üzerinden Irak tarafına giden yol üzerinde ki Gatafan ve Suleym kabileleri ile ittifaklarını güçlendiren Mekkeliler, onları Medine üzerine yürümelerini teşvik ediyordu. Bunu haber alan Allah resulü, bu iki kabilenin üzerine giderek onları etkisiz hale getirdi ve böylece bölgenin tek siyasi hakimi olduğunu etrafa iyice hissettiriyordu.
Kuba’da bulunduğu bir gün, Mekke’den Amcası Abbas tarafından gönderilen bir adam, elindeki mektubu Allah resulüne verdiğinde Mekkelilerin Medine’ye bir orduyla hareket ettiklerini öğrenmiş bulunuyordu. Bu haber üzerine hemen harekete geçen Allah resulü, ilk olarak küçük bir grubu keşif olarak göndererek onlar hakkında bilgi getirmelerini istedi. Daha sonra istişare heyetini toplayıp acil eylem planı üzerinde istişare ederek onları uhud meydanında karşılamaya karar verdi. Zırhını giyinip kılıcını kuşanan Allah resulü ordunun başında uhud’a doğru yola koyuldu.
Uhud bildiğiniz gibi mağlubiyetle sonuçlanmış, bu mağlubiyetin ana sebebini Kur’n-ı Kerim “ lidere itaatsizlik ve güçlülük zaafı “ (3Al’i İmran/152,153) olarak bildirir. Mağlubiyetler insan hayatında olumsuz etkiler bırakabilir. Ancak mağlubiyetten ders çıkarmak insanı yeniden canlı hale getirir. Nitekim Allah resulü de öyle yaptı ve bu mağlubiyetin nasıl galibiyete giden bir yolun başlangıcı olduğunu gösterdi.
Mağlubiyetin ertesi günü sabah erkenden Medine tarafından destek geliyormuş gibi bir kalabalık tertip ettirdi. Bunun anlamı Ebu Süfyan’ın Müslümanlar üzerine ola ki yeniden yürümesinin önünü kesmekti ve düşündüğü gibide oldu. Bu hamle düşmanın yeni bir takviye geldiği hissiyle Mekke tarafına yönlenmesini sağladı. Daha sonra düşmanın peşine takılmak suretiyle büyük bir azim, inanç ve cesaret örneği sergileyen Allah resulü, kendi yarasına ve elindeki kuvvetin zayıf olmasına rağmen onları takip etmekte hiç tereddüt etmedi. Onları belli bir süre takip ederken sahabeye özellikle geceleri geniş bir alana yayılarak ateş yakmalarını emrediyor, düşmana göz dağı veriyor, böylece muharebeden vazgeçmediğini ilan ediyordu. Bu stratejik politikasıyla düşmanın Mekke’ye dönmesini sağlamış ve onlara her şeyin burada bitmediği mesajını kafalarına sokmuş ve bu mesajla birlikte düşmanı Mekke’ye döndürmeyi başarmıştır.
Müslümanların uhud muharebesindeki zafiyetlerinden sonra Yahudilerin biraz daha şımardığını gören Allah resulü, burada faaliyetlerini artırdı. Medine’de bir süvari birliği teşkil etti. At bakım merkezi (hara) kurdu ve atların çoğalmasına mani olacağı için belli bir dönem katır beslemeyi yasakladı.
Beni Amir kavminin reisi Ebu Berra’nın isteği üzerine gönderilen yetmiş kişilik Müslüman birlik(bir rivayete göre kırk kişilik) bir-i maune kuyusu yanında Ebu Berra’nın düşmanları tarafından katledildi. Bunun üzerine Allah resulünün nüfuzunun kırılması için dedikoduların şiddetini artıran Yahudiler, Müslümanların aleyhlerinde kötü laflar ve aşağılamalarına devam ediyor ve Muhammed’in bir krallık iddiasından öte bir şey olmadığını artık açıktan açığa söylüyorlardı. Allah resulü, Bir-i Maune sonrası bir Müslümanın karşı taraftan iki kişiyi öldürmesi sonucu onlara diyetlerini ödemek için haber gönderdi ve diyetlerini ödedi.
Bu dönemlerde Allah resulü, Nadir oğullarının bir hainlik düşündüğünü sezdi. Daha evvel hak ettikleri sürgün, uhud hadisesinin ortaya çıkmasıyla adeta ertelenmişti. Hemen istişare meclisini toplayıp ani bir kararla Muhammed b. Mesleme’yi elçi olarak Nadir oğullarına gönderdi ve onlara on gün içinde Medine’yi terk etmelerini söylemesini istedi. Bunun üzerine Yahudiler hazırlıklara başlamasına rağmen, özellikle Abdullah b. Ubey başta olmak üzere etraftaki diğer Yahudi ve Bedevi kabileler, gitmemeleri halinde onlara yardım edeceklerine dair söz verdiler ve böylece onları kalmaları konusunda ikna ettiler. On gün sonra her hangi bir hareket görmeyen Allah resulü, hemen üzerlerine bir ordu gönderdi ve onları kuşatarak dış dünya ile irtibatlarını kesti ve çok sürmeden teslim olmalarını sağladı. Bunun üzerine taşınabilir yüklerini alabileceklerini söyledi ve şehri hemen terk etmelerini istedi. Onlarda öyle yapmak mecburiyetinde kalarak alabilecekleri/taşıyabilecekleri ne varsa onları aldılar ve Hayber’e doğru yola koyuldular.
* * *
Nadir oğulları sürgünü, Recî olayı ve Bi’r-i Maune olayı o yılın önemli vakalarıydı. Ancak Bi’r-i Maune olayına Allah resulü çok üzülmüş ve içerlemişti. Zaten müşrik Araplar ve Yahudiler, her türlü ihaneti yapmakta oldukça maharet sahibiydiler.
Yağmalamak, kan davası gütmek, suikast düzenlemek ve ihanet etmek gibi kötü meziyetlere sahiptiler. Onların bu huylarını çok iyi bilen Allah resulü, daima uyanık davranır, her ihtimali değerlendirir ve gerekli tedbirleri almakta hiç tereddüt etmezdi. Onların üzerinde her zaman gölgesini hissettirirdi. Kararlarında sebat eder ve ara sıra ani uygulamaları yapmayı da ihmal etmezdi. Yine bir seferinde aldığı bir istihbarata dayanarak ani bir kararla Medine’den Necid’e doğru yola çıktı. Zorlu bir yolculuk sonrasında orada bulunan Yahudi ve Arap kabilelerine buraların başıboş olmadığını hatırlatıp onlara gözdağı vererek, tekrar Medine’ye döndü.
Nadir oğulları, Medine’den uzaklaştırılarak şehrin iç emniyeti sağlanmış, dışarıdan baş kaldırmayı düşünen kabilelere de, yapılan ani hücumlarla daha düşünceleri hayata geçmeden engellenerek sindirilmişlerdi. Mekkeliler Uhud’tan ayrılırken bir yıl sonra Bedir’de yeniden savaşmayı teklif etmelerine rağmen savaşa gelmemişler ve böylece onlar da bir nebze sinmiş oluyorlardı. Onların savaşa gelmemeleri Allah resulünün elini iyice güçlendirmiş ve rahat nefes almasını sağlamıştı. Bu durum Yahudileri oldukça zor durumda bırakıyor ve gidişatın iyi olmadığını iyice fark ediyorlardı. Yapacakları şey belliydi: Mekkelileri kışkırtmak.
Hayber’e sürülen Nadir oğullarının başını çektiği bu tahrik planında, Medine’ye karşı olan tüm Necid’li kabilelerin bir araya gelmelerini sağlamak o kadar zor olmadı ve yaklaşık on bin kişilik bir orduyla, yeniden Medine’ye doğru yola çıkmanın hazırlıklarına ivedilikle başlandı.
Yine Uhud’ ta olduğu gibi muhtemelen Abbas’ın gönderdiği atlılarla Allah resulü olaydan haberdar ediliyordu. Allah resulü her zaman olduğu gibi istişare meclisini topladı ve durum hakkında genel bilgi vererek düşmana nasıl karşı konulacağı noktasını tartışmaya açtı. Farklı görüşler ortaya atıldıktan sonra İranlı Selman Farisi’nin hendek önerisi kabul edildi. Bu taktik Arabistan bölgesinde daha evvel görülmemiş bir şeydi. Bunun bir an evvel hayata geçmesini isteyen Allah resulü, başta kendisi olmak üzere bütün Müslümanları hendek kazmaya davet etti. Hendek kazma sırasında şiirler okuyor, Allah’a olan bağlılığını hamd ve şükürlerle dile getiriyordu. Arkadaşlarının keyif ve neşesini muhafazaya çalışıyor, onların morallerini en üst düzeyde tutuyor, hatta zahmetleri ve sıkıntıları bile neşeye çeviriyordu. Onlara hedef tayin etmeyi de ihmal etmiyordu. Hendek kazarken çıkan bir taşa elindeki aletle vurarak; “Allahu ekber! Allahu ekber! Şam’ın kırmızı köşklerini ve Kisra’nın saraylarını görüyorum” diyerek ufkunun sadece Mekkelileri yenmek gibi dar olmadığını; hedefin iki büyük güç olan Kisra ve Bizans olduğunu ortaya koyuyordu. Bu ileri görüşlülüğü, sünnetullaha uygun hareket etmenin neticesi ve inancın dile gelmesiydi.
Zorlu altı gün, hendek kazarak geçmiş ve bu arada düşman iyice yaklaşmıştı. Medine önlerine kadar gelen düşman, hiç hesap etmedikleri yepyeni bir müdafaa tarzı olan Hendekler ile karşılaşınca şaşıp kaldılar. Karşılıklı ok atışlarıyla başlayan savaş gece gündüz aynı şekilde devam ediyordu. Daha evvel uzun muharebeye tanık olmayan Mekkeliler için oldukça sıkıntılı günler başlamıştı. Her hangi bir gelişmenin olmadığını gören düşman ordusu artık sızlanmaya başlamıştı. Mevsimin kış olması ve havanın soğuk olması da bu sızlanmayı tetikleyen nedenlerdendi. Gatafan Arapları Hayber meyvelerinin yarısı karşılığında buradaydı. Ancak onlar da bu durum karşısında yavaş yavaş sızlanmaya ve gevşeklik göstermeye başladılar. Gidişatının olumsuza doğru yöneldiğini fark eden Huyey b. Ahtab’ın aklına Kureyza oğullarını, Muhammed’le olan anlaşmalarını bozdurmaktan başka bir şey gelmiyordu. Zaten Huyey b. Ahtap, aynı zamanda diğer Yahudi kabilelerini örgütleyip Mekkelilerle bir olmalarını sağlayan adamdı. Kısa bir uğraştan sonra Kureyza’nın lideri Ka’b b. Esed’i ikna etmeyi başardı ve ardından Esed, anlaşmayı bozduğunu ve Kureyş tarafına geçtiğini açıkladı. Medine’yi böylece hem içeriden hem de dışarıdan abluka altına alacaklardı. Kureyza oğullarının düşman tarafına geçmesiyle birlikte içerideki münafıklar da boş durmuyor, darlık ve sıkıntılı bir dönemin orta yerinde hemen gerçek yüzlerini ortaya koyuyorlardı. Erzak tükenmek üzere, geceleri oldukça soğuk, açlık, uykusuzluk ve yorgunluk… üstelik düşman hem aşağıdan hem yukarıdan gelmiş, gözler kaymış ve yüreklerin hançereye dayandığı (33/10-11) bu anı fırsat bilerek imanı zayıf olanları da etkilemeye başlamışlar ve bir birlerine: “Muhammed bize Kayser ve Hüsrev’in hazinelerini vaat ediyordu, şimdi canımızı tehlikeye atmadan abdest bozmaya bile gidemiyoruz” diye gizliden gizliye fısıldaşıyorlardı.
Münafıkların birçoğu evlerini müdafaa bahanesiyle Allah resulünden izin isteyip Medine’ye dönmek istediler. Savaşacaklarına dair söz vermelerine rağmen, Allah resulü onların orduyu terk etmelerine izin verdi. Ancak bunların Medine’de bir kargaşa çıkaracaklarını ve aleyhlerine yönelik olumsuz propaganda yapabileceklerini de iyice sezmişti.
Muharebeden bir türlü sonuç alamayan müttefikler, geri dönmenin hesaplarını yapmaya başladıkları zaman Kureyza oğulları geri dönülmez bir hatanın ortasında olduklarını ve bundan sonra tüm güçleriyle direnmekten başka çarelerinin olmadığını anladılar. Kendilerine biraz asker verilerek Medine’yi basacaklarını temin ederek müttefiklerini de direnmeye zorladılar. Bu durumu sezen Allah resulü tam zamanında Medine’ye takviye kuvvet gönderip orada gece gündüz topluca tekbir getirmelerini söyleyerek Medine’ye yolladı. Böylece düşmana gözdağı verilecekti.
Allah resulü savaş esnasında durmuyor ve düşmanı yıldırmanın hesaplarını yapıyordu. Gatafanlılardan Nuaym isminde biri gelip Müslüman olduğunu ve kabilesini terk ettiğini söylediğinde Allah resulü onu tekrar göndererek, iki tarafın arasını ayırma planı üzere görevlendirdi. Plan, Nuaym’ın Kureyza’ya giderek, Mekkelilerden savaşa devam edeceklerine dair kendilerine rehin istemelerini talep etmek ve böylece samimiyetlerini anlamalarını tavsiye etti. Mekkelilere giderek, onlara da, Yahudilerin kendilerine hıyanet edeceklerini ve bu yüzden onlardan rehin isteyerek Müslümanlara teslim edeceklerini söyledi.
Bu durum Mekkelileri zor durumda bırakmış, bir birlerine olan güven sarsılmış, yorgunluk, fırtına ve soğuk ise dönmek için iyi bir fırsat olmuştu. Müslümanların kökünü kazımak için bir araya gelen Mekkeliler, üçüncü defa geldikleri Medine’den elleri boş olarak tekrar dönüyorlar ve bu geliş Mekkelilerin son gelişi aynı zamanda son gidişi oluyordu. Bundan sonra Mekkeliler bir daha Müslümanlar üzerine yürümeyi akıllarından bile geçirmediler.
Ertesi sabah Medine’nin havası tatlı ve sakindi. Düşman gitmişti. Müslümanlar yorgun bir şekilde dinlenmenin hesabını yapadursunlar, Allah resulü, tüm Yahudi ve müşrik kabilelerini ayaklandıran Huyey b. Ahtap’ı Kureyza’nın koruduğunu; ayrıca Kureyza oğullarının savaş sırasında ihanet ederek çoluk-çocuk, ihtiyar- kadın demeden katletme planlarını yapmanın ve Müslümanları arkadan vurmanın ne anlama geldiğinin hesabını sormak istiyordu. Hiç vakit kaybetmeden Kureyza’nın ihtişamlı zengin mahallesine vardığında onlar çoktan kalelerine sığınmışlardı.
Allah resulü Kaleyi yirmi beş gün muhasara ettikten sonra Kureyza oğulları teslim olmak zorunda kaldılar. Onların hakkındaki hükmü ise eski bir Yahudi olan Sad b. Muaz’ın vermesini istedi. Sad b. Muaz’ın hakemliğinde yapılan mahkeme, eli kılıç tutan erkeklerin öldürülmesine; kadın ve çocukların esir edilmesine; mallarının ise ganimet sayılmasına karar vermiştir. Bu hüküm aynı zamanda hem Kur’an’a hem de Tevrat’a uygundu. İhaneti hiçbir zaman affetmeyen Allah resulü de, bu kararı onayladı.
Bu karar Müslümanlara ihanet etmeyi düşünenlere bir gözdağı olmakla birlikte, daha evvel sürgün edilen Kaynuka ve Nadir oğullarıyla bir araya gelmelerini de engelleyen stratejik bir karardı.
Görülüyor ki Medine’ye geldiğinden beri rahat bir gün yüzü görmeyen Allah resulü, bu zamana kadar dışarıdan ve içeriden gelen tehditlerin nasıl bertaraf edileceğini ve bu konuda nasıl muvaffak olunacağını bir örnek olarak göstermiştir.
Müslümanların, Medine’deki zorlu yılları, birbirlerine kenetlenerek Hendek savaşı ile birlikte geride kalacak, Müslümanlar ve Allah resulü için yeni bir dönem başlayacaktı. Bundan sonra hamle sırası kendilerindeydi. Bu durumu Allah resulü şu şekilde açıklıyordu:
“Artık Kureyş bu seneden sonra bir daha buralara gelemeyecek; fakat siz gideceksiniz.”
Mekkeli müşrikler ve Yahudilerden oluşan müttefiklerin, Hendek önünde bozguna uğramaları Medine’yi olası tehlikeden de kurtarmış oluyordu. Allah resulü bundan sonra istikbale emniyetle bakabiliyor, elinin daha bir güçlü hale geldiğini biliyordu. Aynı zamanda Mekkelilerin ekonomik yönden de günden güne kötüye gittiğini, eski güçlerinden bir hayli geride olduklarını da biliyordu. Bunu fırsata dönüştürmek için aklından, altı yıl evvel yurdundan sürüldüğü memleketini görmek, Kabe’yi ziyaret etmek ve bir nebze olsun memleket özlemini dindirmek geçmektedir.
Durumu ashabına aktaran Allah resulü, onların hazırlanmalarını temin eder ve bin dört yüz kişi ve kurbanlık develer ile yola koyulurlar. Uzun bir yolculuk sonunda nihayet Mekke’ye yaklaştılar. Kureyşliler, Müslümanların Mekke’ye doğru geldikleri haberini alınca hemen Halid b. Velid’i bir süvari birliğinin başında onlara karşı koymak için gönderdiler. Ancak büyük bir diplomat, iyi bir siyasetçi olan Allah resulü olabilecek durumu fark etmişti. Bunun üzerine yolu değiştirerek dar ve engebeli bir yoldan Haram bölgeye yakın bir yer olan Hudeybiye mevkiine ulaştı ve orada karargahını kurdu. Kureyşlilere amacının savaş değil Kâbe’yi ziyaret etmek oldu bildiren bir haber gönderdi.
Mekkeliler, niyetlerinin ne olduğunu anlamak için Allah resulüne adamlar gönderiyor, gerçekten de niyetlerinin ne olduğunu anlamaya çalışıyorlar bu arada güçlülük psikolojisini de elden bırakmıyorlar, kibirlerinden de yanlarına varılmıyordu. Ancak her gelen elçi çok farklı düşüncelerle dönüyor ve Müslümanların daha azimkar olduklarını; Muhammed’e bu kadar heyecan ve bağlılık gösteren bir topluluğa rastlamadıklarını görüyorlardı. Ve raporları da bu doğrultudaydı. Son olarak Urve b. Mesud’u Allah resulüne gönderirler niyetinin ne olduğunu tam olarak öğrenmek isterler. Allah resulü Urve’ye:
“Ey Urve, bizler savaşmak için buralara gelmedik, gördüğün gibi bu develerin kurban edilmesine ve Kabe’nin ziyaretine engel olunur mu hiç? Savaşlardan dolayı zaten Mekkeliler zayıf düştü, savaş sizin lehinize değil bilirseniz. İsterseniz aramızda savaşı erteleyen bir anlaşma yapalım, böylece sizde de rahatlarsınız; bizde umremizi yapar kurbanlarımızı keser tekrar döneriz.” diye düşüncesini aktarır. Urve kendisine haber vereceklerini ifade ederek Mekke’ye döner ve durumu bildirir. Bu teklife pek sıcak bakmazlar ve haber vermekte de gecikirler. Bunun üzerine Mekkelilerin düşüncelerini öğrenmek üzere Osman (ra)’u elçi olarak gönderir. Osman (ra), zamanında gelmeyince müşrikler onun öldürüldüğü yaygarası kopartırlar. Allah resulü, bunu bir savaş ilanı olarak sayar ve hemen ashabını toplayarak kendisine bağlı kalacaklarına; kanlarının son damlalarına kadar savaşacaklarına dair biat alır.(Feth/18-21)
Hücum hazırlığı esnasında bir adam koşarak Osman ile birlikte bir kaç adam’ın geldiği haberini ulaştırdı. Gelen iyi bir hatip olan Suheyl b. Amr idi. Suheyl ile Allah resulü arasında şartların kabulünden sonra altı maddelik bir anlaşma imzalandı. Buna göre;
1- Müslümanlar bu yıl Mekke’ye umre için giremeyecekler,
2- Bir yıl sonra üç gün kalmak üzere gelecekler, geldiklerinde yanlarında sadece yol emniyeti için bulunabilen silahlar bulunabilecek,
3- Mekke ile Medine arasında bu anlaşma on yıl sürecek,
4- Bu süre içinde civar kabilelerden dileyen diledikleri ile anlaşma yapabilecek,
5- Yeni Müslüman olmuş bir Mekkeli Medine’ye hicret etmesi veya sığınması durumunda Mekke’ye tekrar iade edilecek,
6- İslam’dan çıkan Medineli birisi Mekke’ye döndüğünde iade edilmeyecek.
Şahitler huzurunda anlaşma imzalandı ve hemen yürürlüğe girdi. Müslüman şahitlerden biri de müşrikler adına anlaşmayı imzalayan Suheyl b. Amr’ın oğlu, Abdullah b. Suheyl’di. Ancak anlaşma maddeleri Müslümanların aleyhine gibi görünüyordu.
Bu anlaşmayı Allah resulü dışında kimse kabullenemiyor, her kafadan sesler yükseliyordu. Kimisi bunca yıl boşuna mı mücadele verdik diye hayıflanıyor; kimisi İslam’ı batıl karşısında küçük düşüren bir anlaşma olarak görüyor; kimisi bu kadar yolu boşuna mı çektik diyor; kimisi Mekke hasretinden dem vuruyor… Hatta Ömer (ra), bir ara yaklaşarak yüksek sesle:
“Ey Muhammed, sen Allah’ın elçisi değil misin? Biz mü’minler değil miyiz? Onlar batıl biz hak değil miyiz? Sen bize Kabe’yi tavaf edeceğimizi söylememiş miydin, neden geri dönüyoruz” diye çıkışır.” Allah resulü:
“Ey Hattab oğlu, ben Allah’ın kulu ve resulüyüm, bu anlaşmayla Allah’a isyan etmiş, ona karşı gelmiş değilim. Benim yardımcım odur, o beni yalnız bırakmayacaktır.” Diyerek Ömer ve arkadaşlarına gerekli cevabı veriyordu.
Özellikle yukarıda geçen anlaşmanın üçüncü maddesi, Allah resulü tarafından iyi bir sonuçtu ve istediği de bu idi. O yıllarda, içeride Yahudiler; dışarıda Mekkeli müşriklerle mücadele ediyor ve her ikisiyle çok çetin mücadelelere giriyordu. Bu gerçekten zor ve dayanılmaz bir durumdu. İşte bu madde bu iki düşmandan biri olan Mekkelileri on yıllığına durduruyordu. Bunu ne sahabe görebiliyor ne de Mekkeliler fark edebiliyordu. Sonunda sahabeye zor gelse de kurbanlarını keserek geri döndüler.
Hudeybiye’de eli rahatlayan Allah resulü, dönüşte Medine yerine; azılı bir şer yuvası olan; bin bir entrikanın döndüğü; bölgenin hurma deposu ve mümbit tarım arazisi olan Hayber’e doğru yöneldi. Hayber Yahudileri lideri Huyey b. Ahtab daha evvel Mekkelileri ayaklandırıp onlara destek vererek on bin kişilik bir orduyla Hendek’te Müslümanların karşısına çıkmışlardı. Hatta Gatafan kabilesini hurma mahsullerinin yarısı karşılığında İslam’a karşı savaşa teşvik etmişlerdi. Bunu bilen Allah resulü Hayber’e giderken Gatafan bölgesinden geçerek onların olası yapacakları askeri yardıma engel olmasını sağlamaktı ve istediği de oldu. Allahu ekber! Nidaları ile Hayber’e girdi. Muhteşem şatolar ve sağlam kaleler sahibi olan Hayber Yahudileri, kısır bir direnmenin sonunda teslim oldular. Müslümanlar bu fetihle hem ekonomik güç, hem siyasi güç elde ettiler ve Fedek’e doğru yöneldiler.
Hudeybiye sonrası, Hendekte müşriklerle ittifak kuran tüm kabilelerin üzerine ayrı ayrı giden Allah resulü, böylece Medine’de hem otoriteyi sağlıyor, hem düşmanları bir bir tasfiye ediyor ve deyim yerindeyse bellerini kırarak bir daha doğrulmalarına engel oluyordu.
İslam lokal bir din değil; bir Arap dini değil; bilakis tüm insanlığa gönderilmiş ve tüm insanlara ulaşması gereken bir din idi. Şimdi sıra dışa açılma zamanı, İslam’ı Arap yarım adasından çıkarma zamanıydı. Allah resulü civar ülkelerin hükümdarlarına birer elçi göndererek onları İslam’dan haberdar ediyor; İslam gölgesi altında birleşmeye davet ediyordu. Bu yeni bir düşüncenin, yeni bir devletin ve yeni bir medeniyetin tezahürüydü.
Anlaşma gereği Müslüman olmuş Mekkelilerin geri iade edilmesi gerekiyordu ve bu ilk iade ise elleri zincirle bağlı şekilde gelen Ebu Cendel di. Ebu Cendel, aynı zamanda anlaşmayı imzalayan müşriklerin temsilcisi Suheyl b. Amir’in oğlu idi. Suheyl’in göz yaşları içinde iadesine Müslümanlar çok üzülmüş ve içerlemişlerdi. Anlaşma üzerinden çok geçmeden yine Mekke’den kaçan Ebu Basir adında bir genç Medine’ye geldi. Allah resulü ona durumu anlattı, anlaşmaya sadık kalacağını bildirdi ve Mekkeli iki muhafızla tekrar gönderdi. Müslümanlar buna da çok üzülmüş ancak Allah resulüne itaatten başka elden bir şey gelmiyordu. Ebu Basir, Mekke’ye giderken yolda muhafızlardan birini öldürdü ve tekrar Medine’ye gelerek, “ey Allah’ın resulü! Sen sözünde durdun ve beni iade ettin. Bundan sonra ben dilediğim yere gidebilir miyim?” dedi. Allah resulü de sanki bir ima yoluyla “nereye istersen git” dedi. Ebu Basir, Kızıldeniz sahilleri tarafında Mekke kervanlarının geçtiği bir bölgeye gitti ve orayı mekan tuttu. Anlaşma sonucu biraz rahatlayan Mekke’deki Müslümanlar çok geçmeden bir bir kaçarak Ebu Basir’in yanına geldiler. Araların da Ebu Cendel ve Halid b. Velid’in kardeşi Velid’in de bulunduğu kaçak Müslümanların sayısı yetmiş kadar olmuştu. Ebu Basir’in liderliğinde ki bu küçük grup, Mekke kervanlarını tehdit etmeye başladılar. Bu olay son yıllarda yaşanan savaşlar yüzünden iyice ekonomik çöküntüye uğrayan Mekkeliler için, bir kabus olarak karşılarına çıkıyor ve yeni bir darbe ile karşı karşıya kalıyorlardı.
Mekkelilerin üzerine karabulut gibi çöken bu olay, onları güç duruma bırakıyor ve çaresiz kaldıklarını anlıyorlardı. Bunun üzerine Medine’ye mektup yazarak anlaşmanın bu maddesini yürürlükten kaldırılmasını teklif ettiler ve bu gurubu Medine’ye alabileceklerini bildirdiler. Bunun üzerine Allah resulü, Ebu Basir’e bir mektup yazarak hep birlikte Medine’ye gelmelerini bildiren bir mektup gönderdi. Ne yazık ki mektup ulaştığın da genç lider, hastaydı ve ölüm döşeğin de yatıyordu. Mektubu gözyaşları içinde okudu, elleri arasında tutarak arkadaşlarına Allah resulüne selam söylemelerini tembihledikten sonra hakka teslim oldu.
Mekkeliler, Müslümanların müttefiki olan Huzaa kabilesine saldırarak anlaşmayı bozarlar. Fakat işin farkında olan Ebu Süfyan Medine’ye gelerek anlaşmayı yenilemek ister. Allah resulü anlaşmayı yenilemez ve bu durum Mekke’nin fethine zemin hazırlar.
“Hudeybiye anlaşmasının sonucu Allah resulünün doğru zamanda doğru hamlesiyle yirmi yıl boyunca devam eden ve bir kör düğüme dönmüş katı mücadele bir anda çözülmüş, bu olayla yirmi yılda alınamayacak mesafe son üç yılda yüz katıyla kat edilmiştir. Anlaşma sonucu öyle bir atılım sağlanmış ki Hudeybiye anlaşması sırasında 1500 kadar asker çıkarabilen Müslüman topluluğunun bir yıl sonra Mekke fethine 10.000 kişi ile; iki yıl sonra Tebük seferine 30.000 kişi ile; üç yıl sonra veda haccına 100 bine yakın kişi ile katılım sağladığı aktarılır.
Hudeybiye ile başlayan süreç, bütün taşları yerinden oynatmış, önü alınmaz zaferler silsilesinin başlamasına sebep olmuştur. Bu durum Allah resulünün vefatından sonra de devam etmiştir. İslam kısa süre de büyük coğrafyalara ulaşabildiyse bunun başlangıç noktası Hudeybiyedir.”[1]
- Nübüvveti Tevhid Akidesinden Koparmaya Çalışmak!
- Ercümend Özkan ve Hadis anlayışı
- Resuller büyü bozuculardır
- Mekke'yi bir de bu yönden okusak
- Siyer-i Nebî'de Klişeler ve Gerçekler (VİDEO)
- Tağutlar, Peygamberlere niçin karşı çıktılar
- Muhammed Hamidullah’ın Siyer İlmine Katkıları
- Bedir Ehli'nin sünneti ve günümüz
Makaleler
Hava Durumu