Her türlü “korkmacı ve korkutmacı” söylem gibi İslamofobia'nın da sonu faşizmdir ve Türkiye'de faşizm belki ilk defa bu kadar yakın bir tehlikedir.
14-05-2007
Laik duyarlılık değil, düpedüz İslamofobia
Yasin AKTAY / Yeni Şafak
Korkuları siyasete alet etmek, siyasette mevzi kazanmak için korkmuş görünmek, korktuğunu söyleyip daha fazla “himaye”, “imtiyaz” “kucak” talep etmek sadece Türkiye'de başvurulan bir ucuz iktidar taktiği değildir. Haddizatında yeni bir yol da değildir.
Faşizan veya totaliter rejimlerde, statükoyu koruma stratejilerinin bir parçası olmak üzere bir “düşman” yaratmak için korku ve endişe söylemleri seri olarak üretilir. Ancak yine yeni olmayan bir şey daha vardır ki, bu tarz söylemlerle elde edilen sonuçlar genellikle insanlık tarihine bol bol “insanlık suçları” da eklemiştir. O yüzden korkuyu siyasete alet etmek, “insanlık suçlarına götüren bir yol olarak” çağdaş siyaset anlayışında defalarca yargılanıp mahkum edilmiş bir suçtur.
4 yıl önce ABD'den Prof. Jon Oplinger ve Prof. Richard Talbot ile birlikte yürüttüğümüz bir çalışmada, yirminci yüzyıl siyasetinde korkuların ters işlevini ortaya koymaya çalıştık. Örneklerimiz, ABD'deki kızıl korku, McCarthy devri, Almanya'daki Yahudi korkusu, Maoist Çin'in Kültür Devrimi, Stalin'in Büyük Temizliği ile Türkiye'deki bölücülük, komünizm ve irtica korkularıydı. Bu çalışmamızın bir kısmı “Dikenli Tel ve Vücut Avcıları: Komplonun Üretimi ve Elit Tahakkümü” başlığı altında İnsan Hakları Araştırmaları Dergisinde yayımlandı (sayı: 3, 2004). Bütün örneklerde korkular elitlerin tahakkümü için kullanılan, ama kitleleri de komplo teorileri yoluyla inandıran birer kitle ideolojisi yoluyla çalışıyordu.
Yahudi düşmanlığı, Avrupa'da yaratılan Yahudi korkusuyla bir insanlık dramının yaşanmasına yol açmıştır. İnsanlık bu korkuların ürettiği faşizmin bedelini milyonlarca Yahudi'nin yanısıra, 30 milyona yakın insanın ölümüyle ödedi. O yüzden siyasetin korkularla kuşatılmasına karşı hastalık derecesinde bir duyarlılık gelişmiştir Avrupa'da. Çünkü aynı şeyin herhangi bir yabancı düşmanlığı (xenophobia) kılığı altında nüksetmesi tehlikesi hiçbir zaman tamamen yok sayılamıyor. Avrupa ülkelerinde herhangi bir azınlığa karşı çoğunluk nezdinde her an harekete geçebilecek korkular ve bunların yol açabileceği dramlar ayrı ama haklı bir endişe kaynağıdır. Aslında Avrupa'da laiklik tam da bu tür tehlikelere karşı bir güvence oluşturacak şekilde tasarlanmıştır; bizdeki gibi kendisi korkular ve “düşman kitleler” üreten bir ideoloji şeklinde değil.
Korkuların bir siyasal enstrüman olarak kullanılmasının vahim sonuçları görülmüş olduğu için, bu yol mahkum edilmiştir. O yüzden 11 Eylül'den sonra bütün dünyada ortaya çıkan söylemler hemen tanıdık gelmiş ve birçoklarınca insanlığa büyük dramlar yaşatmış “faşizan korkutma süreçleri” ile aynı türden olduğu üzerinde durulmuştur.
Bugün 11 Eylül dolayısıyla yürütülen teröre karşı savaşı haklı görenler bile bunun bir yan etki olarak Islamofobia üretme tehlikesini bu yüzden kolayca göz ardı edemiyorlar.
Islamofobia tıpkı diğer korkmacı veya korkutmacı söylemler gibi bir insanlık suçudur. Avrupa'da veya Amerika'da İslamofobia durumuna düşmemek için yönetimler aslında Müslümanlara karşı çok daha dikkatli davranmak zorunda hissediyorlar kendilerini. Hem yeni bir faşizm tehlikesine düşmemek için, hem kendileriyle çelişkiye düşmemek ve hem de Müslüman vatandaşlarına tutarlı bir vatandaşlık standardı sunabilmek için. Başörtüsü, kim ne derse desin, İslam'ın metinlerinde de nasıl geçiyor olursa olsun, küresel dünyada da artık Müslümanları temsil eden en vazgeçilmez simgelerden kabul ediliyor. Başörtüsü aleyhine her türlü düzenlemenin bir İslam düşmanlığı olarak algılandığı noktasında neredeyse hiç kimsede bir kuşku kalmamıştır. O yüzden başörtüsüne karşı çıkanlar neredeyse açıkça Müslüman düşmanı sayılmayı göze almış olarak yapıyorlar bunu.
Bizde ise “laik duyarlılık” adı altında her geçen gün İslam'ın en olağan söylemleri ve tezahürleri açıkça bir korku unsuru olarak sunuluyor. Korkular, azılı bir düşman tahayyülü yaratıyor. Düşman imgesi ise korkuları daha da artırıyor. Sonuçta İslam'ın en doğal simgeleri bir korku ve düşmanlık konusu haline gelerek, Türkiye'nin içinde garip bir İslamofobia üretiyor.
Kendini laikçilerin safında konumlandırmış olsa bile herhangi bir Türk Avrupa'da başörtüsüne, camiye, Türklerin yaşam tarzı simgelerine karşı tavrın aslında Islamofobik bir tavır olduğunu hisseder ve bundan fena halde rahatsız olur (yoksa olmaz mı?).
Oysa aynı İslamofobik tavırlar çok daha radikal bir biçimde Türkiye'de sergileniyor. “Başörtülülerin istihdamından” geçtik, “istihdam edilenlerin eşlerinin başörtülü olup olmadığının” sorgulanmasının laik duyarlılıkla ne alakası var? Bu düpedüz İslam düşmanlığıdır ve bu ülkede sergileniyor.
Yeri gelmişken, siz hiç Cumhurbaşkanının atadığı herhangi birinin eşinin başörtülü olduğunu gördünüz mü? En kaba tahminlerle kadınlarının en az yüzde yetmişinin başörtülü olduğu bir ülkede atananların birinin bile eşinin başörtülü olmaması neye işaret ediyor?
Atamalar hakikaten ehliyete göre mi yapılıyor, yoksa ilkel mensubiyet ilkelerine göre mi?
Ya bu konuda savunma durumunda olması gerekenler nasıl bu kadar pişkince saldırgan olabiliyorlar?
Her türlü “korkmacı ve korkutmacı” söylem gibi İslamofobia'nın da sonu faşizmdir ve Türkiye'de faşizm belki ilk defa bu kadar yakın bir tehlikedir.
- Bir 10 Kasım Mağduriyeti: Dr. Mehmet Arslan Tutuklandı
- İktibas’ın yeni sayısı Bangladeş gündemi ile çıktı
- Diken ve Karanfil
- Hayrola Mahmud Abbas
- Bir milyon yahudi, işgal altındaki toprakları terketti
- Ya Eyyühel Müzzemmil
- Son Seyahatimizden Yansımalar
- Husi: Gazze'ye destek için vurulan gemi sayısı 177'ye çıktı
Makaleler
Hava Durumu