"Kutlu Doğum" neyi kutlamaktır?

Mehmed Durmuş, "Kutlu Doğum" kutlamalarının biçimine değinerek, "Mekke kafirlerine, elinde, “De ki ey kafirler!” diye başlayan bir demet Kur'an ayeti yerine, bir demet karanfille gitmeyi Peygamber de bilirdi!..." ifadesini kullandı.

16-04-2010


Mehmed Durmuş, bu yılki bölümünde politikacıların İslam'a gömlek biçme yarışına girdikleri "Kutlu Doğum" kutlamalarını değerlendiren bir yazı kaleme aldı. "Geçmişte herhangi bir Peygamber'in, kendisinden önceki bir Peygamber'in ‘kutlu doğumunu’ andığını, kutladığını bilmiyoruz. Bilhassa bazı oğul peygamberler (İsmail, İshak, Yakub, Yusuf v.b.), kendileri gibi Peygamber olan babalarının (İbrahim gibi) doğumlarını kutlamamışlardır. Kutlu doğum kavramsallaştırması yeni bir durumdur." ifadeleriyle söz konusu kutlamanın Nebevi bir referanstan yoksun olduğunu kaydeden Durmuş, kutlamaların biçimine de değinerek, "Mekke kafirlerine, elinde, “De ki ey kafirler!” diye başlayan bir demet Kur'an ayeti yerine, bir demet karanfille gitmeyi Peygamber de bilirdi!..." ifadesini kullandı.

 

Durmuş'un yazısını iktibas ediyoruz:

 

Kutlu Doğum Neyi Kutlamaktır?

 

Son yıllarda dinî düşüncenin tüketimi ‘kutlu doğum’ kavramı üzerinden yapılmaktadır. Peygamber'in doğumu kutlu olarak nitelenmekte ve bu ‘kutlu’ doğum vesile kılınarak Nisan ayında yüzlerce etkinlik yapılmaktadır.

 

Risalet zincirinin son halkası Muhammed (sav)’in anılmasında herhangi bir sakınca yoktur, bilakis hayır vardır. Hiçbir Müslüman da onun anılmasından rahatsız olmamaktadır. Lakin ‘kutlu doğum’, peygamberi anan bir dizi etkinlik olmanın ötesine geçip, birtakım sapmalara konu olmaktadır.

 

İlk sorgulanması gereken belki de, ‘kutlu doğum’ teriminin kendisidir. Cenabı Hak, elçi seçtiği Muhammed (a.s)’ın doğumuna herhangi bir olağanüstülük atfetmez. Muhammed, kendisinden önce gelip geçmiş elçiler gibi bir elçidir. (3/Â-i İmran, 144). Kendisinden önceki nebilerin doğumu ne kadar ‘kutlu’ idiyse, Muhammed’in doğumu da o kadar ‘kutlu’dur. Elbette Muhammed (a.s) elçilerden biridir ama sıradan bir insan da değildir. Mekke kâfirleri, kendi içlerinden bir kişinin elçi seçilmesini bir türlü makul karşılayamamışlar ve kendileri gibi sokaklarda yürüyen, yemek yiyen bir insan-Peygamber olabileceğini bir türlü hazmedememişlerdi. Dolayısıyla onların gözünde Muhammed’in hiçbir nebevî niteliği yoktu. Bu şekilde peygamberi tamamen sıradanlaştırmak da, tıpkı onu ilahlaştırmak kadar İslam dışıdır ve merduttur. Asla peygamberi sıradanlaştırmak, ‘işte öylesine bir beşer’ seviyesine indirgemek taraftarı değiliz, bu, imanımızla bağdaşmaz. Ne var ki, peygamberi ilahlaştırmak da imanımızla bağdaşmaz.

 

‘Kutlu doğum’ terimi, aslında derinlerde yatan, “Sen olmasaydın âlemleri yaratmazdım!” türünden hurafelere telmih içermektedir. Tasavvuf kültüründe Peygamber'in, nur-ı Muhammedî gibi pagan bir kavramla adeta ezelî ve ebedi bir varlığa, adeta “Allah'ın oğlu İsa” mitine nazire yapılırcasına bir tanrı-Peygamber'e dönüştürüldüğü bir gerçektir. Fakat bütün bu ve buna benzer hurafeyi uhdesinde barındırmasına rağmen, bin dört yüz yıllık gelenekte, ‘kutlu doğum’ gibi bir kavramsallaştırma olmamış, Peygamber bugünkü gibi bir ifratın konusu yapılmamıştır.

 

Geçmişte herhangi bir Peygamber'in, kendisinden önceki bir Peygamber'in ‘kutlu doğumunu’  andığını, kutladığını bilmiyoruz. Bilhassa bazı oğul peygamberler (İsmail, İshak, Yakub, Yusuf v.b.), kendileri gibi Peygamber olan babalarının (İbrahim gibi) doğumlarını kutlamamışlardır. Kutlu doğum kavramsallaştırması yeni bir durumdur. Mehdi/Mesih söylemlerinin, toplumsal çalkantılar ve siyasi baskı ve zulümlerin olduğu dönemlerde yeniden yeniden tazelenmesi ve toplumu yalancı meme misali avutması gibi, kutlu doğum kavramı da, 28 Şubat sürecinde neşvü nema bulmuş yeni keşfedilmiş bir araçtır. Rejim tarafından yeni bir baskıyla karşılaşan dindar kitleler, doğrudan Din’in en merkezî konularını talep edememenin verdiği sıkıntıyla, siyasi anlamda bir risk içermeyen, rejimin tanrılarını gazaba getirmeyen daha ‘selamet’ bir konuyu, Peygamber sevgisini(!) gül gibi oldukça soft sembollerle gündemleştirmek suretiyle tatmin sağlamış, kendilerini rahatlatmışlardır.

 

Genel siyasi gündemde birbirlerine en aşırı düzeyde muhalefet eden siyasi uçların, ‘kutlu doğum haftası’nda ortak mesajlar vermeleri, bu kavramın, ılımlılık politikalarına hizmet yaptığının bir göstergesidir. Bunu da, Peygamber isminin, ‘kutlu doğum’un mucizevî bereketine yoranlar mutlaka olacaktır…

 

Kutlu doğum etkinliklerinde, elbette Peygamber’i sahih şekilde anan, gerçek bir Müslüman hassasiyeti ile bu toplumun risaleti, Kur'an’ı, Muhammed’i (sav) anlaması, idrak etmesi ve hayatını ona göre tanzim etmesi için çalışmalar yapan kişi ve cemiyetler vardır. Lakin belki bundan daha fazla da, hurafeler icat edilmekte, İslam inancına şirk karıştırılmaktadır. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın 14 Nisan 2010 Çarşamba akşamı düzenlediği açılış programında konuşan TBMM Başkanı M. Ali Şahin, güya sahabe neslini yetiştiren o iklimi anlatma adına, çok bilinen bir hurafeyi tekrar etti ve kendisini dinleyen milyonlarca insanın zihnine bu hurafeyi bir kere daha zerk etmenin vebalini yüklendi. Hz. Ebu Bekir’e atfedilen bu hurafeye göre Ebu Bekir’in, “Allahım! Ahirette benim vücudumu o kadar büyüt ve sonra beni cehenneme at ki, başka hiçbir insana cehennemde yer kalmasın!” dediği ileri sürülmektedir. Bu söz üstelik de Hz. Ebu Bekir’in hümanizmine örnek verilmektedir. Halbuki bu söz ona tamamen bir iftiradır. Peygamber’in en salih öğrencilerinden biri olan Hz. Ebu Bekir’in bu sözü söylemesi düşünülemez. Çünkü bu söz biraz dikkatlice incelendiği zaman tamamen şirk olduğu anlaşılacaktır. Cehennemi Allah yaratmıştır ve oraya, cezalandırılması kaçınılmaz olan insanlar Allah'ın adaleti gereği ve Rahmân ve Rahîm sıfatlarıyla da çelişmeksizin girdirilecektir. Allah, o sözde rivayeti uyduran kişiler kadar -haşa- merhametli değil midir? Allah'ın, oraya girdirmekte ve hem de ebediyen orada kalmalarında sakınca bulmadığı, bilakis gerekli gördüğü insanları kayırmak kimin haddinedir?

 

Uzun lafın kısası, Peygamber’in doğumunu kutlamak, seküler bir doğum günü kutlamak seramonisine dönüştürülmemelidir. Peygamberi anmak, Kur'an’ı anmak, risaleti anmak olmalıdır. Kur'an’ı ve risaleti anmak da, bu ikisini anlamak amacına matuf olmalıdır. Risaleti ve Kur'an’ı anlamak demek, Kur'an’ı, yaşanmış Kur'an demek olan Muhammed’in (sav) risaletini bugünümüze taşımak; modern putperestlik çağına Kur'an’la verilecek olan Muhammedî cevabı taşımak demektir. Müslümanlar, gül sembolüyle Peygamberlik müessesesini daha nereye kadar yumuşatacaklardır?

 

Mekke kafirlerine, elinde, “De ki ey kafirler!” diye başlayan bir demet Kur'an ayeti yerine, bir demet karanfille gitmeyi Peygamber de bilirdi!...

 

(Mehmed Durmuş / iktibasdergisi.com)

Etiketler : #Kutlu   #Doğum   #neyi   #kutlamaktır?   
YORUMLAR
  • HUSEYIN SASMAZ   21-05-2010 23:37

    Uzun lafın kısası, Peygamber’in doğumunu kutlamak, seküler bir doğum günü kutlamak seramonisine dönüştürülmemelidir. Peygamberi anmak, Kur'an’ı anmak, risaleti anmak olmalıdır. Kur'an’ı ve risaleti anmak da, bu ikisini anlamak amacına matuf olmalıdır. Risaleti ve Kur'an’ı anlamak demek, Kur'an’ı, yaşanmış Kur'an demek olan Muhammed’in (sav) risaletini bugünümüze taşımak; modern putperestlik çağına Kur'an’la verilecek olan Muhammedî cevabı taşımak demektir. Müslümanlar, gül sembolüyle Peygamberlik müessesesini daha nereye kadar yumuşatacaklardır? SÜNNETLE SAVAŞMANIN, ONUN HAKKINDA ŞÜPHE VE KUŞKU MEYDANA GETİRMENİN SIRRI 1921'de ölen Avusturyalı Yahudi Müsteşrik Agnas Geldizher "İslâmi Araştırmalar" kitabında şunu yazdı: "Kültür tarihi açısından Muhammed'i kendi halkı nazarında bir Peygamber olarak yapan öğretilerinde icad ediciliğin ve dahililiğin var olması bizi ilgilendirmez. Bizi ilgilendiren husus; Muhammed'in kendi öğretilerinin tümünü Yahudilikten ve Hıristiyanlıktan almasıdır." Müsteşrik Maksim Rodenson şöyle yazdı: "Bir grup insanların Rasûl'deki durumu vahy olarak saymaları idraksizlikten ileri gelir." Volteir’ de Hz. Muhammed (s.a.v)'e çattı ve birçok müsteşrik Hz. Muhammed'e taarruz ettiler. Peygamber olmadığını veya vahy olmadığını veyahut kendisine vahy edilmediğini göstermeye çalıştılar. Peygamberliği veya vahy olması hakkında şüphe ve kuşku meydana getirmek için çok uğraştılar. Bu müsteşrikler böyle konuyla uğraşırken ilmi araştırma yaptıklarını ve objektif şekilde meseleye baktıklarını iddia ediyorlar. Halbuki, ilmi araştırmalardan ve objektiflikten çok uzaktırlar. İslâm'a karşı besledikleri kin ve nefret kendilerini bu işe sevk ediyor: Çünkü, İslâm'ı yıkmaya çalışıyorlar. Bu nedenle, İslâm'ın Rasûl'ü olan Hz. Muhammed'e taarruz ediyorlar. İddia ettikleri ilmi araştırma ve objektiflik, İslam konusu olunca ortadan kalkıyor. Kendisine Muhammed Esed adı veren Leopolde Weiss, "Yolların Ayrılış Noktasında İslâm" adlı kitabında şöyle yazıyor: "Müsteşriklerin İslam aleyhine haksızca yazmaları ırsi bir iç güdü olduğu gibi haçlı seferlerin meydana getirdiği etkiler üzerine kurulu doğal bir özelliktir." Aynı kitapta müsteşriklerin birer misyoner olduklarını gösteriyor. Şöyle yazıyor: "Gerçek olan, çağdaş asırlardaki müsteşrikler Hıristiyanlık için birer misyonerlerdir." ve şöyle devam ediyor: "İslâm Dünyası, kendisinden Avrupa'nın istifade ettiği kadar ondan (Avrupa'dan) istifade etmedi. Fakat, Avrupa bu iyiliği tanımadığı gibi nankörlük yaptı. Şöyle ki; İslâm'a karşı besledikleri kin ve nefreti azaltmadılar, tersini yaptılar. Kinlerini, nefretlerini ve buğzlarını artırdılar. Ve bu, bir huy oldu. Avrupa'da müslüman kelimesinden söz edilince kin ve nefret Avrupa halklarının duygularına hakim olur." Müsteşrikler, birer Hıristiyan misyoner olmakla beraber birer resmi misyonerler olup sömürgeci Batı'nın birer askerleridir. Birbirlerine derince düşman olan Hıristiyanlar, İslâm'a ve müslümanlara karşı ittifak ettikleri gibi hiç bir şeye karşı ittifak etmediler. Halbuki; onlar, inançla ilgili hususta birbirlerine düşmandırlar. Birbirlerine buğz ediyorlar. Rumlar'ın hakimiyeti altında bulunan Lefkoşe'de (27.01.1990 da) Orta Doğudaki bütün kiliselerin temsilcilerinin on yedi günlük toplantıları sona erdi, ortak bildirilerinde yazdıklarına göre İslâm Dünyası'ndaki yaşayan insanların çoğu müslüman olmasına rağmen burada misyonerlik için işbirlik yapacaklarını anlaştılar. Bu toplantıyla ilgili haber de şöyle geçti: "On beş yüzyıldan beri bu toplantıya benzer bir toplantı yapılmadı. Diğer kiliseleri tanımayan Katolik Kilisesi onlarla buluştu." Bu olay, gerçeği sömürgeci olan Hıristiyan Dünyası'nın İslâm'a ve müslümanlara karşı ne kadar kin ve buğz besledikleri ve ne kadar düşman olduğunu gösteriyor. Gösteriyor ki onlar, İslâm'a ve müslümanlara karşı savaşlarını sürdürmede ısrarlıdırlar. Sömürgeci Batı, İslâmla savaşında kendi çocuklarıyla yetinmedi, söylediğini papağan gibi tekrarlayacak ve Batı iddialarını yayacak yolunu şaşırmış müslümanların bazı çocuklarını kendi tarafına çekmeye çalıştı ve başarılı oldu. Bunların bir kısmını iktidara ulaştırdı. Libya Albayı Kaddafi gibi. Bu Albay, on senedir Sünnete karşı düzenli kampanya yaparak saldırıyor. Kendi ceza evlerinde yatan Hilâfet Devleti kurmak için çalışan İslâmi bir Hizb'e mensub olan on üç kişiyi idam etti. Çünkü bu Hizb, Kaddafi sünneti inkâr edince onunla tartışmak için bir heyet gönderdi. Bu heyet, sünnetin doğru bir kaynak olduğunu ispatladığı gibi tefekkür, siyaset ve teşri (yasama) etmek için bir kaynak olduğunu ispatladı. Sünnetle savaşmanın ve onun hakkında şüphe ve kuşkunun meydana getirebilmesinin sebebi ve sırrı nedir? İslâm'ın Râsul'ü Muhammed (s.a.v)'in vahy olması ve kendisine vahy edilmesi hususu hakkında şüpheleri ortaya atmanın sebebi nedir? Öyle saldırılar ve öyle kampanyalar niçin? Bazıları; sünneti niye bir içtihad olarak göstermeye çalışıyor? Kaddafi'nin iddia ettiği gibi Kur'an'ı korumak için sünneti red ettiğine dair bahaneler niçin? Halbuki, kendisi Kur'an'ı yıkmak için sünneti inkar ettiğini biliyor. Batı ve müsteşrikler, müslümanların Kur'an'a güvenlerini sarsamadılar. Eskiden; münafıklar da sarsamamışlardı. Kur'an'a bir şey sokamadılar, böyle işlerde başarılı olamadılar. Herhangi bir ayetle oynayamadılar. Çünkü; Allahû Teâlâ, Aziz Kitabında dediği gibi Kur'an'ı koruyacaktır. Şöyle buyurdu: "Şüphesiz ki zikri (Kur'an'ı) Biz indirdik ve onun koruyucularıda gerçekten Biziz." (Hicr:9) ve gerçekten de onu korudu. Bunun için, Batı ve askerleri saldırılarını sünnete yöneltmeye ve yoğunlaştırmaya başladılar. Şüphe ve kuşkuyu meydana getirmeye çalıştılar. Bundan sonra Kur'an'ı yıkmaya çalışacaklar. Misal olarak, kendisini Râsul olarak tanıtıp iddia eden Raşid Halife önce sünnete dokunup onun hakkında şüpheleri meydana getirmeye çalıştı. Başta şöyle iddia etti; "sahih hadisler azdır, sayıları yüz taneyi geçmez" kampanyasını bunun üzerine yoğunlaştırdı. Bazı cahiller kendi tarafına çekilince sünneti tamamen reddetti ve ondan sonra Kur'an'a dokunmaya başladı. 19 sayısını ayetlerin doğruluğunu ispatlamak için kullanmaya başladı. Zira, bu sayıyı Kur'an'ın mucizesi olarak sayıp bu sayıya uymayan ayeti red ediyor, onları Kur'an'dan saymıyor. Kaddafi ise, sünnet hakkında şüphe ve kuşkuyu meydana getirmeye çalıştıktan sonra onu inkâr etti. Kur'an'a dokunmaya başladı; Arap milliyetçiliğini bir ölçü olarak kullanıp Kur'an'dan bazı kelimeleri kaldırmak istedi, bazı ayetleri te'vil etmeye (yanlış yorumlamaya) başladı. Batı, Muhammed (s.a.v)'in Peygamberliği ve kendisine vahy edilme olayı hakkında şüpheleri meydana getirmek için Salman Rüşdü'yü ortaya çıkarttı. Daha önce, 1923'te İngiliz Kilisesi, şeytanların Muhammed'e vahy ettiğini batıl iddia ve iftirasını ortaya attı. Bunu tutturamadı. 1959'da İngiliz Müsteşriki Montgamry Watt, bir kitapta bu batıl iddia ve iftirayı tekrar yayınladı. Geçen sene İngilizler bu sefer müslümanların sapık çocuklarından birisi olan Rüşdü'ye böyle iftiraları yazdırdılar. Böylece o sapık, "Şeytan Ayetleri" kitabını çıkarttı. İngilizler, bu şekilde iftiralarını ve yalan iddialarını tekrarlamak üzere ısrarlı görünüyorlar. Bunun manası, İslâm'a ve müslümanlara düşmanlıkları üzerine ısrarlıdırlar. Zaten, İngilizler'den böyle şeyin çıkması garip değildir. Şöyle ki: Haçlı seferlerinden beri İngilizler İslâm'a, Devletine ve müslümanlara hile ve tuzak kurmaya başladılar. O seferlerde Haçlılara liderlik ettiler. İslâm Devleti olan Osmanlı Devleti'ni ve Hilâfet'i yıkmak için çok uğraştılar ve yıkabildiler. Yahudileri Filistin'e yerleştirdiler. Ve hâlâ İslâm'a karşı ve İslâm Devleti'nin kurulmasını engellemek için çalışmaktadırlar. 1979'da Amerikan İstihbarat Teşkilatı (CIA)'nın (Kahire'de) sorumlusu Mısır'daki hükümete, İslâmi Cemaatler ve Hizbler'le savaşmak için bir rapor sunuyor. Birer tavsiyeler şeklinde yayınlıyor. Bu tavsiyelerin üçüncü kısmının birinci bendinde; "Muhammed'in Sünnetine ve diğer İslâmi kaynaklara karşı saldırmayı ve bunlar hakkında şüphe ve kuşku çıkartma kampanyaları düzenlemeyi" öneriyorlar. Yine tavsiyelerde; "İslâm Hilâfeti'nin bütün asırlar boyunca kötülüklerini bariz şekilde göstermeyi" öneriyor. Özellikle Osmanlıların Halifeliklerine... Bunların amaçları, müslümanlar teşri etme (yasama) kaynağından mahrum olsunlar, böylece fıkıhsız, tarihsiz ve fikirsiz olsunlar. Sünneti yıktıktan sonra Kur'an'ı kolayca yıkabileceklerini zannediyorlar. Çünkü, Kur'an'ı tefsir eden ve açıklayan sünnet yok olacak diye düşünüyorlar. Böylece Kur'an, müphem (belirsiz) anlaşılmaz hale gelir ki herkes istediği gibi onu te'vil etsin, şartlara ve adetlere uydursunlar, sadece onun ismi kalsın. Bu olunca; Batılılar, müslümanlara dinlerinden uzaklaştırıp kolayca sömürecekler ve onlara hakim olacaklar. Aynı zamanda, İslâm Hilâfeti'ni kurma yoluyla İslâm hayatının yeniden başlatılmasını ve kendi (Batılıların) memleketlerine İslâm Devleti'nin yüklenmesini engelliyecekler, bunun için çalışan samimi Hizb ve Cemaatların çalışmalarını boşa çıkartacaklar ve bunların tehlikesinden kurtulmuş olacaklar. Nitekim, İslâm Devleti'nin kurulmasını kolaylaştıran husus, müslümanların İslâm'a, teşri, tefekkür ve siyaset kaynakları olan Kur'an ve Sünnet'e, eski şanlı ve onurlu, zaferlerle dolu olan İslâm Devleti'nin tarihine güvenmeleridir. Sünnete saldırı, yeni bir şey değildir. Kafirler, müslümanların dinlerine bağlı kaldıkça, bu dini doğru ve derin şekilde kavradıkça ve kuvvetli şekilde ona sarılıp onu yüklendikçe onları (müslümanları) yenemeyecekleri gibi onlarla savaşmanın kendilerine bir fayda getirmeyeceğini idrak ettiler. Bu nedenle, Hicri birinci asrın sonlarından beri münafıklar ve zındıklar, müslümanların İslâm'a güvenlerini sarsmak ve fikirlerini karıştırmak, teşri ve tefekkür kaynakları hakkında şüphe ve şek (güvensizlik)'i meydana getirmek için çeşitli vesile ve üslup bulmaya çalıştılar. Çünkü, bunda başarılı olurlarsa müslümanların İslâmi anlayışları zaafa uğrayacak, bilahare İslâmi uygulamaları zaafa uğrayacak ve kötü olacaktır. Bu gerçekleşince, İslâmi uygulamaları terk etmeye başlayacaklar. Bundan sonra İslâm Devleti yıkılacak ve müslümanlar parçalanacaklar. İşte tasarladıkları şey gerçekleşti. Onların kullandıkları vesile, Rasûlullah (s.a.v)'in söylemediği yalan hadisleri yaymaktır. Bu hadisler doğru görünsün diye onlara (bu yalan hadislere) İslâmi manayı kazandırdılar. Fakat müslümanlar, münafık ve zındıkların hilesini fark edip suya düşürdüler ve yaydıkları bu yalan hadisleri ortaya çıkartıp yok ettiler. Doğru hadisleri tespit edip kaydettiler. Güvenilir rivayetleri açıkladılar. Ancak, Sahabeler, ondan sonra gelen Tabiin ve ondan sonra gelen Tabettabiin'in yoluyla Rasûlullah'tan gelen hadisleri kabul ettiler. Buna büyük itina ve itham gösterdiler. Müslümanların kaynaklarını ve Batılıların kaynaklarını incelediğimiz zaman şunu görürüz; müslümanlar, Peygamberin siyeri, hayat ve sünnetini doğru yolla rivayet ettiler. Şöyle ki; güvenilir rivayetleri kabul ettiler. Rivayetle ve rivayet edenle ilgili bir şüphe gördükleri zaman o rivayetleri red ediyorlardı. Ondan sonra sahih rivayetleri kaydediyorlardı. Fakat Batılılar; yazılmış tarihi kitaplara dayanıyorlar. Yazarın yazdıkları her halükârda doğru olamaz, incelenmelidir. Çünkü kendi hevesine ve siyasi görüşüne göre yazar. Ayrıca siyasi durumlardan ve o zamanki otoritelerden etkilenir. Onlardan korkarak veya onlara yağ çekerek yazarlar. Belli bir menfaat etmek veya belli bir makama ulaşmak için yazar. Bunu bu günlerde görüyoruz. Onun için Milâdi dördüncü asırda Kral Kostantin zamanında inciller yazıldı ve bu Kral'ın isteğine göre yazıldı. Bazıları ona muhalefet ettiler. Fakat o bu muhalefetlerle savaştı. Kilise de onlarla savaştı. M.492'de Papa Glasiyos; Barnaba İncili'ni okumayı veya kütüphanede bulundurmayı yasakladı. Ayrıca yüzlerce İncil vardır. Yine de, Paul'un saçma rüyalarına inanıyorlar, halbuki bu rüyalar birer hurafelerdir. Bu güne kadar kilise hurafeleri çıkartıyor, Hıristiyanlar da ona inanıyorlar. Onun için kilise, zaman zaman şu iddiayı çıkartıyor: Hz. Meryem'i kilise üzerinde veya bahçesinde gördüklerini söylüyorlar. Hıristiyanlar da buna inanıyorlar. Bu hurafelere ve batıl inançlara inanan Batı'ya aldanan kişiler, buna rağmen Batıyı örnek edinirler ve yalancı müsteşriklere inanırlar. Bu müsteşriklerin İslâm hakkında söylediklerine güvenirler. Fakat bir kısım müslümanlar, İslâm'ı savunmaya kalkışırken düşünmeden İslâm'ın töhmet altında (kabahatli) olduğunu kabul ederek savunmaya başlarlar. Onun için, Batılıları memnun edecek şekilde İslâm'ı te'vil etmeye (saptırmaya) başlarlar; ayetlere ve hadislere taşımadıkları manaları vererek İslâm'ı pratik hayattan uzaklaştırırlar. Bir kısım müslümanlar, bazı hadisleri hayat ve vakıalarına uymuyor diye rafa kaldırırlar. Onun için; İslâm'ın, insanların adet ve geleneklerine göre uygulanmasına davet etmeye başlarlar. İslâm'ı idrak edip kaynaklarını inceleyen ve bu kaynakların bize ulaşmasının yolunu araştıran kişi, İslâm'ın kaynaklarının doğruluğundan ve ulaşmanın yolunun sağlamlığından emin olur. O zaman, silahını alıp düşmanların örümcek yuvasına benzer kalelerine saldırır. Çünkü onların kaleleri, değiştirilmiş sahte İncillerden örülmüştür. Buna Yunan felsefesi karıştırılmıştır. İşte, Batılıların kaynakları bunlardır. Onların hadaret ve kültürleri, yaşam tarzları, hayat sistemleri ve devletleri buna dayanıyor. Bunlar, bozuk ve batıl olmasına rağmen gerçekleştirdikleri ilmi ve teknolojik ilerlemeyi, fikirleri ve sistemleri için propaganda olarak kullanırlar. Sanki, bu fikirler ve sistemler güzeldir, sanki bunun sayesinde bu ilerleme gerçekleşti! Onun için, çok insan bunda aldandı ve Batıya hayran oldu. Böylece Batı'nın yazarlarına ve müsteşriklerine güvendi ve onların dediklerine ve batıl iddialarına kandı. Halbuki, Batı ilmin ve teknolojinin temelini müslümanlardan aldı. Fakat, müslümanlar içtihadı durdurduktan sonra onlarda tefekkür, araştırma ve inceleme de durdu. Bundan dolayı, ilmi ilerlemeyi durdurmuş oldular. Ondan sonra Batılılar gelip müslümanların ilmi icad ve keşiflerini öğrendiler, buna binaen ilmi araştırma yapıp "Sanayi Devrimi" gerçekleştirdiler. Leopolde Weiss; "Yolların Ayrılış Noktasında İslâm" adlı kitabında şöyle yazıyor: "Kalkınma ya da Batılı teknik ve ilmin dirilmesi; İslâm ve özellikle Arap kaynaklarına geniş şekilde dayanıyor. Bu da, Batı ile Doğu arasında kurulmuş maddi temasla gerçekleşmiştir." Şu var ki, Batılılar dinlerinin esaslarını akıl yoluyla ispatlayamazlar. Çünkü onların inançları akla dayanmıyor. Ayrıca, İncillerinin kendilerine ulaşma yolu doğru değil. Onu sahih rivayetlerle ispatlayamazlar. Sadece, belli kişiler tarafından yazılmış birer kitaplar yoluyla kendilerine ulaştı. Halbuki, İslâm Akidesi, akla dayanıyor ve akıl yoluyla ispatlandı. Tek bir yaratıcının var olmasının gerekliliği akıl yoluyla ispatlandı ve Kur'an'ın Allah'ın Kelamı olduğu akıl yoluyla ispatlandı, buna binaen Muhammed (s.a.v)'in Peygamberliği akıl yoluyla ispatlandı. Böylece Allah'ın varlığı, Kur'an'ın O'nun Kelamı, Muhammed'in O'nun Peygamberi ve Rasûl'ü oluşu akıl yoluyla sabittir. Hz. Muhammed, Rasûl ve Peygamber olunca mâsun (masum) olur. Akıl bunu gerektirir. Çünkü, risaleti insanlara olduğu gibi ulaştıracak ve onlara onu açıklayacaktır. Onun için, Allahû Teâlâ şöyle buyurdu: "Sana Kitabı indirdik ki insanlara indirileni açıklayasın." (Nahl:44) SÜNNET VAHİYDİR Evet Rasûlullah (s.a.v)'in sözleri, amelleri ve susması olan sünnet vahiydir. Ondan dolayı, Allahû Teâlâ şöyle buyurdu: "İnmekte olan yıldıza and olsun ki arkadaşınız (Muhammed) hiç sapmadı ve azmadı, o hevesinden konuşmaz. O ancak vahydir ve kendisine vahy edilir, onu müthiş kuvvetli olan biri öğretti." (Necm:1-5) Bu ayette "vahy" kelimesi geneldir, sadece Kur'an'la tahsis edilmedi. Her konuştuğu vahy olur. Rasûl'ün konuştuğu ise sadece Kur'an değil, Hadis-i Şerif'i de vardır. Onun için, "arkadaşınız Muhammed hiç sapmadı" dedi. Bu bir pekiştirmedir, Muhammed'in hiç sapmadığını gösterir. Ondan dolayı başka ayette şöyle buyurdu: "De ki; ancak benim Rabbımdan bana vahy edilene uymaktayım." (A'raf:203) O zaman Rasûl'ün ameli vahydir. Çünkü vahy'den başka şeye uymaz. Başka ayette: "De ki; sizi ancak vahy ile uyarırım." (Enbiya:45) Rasûl'ün uyarması vahy ile olur. Bütün uyarıları vahydendir. Kendisinden değildir. Uyarıları sadece ayetler değildir, hadisler de var. Orada çok uyarılar geçiyor. Böylece, Rasûl'ün sözü ve ameli vahy olur. Nitekim Rasûl'ün, vahye muhalif olana karşı susması düşünülemez. Bu halde susması da vahyden olur. Şu var ki; Allahû Teâlâ Rasûl'ün bütün getirdiğine uymamızı istedi ve bütün nehylerden vazgeçmemizi de istedi. Şöyle buyurdu: "Rasûl size ne getirdiyse onu alın, size ne nehyettiyse onu bırakın." (Haşr:7) Burada ifade geneldir. Sadece Kur'an'la tahsis edilmedi (özelleştirilmedi). O zaman sünneti de kapsıyor. Çünkü, Rasûl Kur'an'la beraber sünneti getirdi. Onun için Rasûl'e itaat olur. Allahû Teâlâ şöyle buyurdu: "Kim Rasûl'e itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur." (Nisa:80) Rasûl'e itaat, Allah'a itaat sayılırsa, Rasûl'ün sözü ve ameli Allah'tan bir vahy olur. Yoksa, Rasûl kendi hevesinden konuşursa veya hevesine ve aklına göre amel edecekse, ona itaat Allah'a itaat olarak sayılmayacaktır. Bunu pekiştiren başka ayet var: "De ki; Allah'ı seviyorsanız, bana uyun ki Allah sizi sevsin ve günahlarınızı affetsin." (Ali İmran:31) Ayette geçen (Bana uyun), Rasûl'ün söz olsun, amel olsun bütün emirlerine uyun demektir. Burada yalnız Kur'an'ı kasdetmiyor, Rasûl'ün sünnetini daha fazla kastediyor. Allah'ı sevmek, O'nun sevgisini kazanmak ve O'nun affını da kazanmak, Rasûl'e uymakla gerçekleşir. Bunun manası; Rasûl, Allah'ın vahy ettiğine göre konuşur ve amel eder. Rasûl, buna bir sözle veya bir amelle muhalefet edecekse, Allahû Teâlâ, mutlak şekilde ona uyun demeyecektir. Öyleyse, Rasûl'ün sünneti vahyden başka bir şey değildir. Bu ayetlerden başka bir şey anlaşılmaz... Bu ayetler ve diğer ayetler de, Rasûl (s.a.v)'in müçtehid olduğuna dair iddiayı çürütüyor ve o iddiayı ortadan kaldırıyor. Çünkü, müçtehidin sözü vahy olmadığı gibi bize söylediği şey yanlış da olabilecektir. Çünkü, müçtehid yanlış içtihad yapabilir. Aynı anda, müçtehidin görüşüne uyabilir, onun görüşü terk de edilebilir ve başka müçtehidin görüşüne gidilebilir. Bu konu da, delilin kuvvetliliğine, bunun sağlam ve derin şekilde anlaşılmasına göre hareket edilir. Böylece içtihad, şerî deliller için bir insanın anlayışıdır. Çünkü, içtihadın manası, şerî hükümleri anlamak için zannına galibi gerçekleştirmek üzere son zihni çaba sarfetmektir. Müçtehidin şerî delillerden çıkarttığı hüküm kesin olmaz, zanni olur. Müçtehid, bir şeyin haram veya helâl olup olmadığını anlamaya çalışır. Bir şeyi helâl kılamaz veya haram da kılamaz. Böylece, kendisi teşri edici (kanun koyucu) değildir. Fakat, Rasûl (s.a.v) bir şeyi haram kıldığı gibi helâl de kılıyor. Yani; teşri edicidir. Çünkü, Kur'an onu öyle niteledi. Allahû Teâlâ şöyle buyurdu: "Allah'a ve Kıyamet Günü'ne inanmayanlarla, Allah'ın Rasûlü'nün haram kıldığını haram olarak kabul etmeyenlerle savaşın." (Tevbe:29) Bu ayet Rasûl'ün sözleri, amelleri ve bir şeye karşı susması olan sünnetin, bir teşri kaynağı olduğunu kesin şekilde gösteriyor. Teşri ancak vahydir. Böylece, bu ayet sünnetin Allahû Teâlâ'dan bir vahyle geldiğini gösterir. Bundan başka bir şey anlaşılmaz. Çünkü, teşri kaynak, sadece Kur'an olsaydı, "Allah'ın ve Rasûlü'nün haram kıldığını..." denilmeyecekti. Sadece, "Allah'ın haram kıldığını..." denilecekti. Bu delâlet ediyor ki, Rasûl'ün haram kıldığını haram olarak kabul etmeyenlerle savaşmak gerekir. Zira Allahû Teâlâ, Rasûl'ün hükmünü yani verdiği emir veya söylediği şeyi kabul etmeyen kişinin mü'min olmayacağını gösterdi. Şöyle buyurdu: "Hayır, Rabbına and olsun ki aralarında çıkan ihtilaf ve sorunlarda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hüküm hakkında nefislerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın (ona) tam manasıyla teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar." (Nisa:65) İşte Rasûl, müçtehid veya düşünür veyahut dahi olsaydı; O’na muhakeme olunmak ve onun verdiği hükme herhangi bir şüphe ve sıkıntıyı nefiste meydana getirmeden tam teslimiyetin gösterilmesi istenmeyecekti. Çünkü, müslüman müçtehidin içtihadına uyarken tam teslimiyet göstermez. Sadece, galib-i zanna uyar. Diğer müçtehidlerin içtihadlarının yanlış olduğunu kabul ederken doğru olabileceği ihtimalini de düşünür. Onun için, başka müçtehidin içtihadına da uyabilir. Fakat, Rasûl'ün hükmünden vazgeçip diğer müçtehidin içtihadına uymak caiz değildir. Bu nedenle, bir adam, Rasûl'ün hükmünü reddedip Ömer'in yanına gidip Ömer'in içtihadıyla muhakeme olmak isteyince Ömer, onun kafasını vurdu. Bunun akabinde yukarıdaki ayet nazil oldu. Rasûl, Ömer'in yaptığını onayladı. Çünkü bu adam, Allah'ın vahyi olan sünneti reddetti. Kur'an, Rasûl'ün hükmünü reddedenleri zalim olup mü'min olmadıklarını bildirdi. Allahû Teâlâ şöyle buyurdu: "Aralarında hükmetmek için onlar Allah'a ve Rasûl'e çağırıldıkları zaman görürsün ki onlardan bir kısmı yüz çevirirler." (Nur:48) Ve şöyle ekledi: "Hak, kendilerine ait olunca buna boyun eğerek gelirler. Bunlara ne oluyor ki, kalplerinde hastalık mı var, yoksa kuşkuya mı kapıldılar? Yoksa Allah ve Rasûlü'nün kendilerine haksızlık edeceğinden mi korkuyorlar? Hayır doğrusu onlar zalim olanlardır." (Nur:49-50) Allah'ın hükmüyle beraber Rasûl'ün hükmünü kabul etmeyenler yani Kur'an'la beraber sünneti kabul etmeyenler, ya kalplerinde hastalık olan ya da imanlarında şüphe bulunan yahut Allah ve Rasûlü'nün kendilerine zulmedeceklerinden korkan kişilerdir. Bu üç sınıf mü'min değildir. Zira Allah ve Rasûlü'nün hükümlerini kabul edenler yani Kur'an ve sünnetle muhakeme olanların mü'min oldukları gösterildi. Allahû Teâlâ şöyle buyurdu: "Mü'minler aralarında hükmetmesi için Allah'a ve Rasûlü'ne çağırıldıkları zaman ancak; İşittik ve itaat ettik, derler. İşte felaha kavuşanlar bunlardır." (Nur:51) Böylece Allahû Teâlâ, kendisine itaatı daima Rasûlü'ne itaatla beraber gösterir. Allahû Teâlâ bir çok ayette Rasûl'e itaat ve ona uymak üzerine dururken, Rasûl'e itaat ve muhakeme olunmayı kendisine itaat ve muhakeme olunmaya bağlarken yaptığı böyle te'kit (takviye etme) ve pekiştirme ile, Rasûl'den meydana gelecek her hususun vahy'den başka bir şey olmadığı anlaşılır. Müçtehid olsaydı veya yalnız itaati vacib olan idareci olsaydı, böylece kendi hükmüyle beraber onun hükmüne uymayı gerektirmeyecekti. Ayrıca, Rasûl'e itaat veya çekişme olursa Rasûl'e bu konu götürülmeyecekti, sadece Allah'a götürülecekti. Çünkü, idarecilerle ihtilaf ettiğimiz ve çekiştiğimiz zaman Allah ve Rasûlü'ne bunu götürüyoruz. Allahû Teâlâ şöyle buyurdu: "Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Rasûlü'ne ve sizden olan ulûlemir'e (idarecilere) itaat edin, eğer bir şey hakkında çekişirseniz ve gerçekten Allah'a ve Kıyamet Günü'ne inanmışsanız onu (çekişme sebebi olan konuyu) Allah'a ve Rasûlü'ne götürün." (Nisa:59) Allah (c.c); Allah'a Rasûl'e ve bizden olan idarecilere itaatı emrederken, "çekişme olunca idarecilere götürün" demedi. "Allah'a ve Rasûlü'ne götürün" dedi. Bunun manası; idareciler; teşri edici değil, sırf işleri yürütenlerdir. Ayrıca Allah'ın ve Rasûlü'nün hükümlerine göre işlerini yürütürler. Çünkü, çekişmeler olunca Allah'a ve Rasûlü'ne gideriz. Yani Kur'an ve Sünnet'e çekişme konusunu götürürüz. Bu götürme işi, Allah'a ve Kıyamet Günü'ne inanmaya dayandırıldı. Yani Allah'a ve Rasûlü'ne çekişme konusunu götürmek imandandır. Ayrıca Allahû Teâlâ, Rasûl'e uymanın hidayete ermek olduğunu gösterdi: "De ki, Allah'a itaat edin, Rasûl'e itaat edin, eğer yüz çevirirseniz Rasûl'e ancak kendisine yükletilen husus düşer, size de yükletilen husus (iman ve Allah'a ve Rasûlü'ne itaat) düşer. Eğer Rasûl'e itaat ederseniz hidayete erersiniz ve Rasûl’ün üzerine düşen husus ancak açık şekilde tebliğdir." (Nur:54) İşte (Eğer Rasûl'e itaat ederseniz hidayete erersiniz) buyurdu. Öyleyse, ona itaat etmezsek delalete (sapıklığa) düşeriz. Rasullullah bu ayeti tasdik ederek şöyle buyurdu: "Size öyle iki şey bıraktım ki, bunlara bağlanırsanız hiç sapmazsınız, bunlar ise; Allah'ın Kitabı ve benim Sünnetimdir." Şu var ki, Allah ve Rasûlü bir hüküm verirlerse mü'minler buna muhalefet etmeyecekleri gibi başka seçeneklerinin bulunmadığını gösterdi. Halbuki Rasûl'ün hükmü bir içtihad olsaydı mü'minler başka müçtehidlerin içtihadına uyabileceklerdi. Yani başka seçenekleri olacaktı. Çünkü, müçtehidin içtihadı bir seçenektir. O zaman Allahû Teâlâ Rasûl'e o kadar itaat ve uymayı niye gerektiriyor, bunu pekiştiriyor ve kendisine itaata bağlıyor?! Halbuki, müçtehid olsaydı ona isyan delalet (sapıklık) sayılmayacaktı. Belli bir müçtehidin görüşüne uymamanın sapıklık olduğunu hiç bir kimse iddia edemez. Allahû Teâlâ şöyle buyurdu: "Allah ve Rasûlü bir husus için hüküm verirlerse, artık mü'min erkek ve kadına o hususu kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah'a ve Rasûlü'ne isyan ederse apaçık bir delalete (sapıklığa) düşmüş olur." (Ahzab:36) Cehş'in kızı Zeynep, Harise oğlu Zeyd'le evlenmeye dair Rasûl'ün emrini reddetti. Kardeşi olan Cehş'in oğlu Abdullah da bu evliliğin yapılmasını reddetti. Fakat bu ayet nazil olunca hemen Zeynep ve Abdullah, isteyerek Rasûl'ün emrine uydular. Çünkü Rasûl'ün emrinin Allah'tan bir vahy olduğunu anladılar. Ayrıca bu emir, kesindi. Zira bu emir, Zeyd'i kendilerine sevdirmek veya seçtirmek için değildi. Başka ayette, Allah (c.c), Rasûl'ün emrinden yüz çevirenlerin münâfık olduklarını bildirdi. Şöyle buyurdu: "Onlara; Allah'ın indirdiği ve Rasûl'e gelin denilince münafıkların senden tam şekilde yüz çevirdiklerini görürsün." (Nisa:61) Allah'ın indirdiği Kur'an'dır. Fakat bununla yetinmedi, onunla beraber Rasûl'e çağırdı. Rasûl'ü temsil eden ise Sünnet'tir. Sadece Kur'an'a uymanın gerekli olduğu anlaşılmasın diye Sünnet'e uymanın da gerekli olduğunu bildirdi. Uymayan veya bunlardan (Kur'an ve Sünnet'ten) yüz çevirenlerin münafık olduklarını bildirdi. Böylece, İslâm'ın iki kaynağının var olduğu belirtti. Fakat, Kur'an Cebrail (a.s) yoluyla direkt Rasûl'e indirildi. Sünnet ise, bazen Cebrail yoluyla vahy ediliyordu, bazen Rasûl rüya görüyordu, bazen de Allah, Rasûlü'ne bir şey söylemeyi veya amel etmeyi ilham ediyordu. Şu var ki; Kur'an hem söz olarak hem mana olarak Allah'tandır. Hadis-i Şerif; mana Allah'tan, fakat söz Rasûlullah'tandır. Ondan dolayı, indirdiği Kur'an'la beraber Rasûl'e uymayı gerektirdi. Rasûl'ün emrine muhalefet etmekten sakındırdı. Muhalefet edenleri elemli bir azabla tehdit etti, şöyle buyurdu: "Rasûl'ün emrine muhalefet edenler sakınsınlar ki başlarına bir belâ gelebilir veya elemli bir azaba uğrayabilirler." (Nur:63) Rasûl, müçtehid olsaydı emrine muhalefet edilebilirdi. Çünkü, başka müçtehidin görüşüne uyulabilir. SÜNNET, KUR'AN GİBİ ŞERİ KAYNAKTIR İşte; bu deliller, Sünnet'in Kur'an gibi kesin şekilde bir teşri (şeriatın bir kaynağı) olduğunu gösterir. Buna muhalefet etmenin elemli bir azabı gerektirdiğini de gösterir. O halde, kanunlarımızı Kur'an'dan çıkarttığımız gibi Sünnet'ten de çıkartırız. Fikirlerimizi ve görüşlerimizi de Kur'an'dan aldığımız gibi Sünnet'ten de alırız. Çünkü, Kur'an ve Sünnet, teşri (kanunlar) için birer kaynak olduğu gibi fikir için de birer kaynaktır. Özel ve genel hayatımızı Kur'an ve Sünnet'e göre yürütürüz. Siyasi ve İslâmi hiziblerimizi bu iki kaynağa göre kurarız. Nitekim, İslâm Devleti'mizi bu iki kaynak üzerine dayandıracağız ve yürüteceğiz. İşte; bizde esas olan bu iki kaynaktır. Çünkü bunlar Allah'tan birer vahydir. Nitekim, Allah'a kulluk, O'nun emirlerine uymayı gerektirir. Müslümanlar, bundan başka şeyi kabul etmezler. Şu var ki, Sünnet'i sahih rivayetler yoluyla almalıyız. Rivayet, sağlam olmayınca veya Kur'an'a ters düşerse onu reddederiz. Bu hususa büyük itina ve özen göstermeliyiz. Zayıf veya yalan rivayeti kabul etmeyiz. Çünkü değindiğimiz gibi Sünnet bizim için bir kaynaktır. İstediğimiz menfaatı elde etmek amacıyla bir görüş uydurup onu desteklemek için Rasûl'ün söylemediği hadisi uyduramayız. Çünkü bu iş, Rasûl'e bir iftira olur ki onu söyleyen cehennemlik olur. Zira, Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu: "Kim benim hakkımda yalan söylerse kendi yerini cehennemde bulsun." Böylece, sahih hadisten başkasını kabul edemeyiz. SÜNNET'İN KUR'AN'LA ALAKASI VE ROLÜ Şu konu da var: Sünnet'in Kur'an'la alâkası ve rolü. Bunu şöyle açıklarız: Sünnet, Kur'an'ın mücmel manasını açıklar. Yani, detaylarını gösterir ve açıklar. Allahû Teâlâ şöyle buyurdu: "Sana bu Kur'an'ı indirdik ki insanlara kendilerine indirileni açıklayasın." Misal olarak; Kur'an'da namazla ilgili ahkâm mücmel olarak geçti. Sünnet ise namazın keyfiyetini, rekat sayılarını, vakitlerini, şartlarını ve onu bozan hususlarını açıkladı. Onun için, Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu: "Beni nasıl namaz kılıyor gördüyseniz öyle namaz kılınız." Hacc da mücmel olarak geçti, detayları Rasûlullah (s.a.v) gösterdi. Şöyle buyurdu: "Haccla ilgili menasık (hususları) benden alın." Buna benzer çok konu Kur'an'da mücmel olarak geçti, sünnet onun detaylarını açıkladı. İşte bu, Sünnet'in birinci kısmıdır. Sünnetin ikinci kısmı ise, umumi (genel) lafzı tahsis etmek (özelleştirmek)'tir. Misal olarak, Allahû Teâlâ şöyle buyurdu: "Allah size çocuklarınızın alacağı miras hakkında erkeğe kadının payının iki mislini tavsiye eder." (Nisa:11) Bu ayeti kerimede, her babanın miras bıraktığı ve her çocuğun varis olduğu belirtiliyor. Fakat bu, genel lafızdır. Sünnet ise, bunu bazı durumlarda tahsis etti. Yani bunun özel durumlarını gösterdi. Şöyle ki; Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu: "Biz Peygamber olarak miras bırakmayız." Bu özel durumdur. Onun için Rasûl'ün bıraktığı mirastan kızları bir şey alamadılar. Bu ayeti tahsis eden başka durumda var. Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu: "Katil mirasçı olmaz." Bir kişi babasını öldürürse babasına varis olmaz. İşte, bu hadis ayeti bir durum için tahsis etti. Buna benzer genel ifadeli ayetler ve bu ayetleri tahsis eden hadisler var. Rasûlullah (s.a.v) müçtehid olsaydı, öyle tahsisler getirmezdi. Çünkü müçtehid tahsisler ve özelleştirmeler getirmez. Sadece Ku'an'ın genel ifadelerini ve bunları tahsis eden hadisleri bulmaya ve anlamaya çalışır. Nitekim, bu hadisler Rasûl'e Allah'tan vahy edildi. Mücmel ifadeli ayetlerin detaylarını açıklayan ayetler gibi. Bunlar da Rasûl'e vahy edildi. Bir içtihadın ürünü olamaz. Müçtehidin böyle yapmaya hakkı da yoktur. Ondan kabul edilmez. Bu detaylar ve o tahsisler içtihad ürünü olsaydı başka müçtehit tarafından değiştirilebilecekti. Böyle olsaydı Kur'an insanların elinde oyuncak olacaktı. Halbuki, insanların rolü sırf Kur'an'ı anlamak ve uygulamaktır. Ayrıca Rasûl, böyle tahsisler ve detayları nereden bilecekti? O hevesine göre bunları söylemez. Zira o zaman Kur'an'ın nassına ters düşer. Çünkü, Kur'an Rasûl'ün hevesine göre konuşmadığını gösterdi. Arapların adetlerinden de değildir. Araplar böyle şeyleri bilmezler. Ayrıca Arapların ve diğer insanların adetlerine uyulmaz. Çünkü Allahû Teâlâ bunu nehy (yasak) etti; şöyle buyurdu: "Eğer, onlara Allah'ın indirdiğine (Kur'an'a) ve Rasûl'e (Sünnet'e) gelin denilirse şöyle derler; atalarımızın üzerine bulundukları şey bizim için kafidir. Peki, ya ataları hiç bir şey bilmeyen ve yolu şaşırmış olsalarda mı?" (Maide:104) Ayrıca, böyle detaylar ve tahsisler başka dinlere bakarak da olmaz. Nitekim, diğer dinlere uymamız caiz değildir. Diğer din sahiplerinin dinimize uymaları gerekir. Çünkü dinimiz, o dinleri kaldırdı. Allahû Teâlâ şöyle buyurdu: "Sana bu Kitabı hakla indirdik, bu Kitap eski Kitapları tasdik ettiği gibi nesh ediyor (kaldırıyor). Öyleyse, Allah'ın sana indirdikleriyle aralarında hükmet, Hakkı bırakıp heveslerine uyma, her ümmet için ayrı ayrı şeriat ve yol gösterdik." (Maide:48) Sünnet'in üçüncü kısmına gelince; Kur'an'da mutlak ifadeli ayetler geçti. Rasûlullah (s.a.v), bu mutlak ayetler için kayıtlar (sınırlandırmalar) gösterdi. Misal olarak; "Erkek ve kadın hırsızın ellerini kesin." (Maide:38) Bu ayet lafzı (ifadesi) mutlaktır. Rasûlullah (s.a.v), el kesmek için sınırlandırmaları gösterdi; bunlardan, "Çeyrek dinardan fazla çalınırsa el kesilir." diye hadis söyledi. Bu sözün manası Allah'tan geldi. Fakat, ayet olarak gelmedi. Rasûl'ün gösterdiği kayıtlar (sınırlandırmalar) vahydir. Aynen, Rasûl'ün gösterdiği detaylar ve tahsisler gibidir. Bunun dışında Sünnet'in başka bir kısmı var ki o, bir fer'i aslına ilhak etmek'tir. Şöyle ki; Rasûlullah (s.a.v) yeni bir şey söyler, fakat bunun aslı (temeli) Kur'an'da mevcuttur. Misal olarak; "Rasûlullah Hayber Günü'nde evcil eşeklerin etini, katırların etini, dişi kesici olan vahşi hayvanların etini ve tırnağı kesici olan kuşların etini haram kıldı." diye hadis geçiyor. Bu haram kılınmış şeyler Kur'an'da geçmedi. Yeni teşri'lerdir. Fakat, Kur'an'da bunların temeli var. Allahû Teâlâ şöyle buyurdu: "O (Peygamber), onlara temiz olanı helal ve pis olanı haram kılar." (A'raf:157) Bu ayet; Rasûlullah'ın (s.a.v), teşri edici olduğuna yani Sünnet'in şeriatın bir kaynağı olduğuna kesin bir delildir. Allahû Teâlâ, Rasûl'ü temiz olanı açıklayıp helâl kılar ve pis olanı da açıklayıp haram kılar diye niteledi. Böylece Rasûlullah (s.a.v) evcil eşeklerin ve katırların eti, dişi kesici olan vahşi hayvanların ve tırnağı kesici olan kuşların etlerinin pis olduğunu açıklayıp onları haram kıldı. Tıpkı, Kur'an'da Allahû Teâlâ’nın, leşin, domuzun etini ve kanın pis olduğunu açıkladığı ve haram kıldığı gibidir. Müçtehid veya düşünür bir şeyi haram veya helâl kılar mı? Elbette hayır. Bu şekilde, bu ayetle Rasûlullah (s.a.v)'in teşri edici olduğu yani Sünnet'in şeriatın bir kaynağı olduğu kesin şekilde anlaşılır. Bununla herhangi bir şüphe kalmaz. Ayetin tamamı şöyledir: "Onlar ki, yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılı olarak buldukları o Rasûl'e ve o Ümmi Peygamber'e uyarlar. O Rasûl ki, kendilerine marufu emreder ve münkeri nehy eder. Onlara temiz olan şeyleri helâl ve pis olan şeyleri haram kılar. Üzerlerindeki ağırlıkları, sırtlarındaki zincirleri kaldırıp atar. Ona inanan, destekleyen, ona saygı gösteren, ona yardım eden ve onunla beraber indirilen Nur'a (Kur'an'a) uyanlar, işte felaha erenler onlardır." (A'raf:157) Rasûl’ün, bir şeyi helâl ve haram kıldığı bu ayetle bildirildi. Bu Kur'an dışında olacak. Çünkü ayetin sonunda, "ve onunla beraber indirilen Nur'a (Kur'an'a) uyanlar" diye ayrıca Kur'an'dan söz etti. Bundan dolayı, Rasûl'ün getirdiği Sünnet'e inanmak gereklidir. Rasûl, Kur'an'da hükmü geçmeyen kertenkele hakkında sorulunca şöyle cevap verdi: "Onu yemem ve onu haram kılmam." Böyelece, Rasûl (s.a.v) kertenkeleyi temiz olan şeylere dahil etti. Halbuki, Rasûl kendisi onu sevmiyordu ve ondan hiç hoşlanmıyordu. Keza, Rasûlullah (s.a.v) tavşanı yemedi, fakat onun yenmesini sahabelere müsaade etti. Rasûl (s.a.v) vahy olmasaydı kertenkele etini ve tavşan etini haram kılardı. Çünkü, bunları hiç sevmiyordu ve onlardan hoşlanmıyordu. Ayrıca, hükmü Kur'an'da geçmeyen başka konular hakkında hüküm verdi. Bunlardan; Rasûlullah (s.a.v), bir erkek, eşinin halasıyla veya eşinin teyzesiyle veya eşinin erkek kardeşinin veya kız kardeşinin kızlarıyla evlenemez diye bir yasaklık getirdi. Böyle evlilikleri haram kıldı. Bunların hükmü Kur'an'da geçmemesine rağmen Kur'an'da bunun aslı vardır. Allahû Teâlâ şöyle buyurdu: "...ve iki kız kardeşle birlikte nikahlanmanız da size haram kılındı. Ancak daha önce yaptığınız evlilik müstesna." (Nisa:23) Rasûlullah (s.a.v)'in getirdiği yasaklık Kur'an'da geçmiyordu. Araplar da böyle bir yasaklılığı bilmiyordu. Rasûlullah (s.a.v) hevesine göre böyle yasaklık getiremez. Ancak, vahyin emrine göre bunu yapabilir. Bu Sünnet'in beşinci kısmıdır. Sünnet'in altıncı kısmı ise; Kur'an'da hiç aslı geçmeyen yepyeni teşrileri getirmesidir. Misal olarak; "Üç senedir işletmeden toprağı elde tutmakta, hiç bir kimsenin hakkı yoktur.", "İnsanlar şu üç hususta ortaktırlar. Su, mera (otlak yerleri) ve ateş'tir." "Gümrük alan cennete giremez." Bu ve buna benzer birçok hadisler var, Kur'an'da hiç aslı ve benzeri de yoktur. Araplar da böyle şey bilmiyorlardı. Hz. Muhammed (s.a.v) tarafından da icad edilmeleri mümkün olamaz. İcad edilince şeriat olmaz. Çünkü, şeriatımızı Allah'tan alırız ve bu vahy yoluyla olur. Bu, lafız ve mana olarak Allah'tan gelen Kur'an yoludur. Sadece mana olarak Allah'tan gelen ise Sünnet yoludur. Sünnet, yol manası taşımasına rağmen Rasûlullah'ın sözü, ameli ve susması olarak tanınmıştır. Bir terim olarak kullanılmıştır. Onu kullanmak sakıncalı değildir. Rasûlullah (s.a.v) bunu kullandı, sahabeler de kullandılar. Ayrıca nafile namaza da Sünnet denildi. Aynı kelimeyi, bir kaç manada kullanmak sakıncalı değildir. Arapça'da bunun benzeri çoktur. Ruh kelimesi bir kaç manada kullanılır; hayat sırrı, Cebrail ve şeriat manalarıyla Kur'an'da kullanıldı. Ayrıca, Allahû Teâlâ ile alâkayı idrak etmeye de ruh denildi. Böylece; Sünnet'in Allah'tan bir vahy olduğu anlaşılır. Fakat, Sünnet'le ilgili rivayet mütevatir olunca kesin şekilde vahy olur. Rivayet, mütevatir olmayıp haber-i ahad'la olunca zann-ı galip vahy olur. Haber-i ahad bir imam veya bir müçtehid tarafından sabit olmazsa kendisine göre zann-ı galip'le vahy olmuyor. Şu var ki; Sünnet konusu yalnız şerî hükümlerle sınırlı değildi. Akaid'le ilgili fikirler meydana getirdi. Fakat, rivayet mütevatir olmayınca inanç olmuyor, sırf tasdik olur. Mütevatir olunca inanç olur, mücerret tasdik yetmez. Kur'an'da geçmeyip mütevatir hadislerde geçen akaid var. Bazı mü'minlerin Rasûlullah'la Cennet'te havd (havuz) diye adlandırılan yerde buluşmasıyla ilgili rivayetler mütevatirdir. Bu, bizim için inançtır. Bu hadisin Kur'an'da aslı yoktur. Mehdi, Mesih-i Deccal ve Kabir azabıyla ilgili rivayetler haber-i ahad olduğu için bu konular inanç hale getirilmez. Sadece tasdik edilir. Yine Kur'an'da aslı olmayıp da gaib'le (gelecekle) ilgili hadisler var; bunlardan, "Kostantiniye'nin (İstanbul'un) fethiyle ilgili hadis gerçekleşti. Roma fethiyle ilgili hadis henüz gerçekleşmedi. Yine şu hadis de var; "Peygamberlik dönemi olup Allah'ın istediği zamana kadar sürecek ve sonra eriyecektir. Bundan sonra Peygamberlik yolu üzerine Raşid-i Hilâfet olup da Allah'ın istediği zamana kadar sürecek ve sonra eriyecektir. Ondan sonra ısırıcı Krallık olup da Allah'ın istediği zamana kadar sürecek ve sonra eriyecektir. Ondan sonra, Cebriyeci (diktatörlük) olup da Allah'ın istediği zamana kadar sürecek ve eriyecek. Bundan sonra Peygamberlik yolu üzerine Raşid-i Hilâfet olacaktır." Bu hadis, gelecekle ilgilidir. Dört dönem gerçekleşti, şu anda dördüncü dönem olan diktatörlük hükmü altındayız. Beşinci dönem olan Peygamber'in yolu üzerine yürüyecek Raşid-i Hilâfet'in kurulmasını beklemekteyiz. İşte, bu ve buna benzer gaible ilgili hadisler hiç maharetli bir müçtehid veya aydın bir düşünür veyahut dahi bir siyasetçi tarafından tahmin edilemez. Nitekim bunlar tahmin değil, kahin olmayan ve ilmini vahyden alan değerli bir Rasûl'ün sözüdür. Zaten, Allahû Teâlâ Rasûlü'ne bazen gaible ilgili haberler bildireceğini açıkladı. Şöyle buyurdu: "Allah gaib'in (geleceğin) alimidir, gaib'i kimseye göstermez, ancak razı olduğu Rasûl'e gösterir. Çünkü Allah onun önüne ve arkasına gözleyici dizer." (Cinn:26-27) Bu da Rasûl'e bir şeyi bildirmesi için ilham edileceğine dair bir delildir. Yine, vahy rüya yoluyla gerçekleşebilir. Rasûl (s.a.v) Allah'ın kendisine gösterdiği rüya yoluyla Mekke'ye gireceğini müslümanlara müjdelemişti. Allah, bunu gerçekleştirdi. Bunun için şu ayeti indirdi: "Mescid-i Haram'a gireceğinize dair Rasûl'ün rüyasını Allah gerçekleştirdi." (Fetih:27) Eski Peygamberlere de rüya ile vahy ediliyordu. Kur'an, Hz. İbrahim'in rüyasını şöyle anlatıyor: "Ey oğlum, seni keseceğime dair rüya görüyorum. (İsmail); ey babacığım, emredildiğini yerine getir." (Saffat:102) Cebrail, bedevi suretiyle de ayet getirmeden Rasûlullah (s.a.v)'in yanına geliyordu. Nitekim bir seferinde Rasûl'e sahabeler arasındayken iman ve ihsan hakkında sordu. Cebrail gittikten sonra sahabeler Rasûlullah'a bu adam hep seni tasdik ediyor, kim di? diye sorunca, Rasûlullah (s.a.v) O, Cebrail idi. Size, sizin dininizi öğretmeye geldi. Ayrıca Kıyamet Günü hakkında Cebrail Rasûlullah'a sorunca, Rasûl "Sorulan kişi sorandan bunun hakkında daha bilgili değildir." diye cevap verdi. Ayrıca Cebrail, Rasûlullah'a namaz kılma keyfiyetini öğretti. Her namaz vaktinin başlangıcında ve sonunda ikişer defa gelip kıldı. Böylece namazın beş vaktinin başlangıçlarını ve sonlarını öğretti. Rekatların sayısını da öğretti. Bunlar, Rasûl'ün icadı değildi. Bunu aklından çıkartmadı. Sabah namazının farzı iki rekat, öğlenin farzı dört, ikindi dört, akşam üç ve yatsı dört rekattır. Niçin böyledir?! Halbuki böyle sayılar Kur'an'da geçmedi... RASÛLULLAH İÇTİHAD YAPMADI Sahabeler, bir şey hakkında itiraz ettikleri zaman, vahyden olup olmadığını soruyorlardı. Bu genellikle ahkâmı uygulamakla ilgili olup uslûplarda oluyordu. Rasûlullah (s.a.v), fikir beyan ediyor veya bir amelin hükmünü gösteriyordu, teşrileri gösteriyordu. Bunların uygulama metodunu da gösteriyordu. Fakat, bu metodla ilgili uslûplar değişiyordu. Uslûplar, her vakıada değişir. Çünkü metod, düşünceyi uygulamak için sabit ve değişmeyen keyfiyettir. Onun için, metod değiştirilemez. Allah ve Rasûlü, her konunun hükmünü (düşüncesini) gösteriyorlardı. Ayrıca her hükmün (düşüncenin) uygulama keyfiyetini (metodunu) gösteriyordu. Fakat uslûplar, metodu uygulamak için her vakıada değişebilen keyfiyettir. Sahabeler bu uslûpları görünce görüşlerini aktarıyorlardı. Fakat, vahyden bir uslûp gelip gelmediğini soruyorlardı. Bu savaşla, fenle ve ilimle ilgili oluyordu. Bunlardan uygun olanı seçmek gerekir. Bu konu şöyle misallerle açıklanır: Bedir suyunun arkasında konakladılar. El-Habab b. El-Munzir adlı bir sahabe Rasûl'e şöyle sordu: "Bu konaklama Allah'tan bir vahiyle mi gerçekleşti? O zaman ne ileri gideriz ne de geri döneriz. Yoksa, görüş gösterme, harp sanatı ve hile kurma meselesi midir?" Rasûlullah (s.a.v); "Hayır, görüş gösterme, harp sanatı ve hile kurma meselesidir." El-Habab; "Öyleyse bu konaklama uygun değil. Suyun önüne gidip düşmanların sudan içmelerini engelleyelim." Rasûlullah (s.a.v) bu görüşü kabul etti ve uyguladı. Bu vakıa, stratejik uslûplarla ilgilidir. Uygun olan uslûp yapılır. Rasûlullah (s.a.v), bunu kabul edince, bizim için şerî delildir ki, stratejik uslûplarda doğru görüş kabul edilir. Bu, şûra konusunu açıklar. Çünkü Allahû Teâlâ; "Onlarla işlerde danış." (Ali İmran:159) buyuruyor. Fakat bu, mücmeldir; detayları açıklanmadı. Rasûlullah (s.a.v), böylece bu vakıada şûranın detaylarının bir kısmını göstermiş oldu. Onun için, "Rasûlullah (s.a.v) önce içtihad etti, sonra bir sahabe onu düzeltti" denilemez. Burada, içtihad yoktur. Ancak, şûrayı uygulamak vardır. Çünkü Allah Rasûlü'ne; "Onlarla işlerde danış" dedi. Yine o, Hendek Vakıasında sahabeleriyle danıştı. Salman El-Farisi (r.a) hendek kazmak görüşünü gösterdi. Rasûlullah (s.a.v), hemen onu kabul etti ve bu işi yaptı. Böylece, stratejik uslûplarda şûra yapılıp doğru olan görüş kabul edilir. İslâm Devleti'nde Ümmet Meclisi'nde Halife stratejik uslûplarla ilgili hususlarda üyelere danışacak, doğru görüşü kabul edecektir. Burada çoğunluk geçerli değildir. Hurma ağaçlarının aşılanması konusunda, Rasûlullah (s.a.v)'in bu ilmi konuda görüş söyleyerek bunun yapılmasını neyh etti. Hurma ağaçları meyve vermeyince Rasûlullah (s.a.v) şöyle dedi: "İşte, bu hususlar dünya işlerinizdir. Siz bunları daha iyi bilirsiniz." Rasûlullah (s.a.v), böyle yapıp söyleyince müslümanlara bir şey öğretmek istedi. İlmi konular, insanların görüşüne bırakılır. Bunda doğru söyleyen kişinin görüşü geçerlidir. Bu bizim için şerî delildir. Buna binaen, İslâm Devleti'nde Ümmet Meclisi'nde ilmi hususlar tartışılırken, doğru görüş alınır, doğru sözü sadece bir kişi söylese bile Halife onun görüşünü kabul eder. Burada çoğun-luk aranmaz. Uhud Vakıasında, Rasûlullah (s.a.v) müslümanlara danıştı, çoğunluk Medine'nin dışına çıkıp düşmanlarla karşılaşmayı istedi. Halbuki; Rasûlullah'ın görüşü Medine'de düşmanlarla karşılaşmaktı. Fakat, Rasûlullah (s.a.v) görüşünden vazgeçip çoğunluğa uydu, hatta müslümanlar Rasûlullah (s.a.v) kendi görüşünden vazgeçip kendi görüşlerine uyduğunu görünce, kendi görüşlerinden vazgeçe-rek Rasûl'ün görüşüne uymak istediler. Rasûlullah (s.a.v), bunu kabul etmedi, onların görüşüne uyup orduyu düşmanlarla karşılaşmak için Medine'nin dışına çıkarttı, Uhud mevkiinde konakladı. Bu hâdise incelenirse, içtihad konusu görülmez. Çünkü Cihad, Medine'nin içinde olur, dışında da olur. Bu konu müslümanlar, işlerine uygun olanı yaparlar, işin menfaatini gözetmeye çalışırlar, işin menfaatı hususunda çoğunluk görüşüne uyulur. Bu vakıada, stratejik konu veya ilmi ve fenni konu yoktur ve öyle şey tartışılmadı. İşin menfaatı tartışıldı. Hangisi daha faydalı; Medine'de savaşmak yoksa dışında mı savaşmak? Böylece, İslâm Devleti'nde, Ümmet Meclisi'nde Halife bir işin menfaatı tartışılınca çoğunluğa uyulacak, çoğunluğun görüşü bağlayıcı olur. Meselâ, bir yol veya bir köprü daha yapılsın mı veya yapılmasın mı? diye Meclis'te tartışılınca çoğunluk ne istiyorsa o yapılır. Fakat, çoğunluk yapılsın deyince yol ve köprüyle ilgili fenni hususlar tartışılır. Fakat bu halde, çoğunluğa uyulmaz, doğru görüş aranır. İşte, Rasûlullah'ın o vakıada davranışı bizim için şerî delil oldu ki, o davranışlar şûranın detaylarını açıklamaktadır. Hudeybiye Vakıasına gelelim: Rasûlullah (s.a.v) Kureyş'le belli bir müddet için sulh (barış) yapmak istedi, anlaşma yaptı. Müslümanların çoğu buna itiraz ettiler. Hatta Ömer (r.a) da itiraz etti. Fakat Rasûlullah (s.a.v), bunun vahyden olduğunu açıklayınca müslümanlar sustular. Buna göre, İslâm Devleti'nde teşri konuda yani bir şerî hüküm benimseyip kanun haline getirme hususunda vahye tabi olunur. Halife, bir şerî hüküm benimseyip onu kanun haline getirmek isteyince Ümmet Meclisi'ndeki müslüman üyelerin görüşlerini dinler, sadece delili kuvvetli olan hükmü kabul eder. Bu hususta Meclis'in görüşü bağlayıcı değildir. Onun için şu şerî kaide çıkartılmıştır: "Ne kadar mesele çıkarsa imamın (Halife'nin) bunlar hakkında birer şerî hükmü benimseme hakkı vardır." İşte, Rasûlullah (s.a.v)'in yukarıda geçen vakıalardaki tutumu ve hareketi bizim için Şeriat'tır. Buna göre hareket ederiz, Raşid Halifeler de böyle davrandılar. Böylece stratejik uslûplar, ilmi ve fenni konularda doğru görüş kabul edilir, çoğunluğa bakılmaz. İşin menfaatı konusunda çoğunluğa uyulur, doğru olup olmadığına bakılmaz. Bir mesele için şerî hüküm benimsemek isteniyorsa çoğunluğa bakılmaz, şerî delilin kuvvetliliğine ve sağlamlığına bakılır. Bunların hepsi şûra için Rasûlullah'ın gösterdiği detaylardır. Öyle gösterince, Allah bunu ondan istedi demektir. Bazı kişiler; Bedir esirleri, ölen münafıklar üzerine cenaze namazı kılmak, savaşa gitmek istemeyene izin verme ve bir âmâya yüzünü asmak ve buna benzer meselelerin Rasûl'ün birer içtihadları olduğunu zannederler. Bu meseleler incelenirse herhangi içtihadi bir konu bulunmadığı görülür. Bedir esirleri meselesine gelince; Rasûlullah (s.a.v) Bedir Vakıasında hemen esirleri alalım mı, yoksa çok katl (öldürme) işi gerçekleştikten sonra mı esirleri alalım, diye sahabelere danıştı. Çünkü iki şerî hüküm vardı. Bunlar daha önce nazil olmuştu. Hemen esirler alınabilir ve çok öldürme işi gerçekleştikten sonra alınabilir. Fakat, bu vakıada hangi hüküm daha uygun veya hangisi daha evlâ, seçme konusu var. Ebu Bekir (r.a)'ın görüşü; hemen esirleri alalım. Ömer (r.a)'ın görüşü; önce çok öldürme işi yapalım sonra esirleri alalım. Rasûlullah (s.a.v), Ebu Bekir'in görüşünü uygun gördü ve onu uyguladı. Bunun akabinde, Allahû Teâlâ şu ayeti indirdi: "Yeryüzünde savaşırken düşmanı yere sermeden esir almak hiç bir Peygamber'e yaraşmaz." (Enfal:67) Burada, Rasûlullah (s.a.v) içtihad etti sonra Allah onu düzeltti, konusu yoktur. Çünkü, içtihad hükmü bilinmeyen hususun hükmünü şerî delillerden çıkartma meselesidir. Burada, bu mesele hakkında şerî hükümler biliniyor. Fakat, bu vakıa için hangisi daha uygun veya hangisi daha evlâ, seçme meselesidir. Rasûl (s.a.v), daha uygun olanı veya daha evlâ olanı seçmeyebilir. Bizim için, bu şerî mesele oldu ki o daha evlâ ve daha uygun olanı arayıp seçmektir. Şu var ki Rasûlullah (s.a.v), bundan sonra bir çok vakıalarda çok öldürme işi yapmadan esirler aldı. Allahû Teâlâ, Rasûlü'ne bunu daha evlâ olup olmadığına hakkında ayetle indirmedi. Öyleyse, diğer vakıalarda esir alınabilir ve evlâ olan da oydu. Ve sadece Bedir Vakıasında önce esirleri almak daha uygun veya daha evlâ değildi. Çünkü o, kafirlerle ilk savaştı. Onları korkutmak gerekirdi. Ölen münafıklar üzerine cenaze namazı kılma meselesine gelince; Rasûlullah (s.a.v) onların üzerine cenaze namazı kılıyordu. Münafık Abdullah b. Ubey ölünce Ömer (r.a), ölen münafıklar üzerine Rasûl'ün namaz kılmasına itiraz etti. Bunun akabinde Allahû Teâlâ şu ayeti indirdi: "Onlardan (münafıklardan) kim ölürse onun üzerine cenaze namazı kılma, onun kabri başında durma (cenazeye katılma). Onlar; Allah ve Rasûlü'nü kabul etmiyorlar, kafir oldular. Ayrıca fasık (dinden çıkmış) olarak öldüler." (Tevbe:84) Burada Rasûlullah içtihad yapıp yanıldı ve Allah onu düzeltti, konusu yoktur. Zaten böyle şey söz konusu değildir. Çünkü, daha önce onların cenaze namazlarını kılıyordu. Bu vakıadan sonra yasaklandı. İçki meselesi gibi o da değildi. Bir vakıadan sonra Ömer (r.a) Rasûl'e gelip içki konusunu şikayet etti, Allah'ın bunu haram kılmasını diledi. Allahû Teâlâ, bir ayet indirip içkiyi haram kıldı. Tebuk Vakıasında ise; bazı kişiler savaşa gitmemek için bahane göstererek Rasûlullah'tan izin istemeye geldiler. Rasûlullah onlara izin verdi. Allahû Teâlâ, şu ayeti indirdi: "Allah, seni affetsin, doğru söyleyenler sana açıkça belli oluncaya ve yalan söyleyenleri de bilinceye kadar niçin onlara izin verdin?" (Tevbe:43) Burada da içtihad yoktur. Sadece bir vakıa için daha evlâ olanı seçme konusu vardır. Çünkü, izin isteyene veriliyordu. Ve Tebuk Vakıası Rasûlullah'ın hayatında son savaştı. Daha önce, izin verme müsaadesiyle ilgili ayet nazil olmuştu. Allahû Teâlâ şöyle buyurdu: "Bazı işleri için senden izin istedikleri zaman onlardan dilediğine izin ver." (Nur:62) Buna göre, Rasûlullah (s.a.v) istediği zaman istediği kimseye izin veriyordu. Tebuk Vakıasında bunu uygulayınca Allahû Teâlâ daha evlâ olanın onlara izin vermemek olduğunu Rasûl'e bildirdi. Bir âmâ'ya (kör'e) yüzünü asma vakıasında da içtihad yoktur. Rasûlullah (s.a.v) herkese tebliğ etmekle emr olundu; bununla ilgili bir çok ayet vardır. Fakat, Rasûlullah (s.a.v) Kureyş'in liderlerine tebliğ ederken kör bir adam geldi, Rasûlullah'tan İslâm'ı öğrenmek istedi. Rasûlullah (s.a.v) o anda başkalarıyla konuşuyordu ve bunların müslüman olmalarını diliyordu. O anda kör adamın gelmesi Rasûlullah'ı rahatsız etti. Onun için Rasûlullah (s.a.v), yüzünü (suratını) astı. Allahû Teâlâ Rasûl'ün durumunu şöyle gösteriyor: "Surat astı ve yüz çevirdi. Kendisine o kör geldi diye. Nereden bilirsin belki o temizlenip arınacak? Yahut o öğüt alacaktı da o öğüt kendisine yarar sağlayacaktı. Kendisini zengin görüp tenezzül etmeyene gelince, işte sen ona yöneliyorsun. Oysa onun arınmasından sana ne? Fakat koşarak sana gelen, Allah'tan korkarak gelmişken sen onunla ilgilenmiyorsun. Hayır bu, (Kur'an) bir hatırlatmadır, dileyen onu düşünüp öğüt alır."(Abese:1-12) Burada da içtihad konusu yoktur. Rasûlullah o anda Kureyş'in bazı ileri gelen kişileriyle meşguldu. Onları hidayete davet ediyordu. Allahû Teâlâ, Rasûlü'ne, "Bu Kur'an bir hatırlatmadır, dileyen onu düşünüp kabul eder, ondan dolayı kör adamı da ihmal etme. Bu adam o kibirli kişilerden daha efdal (iyi) olabilir. İşte burada daha evlâ olan bu kör adama öğretmektir; durum ne olursa olsun" diye bildirdi. Rasûlullah (s.a.v) bir hata yaptı da sonra Allahû Teâlâ onu veya onun içtihadını düzeltti diye bir konu yoktur. İşte, bu vakıalarda, Rasûlullah'ın içtihad yaptığına dair herhangi bir işaret yoktur. Bu da, şeriatça ve aklen doğru değildir. Onun hakkında öyle söylemek doğru değildir. Çünkü, o vahydir, kendisine vahy edilir. Bu vahy ya Allah'tan lafız ve mana olan Kur'an olur, ya da mana Allah'tan, lafız, amel ve susma Rasûlullah'tan olur ve buna Sünnet denilir. Zaten, hükmü bilinmeyen yeni husus hakkında Rasûlullah (s.a.v) hiç bir şey demiyordu, vahy bekliyordu. Ya ayet gelirdi ya da rüya görür yahut da ilham edilirdi. Müçtehid olsaydı, hükmü bilinmeyen husus için içtihad yapardı. Meselâ, bir kişi gelip karısının bir adamla zina yaptığını gördüğünü söyledi, kendisinden başka şahid yoktu. Zira, zina için dört şahid gerekir. Hatta, yalnız bir kişi şahid olursa zina iftirasında bulunma cezasını alır. Buna rağmen, karısı zina yapmış olup kendisinden başka şahid bulamayan kocanın iftira eden olup olmadığı ve hükmü ne olduğu hakkında Rasûlullah (s.a.v) vahyden haber bekledi. Allah, bununla ilgili ayetler indirdi. Yine bir kadın Rasûlullah'a gelip bir meselenin hükmünü tartıştı. Bu mesele; kocası kendisine "Sen benim anam gibisin." demişti. Rasûlullah (s.a.v) vahyden hüküm bekledi ve öyle cevap verdi. Rasûlullah (s.a.v) müçtehid olsaydı bu meseleleri düşünüp bir hüküm verirdi. Fakat, kendisi öyle değildi. O (s.a.v) vahyden haber bekler, ya ayet nazil olur, ya rüya görür ya da kendisine ilham edilirdi. Rasûlullah (s.a.v); "Bir kadınla evlenmeyle emr edildiğim zaman onu Cebrail bana rüyamda gösterir." derdi. Bunun için Hz. Muhammed (s.a.v) İslâm'dan önce evlâtlık edindiği Zeyd'in karısı olan Zeyneb'le kocası boşadıktan sonra evleneceğine dair rüya gördü. Rasûlullah bu rüyayı kimseye anlatamadı, çok çekindi. Çünkü, Zeyd onun evlâtlığı idi, kimse evlâtlığının yani oğlunun boşanmış karısıyla evlenemezdi. Büyük ayıptı. Fakat Allahû Teâlâ evlât edinmeyi haram kılmak istedi ve artık evlâtlık edilenlerin gerçek evlâtlar olmadığını da göstermek istedi. Bu işi Rasûl'ü üzerinde uygulamak istedi. Kur'an bu konuya şöyle değindi: "Allah'ın açığa vuracağı şeyi (daha önce gördüğün rüyayı) içinde gizliyorsun. İnsanlardan çekiniyorsun. Oysa asıl kendisinden çekinilmeye lâyık olan Allah'tır. Zeyd, o kadından ilişiğini kesince biz onu sana nikahladık ki bundan böyle evlâtlıkları, kadınlarıyla ilişkilerini kestikleri zaman o kadınlarla evlenmek hususunda mü'minlere bir sakınca olmasın." (Ahzab:37) Rasûlullah'ın şahsi adetlerine gelince; müslümanlar ona uymak zorunda değildirler. Yürüyüş, oturuş, kalkış şekilleri ve buna benzer hususlar, Rasûlullah'ın şahsi adetlerindendir. Bunları uygulamak için kimseye emir vermedi ve kimseyi teşvik etmedi. Bunlarla mükellef değiliz. Böylece, Rasûlullah'ın sözü, ameli ve bir şeye karşı susması olan Sünnet'in, Allah'tan vahy olduğu kesinleşir, bunda herhangi bir şüphe yoktur. Ayetler bunu kesin şekilde gösterdi. Bu ayetleri başka şekilde te'vil etmek büyük günahtır. Ayetler aynen olduğu gibi anlaşılmalıdır. Bazı kişiler, "Sünnet Rasûl'ün bir içtihadı olup Rasûl yanılınca Allah onu düzeltiyordu, ona rağmen biz Rasûl'e uyarız. Çünkü Allah bizden ona uymamızı istedi." derler. Öyleyse niye Allah, Rasûl'e uymayı zorunlu kıldı?! Rasûl'ün Sünneti'nin bir özelliği var demek ki, işte bu özellik Sünnet'in vahy olmasıdır. İçtihad olsaydı, bu Sünnet'e uymayı zorunlu kılmazdı. Rasûl ile diğer müçtehidler arasında fark olmayacaktı. Nitekim, içtihad yeni şeylerde yani hükmü bilinmeyen şeylerde olur. Rasûlullah'ın yeni şeylerin hükmünü vahyden beklediğini gördük. Hükmü bilinen hususlarda daha evlâ veya uygun olanı seçme meselesi vardır. Bazıları, "Öyleyse niye Buhari filan hadisleri almadı, niye Müslim filan hadisleri almadı, bir müçtehid bir takım hadisleri kabul ediyorken, aynı hadisler başka bir müçtehid tarafından reddediliyor?" diye sorarlar ve kafalarına göre hemen cevap verirler. "Demek ki Sünnet vahy değildir." derler. Buna cevap, her imam ve her müçtehidin hadisleri kabul etme hususunda bir yolu vardır. Bu yolla hadisi kabul ediyorlar ve bunu yaparlarken zann-i galiple yapıyorlar. Diyorlar ki, bu hadisin sahih olduğu zannıma galiptir. Yani, bu vahydir, diye zannıma galiptir. Onun için bu hadislere zan-i delil denildi. Fakat, mütevatir derecesine ulaşınca, o hadis kesin delil olur. Böylece, Buhari bir hadisin sahih olduğu veya vahy olduğu zannına galip gelince kabul ediyordu. Diğer imam ve müçtehidler de öyle hareket ettiler. Çünkü, Rasûlullah (s.a.v) hayatında tek kişinin rivayeti (haber-i ahad) veya (zanni delil) kabul edildi. Sahabeler onunla amel ettiler. Fakat, rivayet edenler güvenilir (fasık olmayan) kişiler olmalıdır. Fasık olanın rivayeti kabul edilmez. Kur'an'da buna işaret edildi: "Ey iman edenler! Bir fasık size bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın." (Hucurat:6) Öyleyse fasık olmayan bir kişi bize haber getirirse onu kabul edeceğiz demektir. Allahû Teâlâ tek rivayetin kabul edileceğini gösteriyor bu ayette. Fakat bu rivayet fasık olmayan kişinin rivayeti olmalıdır. Onun için; imamlar ve müçtehidler, hadisleri rivayet eden kişilerin hallerini inceliyorlardı. Yalan söyleyen kişi veya töhmetli (suçlu) kişi veya bid'at sahibi veya günah işleyen (fasık) kişi veya cahil olan kişinin rivayeti kabul edilmiyor. Çünkü, bu kişi güvenilir sayılmaz. Yine başka hususlar var; kişinin hafızasıyla (zabt etmekle) ilgilidir. Bunlarda beş husustur, şunlardır: Büyük hata işlemek, büyük gaflete düşmek, evhamlı olmak, ezberliliğin çok kötü olması ve güvenilir kişilerin rivayetlerine muhalefet etmesidir. Bir kişinin bunlardan bir hali varsa onun rivayeti kabul edilmez. Çünkü, güvenilir ve iyi zabd eden kişi olması lazımdır. Yine, gizli ve aşikâr hali bilinmeyen kişinin rivayeti de kabul edilmez. Buna göre, hadis kabul edilir veya reddedilirken onun vahy olup olmadığına zann-ı galipin gerçekleşmesi gerekir. Özetle; Sünnet Kur'an gibi şeriatın bir kaynağıdır. Bir şey hakkında şerî hüküm göstermek istiyorsak bunlara döneriz. İslâm Hilâfet Devleti'nin anayasası ve kanunları, iç de dış siyaseti bu iki kaynaktan çıkartılan hükümlere göre olur. İcmaı sahabe ise, Sünnet'e dayanır. Sahabelerin İcmaı, Rasûlullah'ın bir sözü veya fiili veya bir susmasını ortaya çıkartır. Şerî kıyas da, Kur'an ve Sünnet'e dayanır. Kur'an'da ve Sünnet'teki illetler (teşri etmenin sebebi) olunca kıyas yapılır. Bir devlet, İslâm Devleti olduğunu iddia ederse, anayasası, kanunları ve siyasetinin Kur'an ve Sünnet, sahabelerin icmaı ve Şerî kıyasa dayalı olduğunu ispatlayacaktır. Yine bir hizb veya bir cemaat İslâmi olduğunu iddia ederse, onun bütün fikirlerinin bu kaynaklardan aldığını ispatlayacaktır. Böylece, teşri’de Allah ile Rasûlü arasında fark kılınmamış olur. Şeriatı Rasûlullah'ın şu sözünde gösterdiği gibi kabul etmeliyiz; "Bana Kur'an verildi ve onun benzeri verildi." Onun için, şeriat hususunda Kur'an ile Sünnet arasında ayrım yapılmaz. Yukarıda izah ettiğimiz gibi hareket ederiz. Allahû Teâlâ şöyle buyurdu: "Allah'ı ve Rasûlleri’ni inkâr edip de Allah ile Rasulleri’nin arasını ayırmak isteyen, 'bir kısmına inanırız, bir kısmını reddederiz' diyenler ve bunları arasında bir yol tutmak isteyenler, işte onlar gerçekten kafir olanlardır."(Nisa:150-151) İşte; Kur'an ve Sünnet, bizim için düşünce ve siyaset kaynağı olup bunların açısından düşünür ve hareket ederiz. İslâm fikirlerini hep buradan alıp hayat sahasına indiririz. Bunları pratik hayatta kullana kullana bizde belli tefekkür metodu doğar. Ümmette bu metod var olup hayatına ve davranışına hakim olunca kalkınma (fikri yükselme) pratik şekilde gerçekleşir. Bu kalkınmanın semeresi ilerlemedir. Bu ilerleme, hayatın bütün meydanlarında görülür; ilmi, teknoloji ve sanayi devrimleri gerçekleşir. Kafirler, Kur'an'la ve Sünnet'le savaşırken İslâm ümmetini fikirsiz bir ümmet haline getirmek istiyorlar ki böylece, ona Kıyamet Günü'ne kadar hakim olsunlar. Zaten, onlar İslâm ümmeti ve Devleti'ni böyle hezimete uğrattılar ve ona galip geldiler. Onu fikirsiz hale getirip kendi fikirlerini karma karışık şekilde vererek kendi açılarından zaferi gerçekleştirdiler. Bu zaferi ebedileştirmek istiyorlar. Onun için, Kur'an'ı ve Sünnet'i ortadan kaldırmak istiyorlar. Fakat, Kur'an'la fazla uğraşmalarına rağmen müslümanların Kur'an'a güvenlerini sarsamıyorlar. Bu nedenle Sünnetle uğraşıyorlar, müslümanların buna güvenini sarsmak istiyorlar. Buna çok dikkat etmeli ve sünnet konusu iyi bir şekilde müslümanlara izah edilmeli ki onlar karışıklığa uğramasınlar. Aynı anda kafirlerin hakimiyetini kırmak/yıkmak ve Kur'an ve Sünnet'in hakimiyetini kurmak için her müslümanın uğraşması farzdır. Böylece, İslâmi Hilâfet Devleti kurulsun. İslâmi hayat yeniden başlasın...

İlginizi çekebilecek diğer haberler

Makaleler

Hava Durumu


VAN