Asıl meziyet Müslüman kalmayı başarabilmek
Asıl meziyet, İslamlaşma aşamasından sonrasında aranmalıdır. Yani Müslüman olmak kadar, Müslüman kalmak da bir meziyettir. Fakat Müslüman kalmayı bilmek gerekir.
13-07-2009
Müslüman Kalmak
Mehmed Durmuş / İktibas
Müslüman olmak bir meziyettir, lakin Müslüman kalmak daha büyük bir meziyettir. Ölüm bizi alıp götürünceye kadar sadece ve sadece Allah'a taabbüd edeceğimize dair beyanımıza sadık kalmak, hayatımız boyunca sırât-ı müstakimden ayrılmamak, Allah'ın tayin ettiğinden başka hayat tarzı benimsememek, Allah'ın bizim için seçtiği İslam’dan razı olmak ve İslam’dan başka dünya görüşü kabul etmemek, bunlar ne kadar da güzel meziyetlerdir. Bir mü'minin, böyle bir söz vermesi, mîsak yapması, Allah'la sözleşme akdetmesi ne kadar da yüce bir iştir. Müslüman olmak budur. Pazarlıksız olarak bu şekilde teslim olan kişiye Müslüman (Müslim) denmektedir.
Müslüman olmak bir şeref, Müslüman kalmak ise daha büyük bir şereftir. Bir kul, Müslüman sıfatını almakla, Allah'ın tayin ettiği çizgiler istikametinde, şerefli elçilerin yürüdüğü sırât-ı müstakim üzerinde, gelmiş geçmiş bütün mü'minlerle buluşmuş demektir. Nuh’la, İbrahim’le, Muhammed’le, diğer elçilerle ve sayısını bilemeyeceğimiz bütün mü'minlerle fikrini, zikrini, ideolojisini, siyasetini, edebini, zevklerini, estetik anlayışını, hâsılı bir bütün olarak hayatını; dünyadan, yaşamdan, medeniyetten, kültürden ne anladığını; insana, eşyaya ve tabiata bakışını tevhid etmiş demektir. Gelmiş geçmiş bütün rasullerle, onların sahabeleriyle, Allah yolunun şehidleri ve mücahidleriyle, Allah yolunda çile çekmiş, sürgün edilmiş, hapsedilmiş, boynuna yağlı urgan geçirilmiş, gammazlanmış, sihirbazlıkla, meczuplukla suçlanmış kadın ve erkek bütün mü'minlerle aynı mahalleye mensup olmak, onlarla aynı dünyanın insanı olmak, onlarla aynı endişeleri taşımak, aynı tasayı ve kıvancı paylaşmak ne büyük izzettir. Eğer varsa ‘sevda’ denilen bir şey, nebilerinkiyle aynı olmak…Müslüman olmak, sadece namaz, oruç, hac ve zekât gibi belli başlı ibadetleri yerine getirip, kendini toplumun kenarında tutmak, hayata olabildiğince az katılmak demek değildir. Böyle bir İslam yoktur. Müslüman olmak, hayata, İslami endişelerle ve İslami hedefler için müdahil olmak demektir. İbrahimî bir müdahaleciliği olmayan bir musallînin salâtı, sureta salâttır. Gerçekte ise “sâh olunan” bir ritüeldir. Oruç gibi ibadetler de, İslam'ın belki asıl hedefi olmaktan ziyade, İbrahimî bir teslimiyetin yol azığı iken, tasavvuf meşhurlarının, Hint mistiklerinin çilesine dönüştürülmektedir.
Sözü uzatmadan diyebiliriz ki, asıl meziyet, İslamlaşma aşamasından sonrasında aranmalıdır. Yani Müslüman olmak kadar, Müslüman kalmak da bir meziyettir. Fakat Müslüman kalmayı bilmek gerekir.
Bir insan Müslüman olmakla, şeytan ondan ümidini kesmiş değildir. Belki de şeytan asıl o zaman işe koyulmaktadır. İnsanları İslam'dan vazgeçirmeye çalışmak için şeytanın fısıldadığı o kadar çok gerekçe var ki. Çağa, toplumsal ve siyasî şartlara göre bu gerekçeler çeşitlenmektedir.
Günümüzde İblis, fısıltılarını, daha ziyade siyaset üzerinden yürütmektedir. Dinî kimlikli aktörlere oynattırılan siyasî oyun ve aktörlerin oyun içerisinde gösterdikleri yetenekler, dindar kitleleri baştan çıkarmaktadır. Sözü edilen kitleler, geçmişte İslam ve siyaset adına algıladıkları şeyin kendilerine yanlış telkin edildiğini düşünmeye ve doğru olanın, şu anki dini kimlikli siyasî aktörlerin yaptıkları olduğunu iddia etmeye çoktan başlamışlardır bile. Artık bir günah çıkartma furyasıdır başlamış ve önüne gelen her türlü şeref, haysiyet, fikir namusu gibi değerleri silip süpürmektedir.
Bu silip süpürme olgusu şu gerçeği bir kez daha hatırlatmaktadır: Müslüman olmak için, İslam'ın zıddını da iyi tanımak gerekmektedir. İslam'ın zıddını bilmeyen bir insan, bir uyurgezerin yaptıklarını yapmaktadır. Dolayısıyla ne yapıp yapmalı, “ben de Müslümanlardanım” diyen kimselere, İslam dışının, İslam karşıtlığının, İslam düşmanı ideolojilerin ne olduğu öğretilmelidir. Zira İslam dışı din ve fikirleri bilmeyen, yeni Müslüman olmuş kişilerin, onları tanıdıkları anda, cazibelerine kapılmaları tehlikesi her zaman mevcuttur. Dolayısıyla, siyasî bilinç eğitimi çok önemlidir. Siyasî bilinçten yoksun bir din algısı, tam da İslam düşmanlarının amacıdır. Siyasî hedeflerinden tamamen arındırılmış bir ‘İslam’, bütün dünya müstekbirlerinin aradığı en önemli metadır.
Kendini Müslüman olarak tanımlayan bir kişi, şu anda ABD yönetimi tarafından model ortağı olarak tayin edilen Türkiye'de İslam'ın değil, Batı medeniyetinin belirleyen olduğunu çok iyi bilmek zorundadır. ‘İlm-i hal’ denilen bilgi budur. Bilmesi gerekir ki, teker teker İslam'ın değil, modern seküler demokratik bir dünya düzeninin hedefleri gerçekleşmektedir. Türkiye'de İslami siyasî düşünce değil, laik düşünce egemendir. Siyaset Allah adına değil, bütünüyle, Allah'ın karıştırılmadığı, Allah'ın adının tamamen dışlandığı bir dünya görüşü adına icra edilmektedir. Her türlü boyutuyla hayat, Allah adı etrafında değil, şeytani bir program etrafında yürütülmektedir. Fakat bu şeytanizmin kolayca tefrik edilememesi için, elbette ‘dindar’ aktörlere başroller verilmektedir. Ruşen Çakır’ın parmak bastığı gibi, bu, oyun kurucuların başarısızlığını değil, başarısını ve onların dağıttığı rolleri kapışırcasına alıp benimseyen, rolüyle hemhal olan aktörlerin başarısızlığını gösterir. Laik-demokratik oyun kurucular saf değil, seyirciler böndür. Aslında seyircilerin ve figüranların ‘bön’ oldukları da tartışmaya açıktır. Çünkü bu büyük oyunu anlamak için en küçük bir çaba sarf edilmemektedir. Aksine, bile bile kandırılmak istenmekte, yarın bir gün, bugünün muhasebesi yapılırken, “bilmiyorduk, kandırıldık” numarasını yapmaya elverişli bir maske kullanılmaktadır.
***
Türkiye'de seçimler, parti kapatılması, başörtüsü gerginliği, rejimin reformcu kanadına yönelik derin baskılar gibi gündem oluşturan olaylar, İslami hassasiyetleri aşındıran, insanları tedirgin eden, kafa karışıklığını artıran büyük fitne günlerine dönüşmektedir. Hâlbuki bir müslümanın İslam oluşu bu kadar kabuksal olmamalıdır. Küçük rüzgârların, kendilerini bu kadar sarstığı insanlar, şiddetli fırtınalarda nasıl ayakta kalacaklardır! Hele de hortum günlerinde o Müslümanlar hangi dala tutunacaklardır?
Peygamberimiz Muhammed (sav) zamanında da çok fırtınalar esmişti. O gün de insanların ayağının kaymasına yol açabilecek fitneler yaşanmıştı. Kur'an ise, ökçesi üzerinde geri dönmek ya da ayakları üzerinde sabit kalmak gibi deyimlerle o günlerin tahlilini yapmış, mü'minleri kuşkuda kalmaktan kurtarmıştır.
Kur'an, ökçesi üzere geri dönmek deyimini, Muhammed (sav) sonrası dönemde Müslümanların düşmeleri muhtemel birtakım itikadî zaafları öngörerek gündeme getirmiş ve şiddetle uyarmıştır: “Muhammed ancak bir Rasûl’dür. Ondan önce de nice rasuller gelip geçmiştir. Şimdi o ölür ya da öldürülürse sizler ökçeleriniz üzerine gerisin geriye mi döneceksiniz?...” (3/Âl-i İmran, 144).
Bu uyarı, Din’in varlık sebebinin hiçbir Peygamber olmadığı gibi, Muhammed (sav) de olmadığı anlamına gelmektedir. Peygamberler adı üstünde ‘elçi’dirler. Allah var olduğu için ve insanı yarattığı için din vardır. Rasuller, insanlık denizinin o kutlu fenerleri elbette risâlet kurumunun olmazsa olmaz özneleridir. Onlar, beşer cinsinin en ideal numuneleridir. Onlarsız din düşünmek mümkün değildir. Ama rasuller fanidir. Onların olmadığı yer ve zamanlarda Din yine vardır. Nebilerin olmadığı çağlarda İslam, insan hayatına hükmedici özelliğinden hiçbir şey kaybetmez. İslam, güvenli bir liman olarak kendisine sığınacak insanları her zaman beklemektedir.
Muhammed de bir beşerdi, o da bir gün gelecek, hayatta olmayacaktı. İşte o gün, Müslümanlar, geldikleri yöne, cahiliye hayatına geri dönmeyeceklerdi, dönemezlerdi. Muhammed (sav) yokken de, o varmış gibi, onun gibi siyaset yapmak, onun gibi Din’i ikame etmek, onun gibi marufu emredip münkerden nehyetmek, onun gibi yeryüzünde sadece Allah'ın adının ilası için, fitnenin ortadan kalkması için canıyla ve malıyla mücadele etmek bütün mü'minlerin göreviydi.
Peygamber sonrası dönem için mü'minlerin yapması gereken buyken, şimdiki Müslümanlara ne oluyor da, en küçük demokratik kazanımlar karşısında dağılıveriyorlar, çözülüveriyorlar, erozyona uğruyorlar? Modern cahiliye demek olan demokratik, liberal ve laik siyasetler güç kazandıkça Müslümanlar, Allah'a verecekleri hesabı düşünüp, neden kendilerinin de en az Müslüman olmayanlar kadar çalışmadıklarını sorgulamak yerine, modern şirk düzenlerine methiyeler düzmekte, kendi geçmişlerinden ise utanç duymaktadırlar.
Kur'an, bugünleri önceden bilen Allah'ın kelamı olarak, kendini İslam'la tanımlayan kimselerin iki arada bir derede kalmışlığını (müzebzebîne beyne zalik) mealen şöyle tanımlamaktadır: “Allah dururken, insanlara hiçbir yarar ya da zarar veremeyen birtakım varlıklara (insanlara) tapmanın bir anlamı yoktur. Allah hidayete erdirdikten sonra, gerisin geri eski dinlerine yani kâfirliğe dönen kimselerin durumu şöyle örneklendirilebilir: Şeytan insanı saptırıp, şaşkın bir şekilde çöle düşürmek istemekte, o insanın dostları ise ‘bize gel!’ diye hidayete çağırmaktadırlar.” (6/En’am, 71). Bizimkisi ise, kendisini hidayete çağıran kardeşlerinin, hala aynı yerde otladıklarını görmüştür!
İşte günümüz ‘müslümanlarının’ İslam'la modernizm arasındaki hikâyesi aynen bu şekildedir.
Bir kıble değişikliği bile, Peygamber'e uyan, tabi olmaya devam edenle, ökçesi üzerine geri dönenlerin ayırt edilmesine (2/Bakara, 143) sebep olabilmekteyse, kıble değişikliğine tersinden benzeyen bazı çok tipik siyasî olaylar da, ökçesi üzerine geri dönenlerle İslam'a tabi olmaya devam edenlerin ayrıştığı bir imtihan vasatı olma özelliğini sürdürmektedir. Öyle ki mesela Avrupa Birliği hevesi, Allahu Teâlâ’nın Medîne’de mü'minleri yönelttiği kıbleden irtidat etmek anlamına gelecek temsili bir anlam taşımaktadır. Bugün de bu heves, AB’cilerle, kadim kıbleleri üzerine kaim olanların bilinmesi bakımından bir imtihan vesilesidir. O gün Medine'de, Allah'ın emriyle, Peygamber'in arkasında yeni kıbleye yönelmek, Kur'an'ın şehadetine göre, bazı kimselere nasıl ağır gelmişse (2/Bakara, 143), bugün de, AB’yi kıble edinmekten sarfı nazar etmek, aynı tür kimselere ağır gelmektedir.
Buradaki ‘irtidat’ vurgusu kesinlikle yadırganmamalıdır. Hiçbir mürted kendisinin, Din’in hak olduğunu bildiği halde, o dine hıyanetlik etmek maksadıyla irtidat ettiğini beyan etmemektedir. Nasıl ki Samiri, Musâ’nın din anlayışını beğenmeyerek, Musâ’dan farklı bir din ve farklı ilahlar ihdas etmiştiyse, bugünün mürtedleri de, Muhammed'in yoluna tabi olanların din anlayışlarını beğenmeyerek, yeni dinler, yeni tanrılar ihdas etmektedirler. ‘AB değerleri’, o tanrılardan biridir. Kur'an, kâfirlere itaat etme durumunda mü'minleri eski cahiliye hayatlarına geri döndüreceklerini bildirmekte ve “geriye dönüş” anlamını ifade için “yuraddûkum alâ a’qâbikum” sözcüklerini kullanmaktadır. ‘Radde’ kelimesi, ‘irtidat’ ile aynı köktendir. “Ey iman edenler! Eğer kâfirlere itaat ederseniz, sizi gerisin geriye döndürürler de, hüsrana uğrayanlar olarak devrilirsiniz.” (3/Âl-i İmran, 149).
Görme özelliğini bütünüyle yitirmemiş gözler günümüzde, kâfirlere itaat eden, dolayısıyla itikadlarını kaybeden, Allah'ın haram kıldığı ideolojileri din edinerek ‘devrilen’ nicelerini görmektedir. Demokrasi adı altında Batı tarzı bir hayatı müslümanların vazgeçilmez bir hedefi ve bir medeniyet projesi olarak görenlerin, ‘irtidat’ sözcüğüne iyi dikkat etmeleri gerekmektedir. İrtidat sadece kaba bir şekilde Din’den çıkmak da değildir. Muhammed Esed, Al-i İmran suresinin 144. ayetinin yorumunda, “Allah yolunda çaba göstermekten bilinçli bir geri çekilişi” de irtidat kapsamında değerlendirmektedir.
Kur'an, kendilerinde bir değer var sanısıyla içtenlikle kâfirlere yönelmeyi (öykünmeyi) kesin bir dille yasaklamakta, “zulmedenlere meyletmeyin! (öykünmeyin)” (11/Hud, 113) buyurmaktadır. Yine Kur'an'ın haber verdiğine göre, Mekke kâfirleri, Allah'a iftira atmak ve Allah'ın vahyettiği hakkında kuşkuya düşürmek için Muhammed (a.s) üzerinde birtakım toplum mühendisliği projeleri yürütmüşlerdi. Fakat Allah'ın sabitlemesi sonucunda Peygamber (a.s) bu çıfıt fitneleri atlatabilmiş, onlara meyletmemiş, yönelmemiştir. (17/İsra, 74). Peygamber, Kur'an tarafından, “Eğer seni sebatkâr kılmasaydık, gerçekten, neredeyse onlara birazcık meyledecektin.” sözleriyle uyarılmaktadır. Bu, biz mü'minlerin aslında Peygamber'e hiçbir şekilde yakıştıramadığımız bir durumdur. Ama Allah böyle çok kritik bir eşikten bahsetmekte, hem Peygamber'in, hem de onun şahsında biz mü'minlerin bu hususta çok uyanık olmamızı istemektedir. Peygamber'in ismi, böyle kritik bir eşikle birlikte anılabildiğine göre, İslam dışı yolları İslami mücadele biçimiymiş gibi algılayanlar ve onlara oy vermek suretiyle, politikalarını tasvip etmek ve başkalarının da o çizgiye katılması için inisiyatif alanlar, acaba o eşiğin neresindedirler?! Peygamber hiçbir şekilde kâfirlere meyletmemiş, İslam'dan başka hayat tarzı aramamışken, çok ciddi bir uyarıya muhatap olması, AB’cileri, Obama’cıları, ılımlı İslamcıları, diyalogcuları acaba neden düşündürmemektedir?
İktidar gücü her zaman etkileyicidir. İktidar, güç demektir, nüfuz demektir. İktidarın ‘nimetleri’, sayısal üstünlükler, iktidara ayak uyduranlara tanınan görece hareket alanları, görece politik ataklar, sistemin kokuşmuş, hantallaşmış uzuvlarını gençleştirici reformlar, kitleler üzerinde tam bir büyü (teshir) etkisi yapmaktadır. Bu kitleler içinde, daha düne kadar ‘şeriat düzeni’ isteyenler sınıfında bulunan dindar kimseler de bulunmaktadır. Şu var ki, rejim onlar üzerinde bir fitne politikası (mühendislik) uygulamış ve rahatlıkla ve rahatlıkla hedeflerini tutturmuştur. Peygamberini “az daha onlara meyledecek” bir kerteye gelmekten Allah'ın koruması, ayaklarını yere sabit bastırması konumuna bu insanlar ne yazık ki gelememişlerdir. Allah’ın, peygamberini koruyup da, şimdiki insanları korumayacağını hiç kimse iddia edemeyeceğine göre, kimsenin geçerli bir mazereti de bulunmamaktadır. Allah her birimize ayrı ayrı vahiy indirmeyeceğine göre, İsra suresinin 74. ayetindeki gibi uyarılar, bizleri en azamî derecede koruyucu ilahî uyarılardır. Bu uyarılara değer vermeyenlerin, kendilerini aklayacak mazeretler aramaları beyhudedir.
-
ADEMOĞLU 15-07-2009 18:42
Dünyamızın naden laşkalaştığını sanıyoruz ki islami değerleri kendi hevalarına göre cemaatlerine müritlerine dayatanların sayısının çokluğu bunu bariz bir şekilde göstermiyormu dahası islamı anladığını sanan yılğınlar anladıklarının yaşama aktarılmadan onu vicdanlarda hapsetmeyi erdem sayanların çokluğunun soncunda islami hayatların neden acı ve elemle noktalandığının kimse farkında değil taki toprağı başlarına çektiklerinde VAH Rabbim bizi geri döndür diye feryatları inanın hisediyoruz ve bu bizlere acı veriyor. sizinde açıklık kazandırdığınız gibi hayat yaşanırsa hayattır hayatı taklit olarak anlamak veya sürdürmek değil. Hayatta ançak yaşamaya çalıştığımız anlayayamadığımız değerleri yani islami hayatı net ve katışıksız olarak anlamaya Allahın yüce isimlerini yüce anlamlarıyla bağdaştırıp hayatımızın her alanına sokmaya kurani yaşam ve hayatı kınayaıcının kınamasına aldırmadan devam etirmek ançak ve ançak ölmeden yaşamaktır. yazınız güzeldi Allah razı olsun devamı olur inşallah.
- Gelenekten Modernizme Çocuk Eğitimi ve Biz Müslümanlar!
- Hz. Ömer mi dediniz?
- Bize ne oldu...
- Kunaybi: Laik devlette iktidar olmak doğru mudur?
- Hayat ve İbadet
- Kur’an İlaç Değil, Reçetedir
- Toplum mühendislerinin yeni gözdeleri: Neo-Menkıbeciler
- İslam'ın Yunus Emre ve Nursi'ye göre tanımlanması Amerikan projesi
Makaleler
Hava Durumu