Atasoy Müftüoğlu ile ufuk turu
İktibas Dergisi'nden A. Burak Bircan ve Erhan Aktaş, düşünce adamı - yazar Atasoy Müftüoğlu ile ufuk açıcı bir söyleşi gerçekleştirdi. Tam manasıyla bir ufuk turu niteliğinde olan bu söyleşiyi sayfalarımıza taşıyoruz...
11-11-2008
"İslam ruhbanlığı reddeder, Allah'la doğrudan iletişimi öngörür"
İslam, her tür ruhban'ın aracılığını reddeder. İslam, müminlerin Allah'la doğrudan iletişim kurmalarını ister. İslam, Batılı bir bağlama indirgenemeyeceği gibi, batini bir bağlama da indirgenemez, ideolojik sloganlara indirgenmiş bir radikalizme dönüştürülemez.
"Ömrüm boyunca muhalif olarak yaşadım"
Yazarken, konuşurken, yaşarken sınırlarımın bilincinde olmaya çok özen gösterdim. Sınırlarımı aşan iddialarda bulunmadım. Yeteneğimin, birikimimin sınırları dışına çıkmaya çalışmadım. Ömrüm boyunca bilinçli olmayan her tercihin büyük bir aldanışla sonuçlandığını gördüm. Kişilik değişim ve dönüşümlerinin, iman-irade bütünlüklerinin parçalanması nedeniyle ortaya çıktığına tanık oldum. Bilinçli iman-irade tercihi yapamayanların her yöne kolaylıkla savrulduklarını, savrulmakta olduklarını yaşayarak öğrendim. Ömrüm boyunca bir muhalif gibi yaşadım.
"Statükoculuğu, konformizmi sorgulamalıyız"
Konformist bireyler ve konformist toplumlar her şeyi tekrar ederler. Konformist toplumlarda/kültürlerde yalnızca romantik bir İslam algısı gündemdedir. Romantik her İslam algısı daha çok mucizevi beklentilere dayalı bir dil ve söylem oluşturur, popüler inançlar oluşturur. Popüler inançlar, mistik söylemler hiç bir zaman gerçekleşmeyecek umutları dile getirir. Sorumluluklarımızı gereği gibi yerine getirebilmemiz için; konformizmi, statükoculuğu, muhafazakarlığı, İslami bir bütünlük içerisinde eleştirebilmeli/sorgulayabilmeliyiz.
"Kültür endüstrisi gibi menkıbecilik de kitleleri uyuşturuyor"
Kültür endüstrisi kitleleri nasıl aldatıyor, oyalıyor ve engelliyorsa; İslami çevrelerde gerçekleştirilen masal-rüya-menkıbe-keramet üretimi ve öyküleri de kitleleri aynı şekilde oyalıyor, aldatıyor ve engelliyor. Kitleler bu öykülerle narkoz almış gibi oluyor ve sorumluluk alanlarından uzaklaşıyor.
"Postmodernizm, modernizmden daha ağır yıkımlara yol açtı"
Bugün, İslam toplumları taş kalpli, ruhsuz, içeriksiz, kaba, hoyrat kavramlarla terörize ediliyor. Taş kalpli kavramlarla Batılı olmayan dünya nesneleştiriliyor. Nesneleştirilen dünya daha kolay tahakküm altına alınabiliyor. Batılı olmayan dünyayı kategorize ederek, Batı kendisine bir üst/dokunulmaz konum sağlıyor, postmodernizm; modern dönemde ortaya çıkan savaşlar, Nazizmler, Faşizmler, toplama kampları, soykırımlar, bunalımlar nedeniyle modernizmi çok ağır eleştirilere tabi tutarak sahneye çıkmıştı, ancak, bugün postmodern dönem çok daha ağır insanlık trajedilerinin, insanlık suçlarının yaşandığı bir dönem oldu. Postmodern dönem, hayatın her alanında "anything goes" (herşey mubah) anlayışını/zihniyetini bir gelenek haline getirerek bir idraksizlik çağı başlattı.
"Amaçsız edebiyat, edebiyatın sonu demektir"
Hangi alanda olursa olsun statükolara/konformizme mahkûmiyet entelektüel sefaletle sonuçlanır. Sanat/edebiyat ve siyasetin anlamları günümüzde çok belirsiz ve çok bulanıktır. Günümüz gerçekliği ile edebiyat arasında çok ciddi sorunlar/uyuşmazlıklar var. Edebiyat 'ı dünyayı daha insani, daha adil, daha güzel, daha kültürlü kılma çabası olarak, evrensel varoluşun ruhu olarak anlamalıyız. Anlamsız ve amaçsız bir edebiyat/sanat faaliyeti, edebiyyatın/sanatın sonu demektir. Edebiyat/sanat günümüzde sıradanlaşıyor, gündelik hale geliyor.
"Müslümanlar son yüzyılı ehven-i şer tercihine mahkum olarak geçirdiler"
İslama karşı halen güçlü bir koalisyon var. Müslümanlar son yüzyılı hep bir ehven-i şer tercihine mahkum olarak geçirdiler. Bir ehven-i şer tercihine mecbur olmaksızın varolabileceğimizi gösterebiliriz. Kötünün iyisini seçmek bir gelenek halini almamalıdır. İslam toplumları arasında düşünce alışverişi çok yetersiz ve çok yüzeysel. Kendi zamanımızın, içerisinde yaşadığımız dönemin ve tarihin özelliklerinin farkına vararak, ancak çabalarımızın karşılıklarını görebileceğimiz bilinci içerisinde çalışarak geleceğe doğru yürüyebiliriz
İşte Atasoy Müftüoğlu'nun A. Burak Bircan ve Erhan Aktaş'ın sorularına verdiği cevaplar:
Her ne kadar "Tanışmak birlikte başlamak, birlikte bitirmektir. Birlikte solumak, birlikte duymak, birlikte yürümek, birlikte dayanmak; birlikte katlanmaktır tanış olmak" diyorsanız da biz sizi, kısmen tanıdığımızı, en azından tanımaya çalıştığımızı düşünüyoruz. Ne yazık ki sizin yukarıda çerçevesini çizdiğiniz kapsamda, derinlikte ve ciddiyette olmasa da sizi tanımaya çalışıyoruz. En önemlisi de sizin duruşunuzu, Tevhide vurgunuzu, üslubunuzu, hep doğrunun peşinde olan dinamik yapınızı çok önemsiyor ve takip ediyoruz, ve bu vesileyle, önemli kavşakları olduğunu bildiğimiz bu hayat yolculuğunda okuyucularımız sizi daha yakından tanısın istiyoruz; Ana hatlarıyla..
Kitap, dergi, gazete okunan; dünyada ne olup bittiğini takip eden; konuşan, tartışan bir evde dünyaya geldim. Çocukluk yıllarımda bu evde ilk İslami eğitimimi aldım. Çocukluk yıllarımda bizim için gerçek dünyanın ne anlama geldiğini gördüm, yaşadım. Rahmetli Babam, çocuklara İslam'ı, Kur'an’ı öğrettiği için 1946 yılında jandarma tarafından zincire vurularak götürülmüştü. İslami-Kur'ani eğitim konusunda, o günden bu güne çok şey değişmedi. Yayın dünyasını izleyen bir evde doğduğum için okumaya/yazmaya meraklıydım. 1960 yılından itibaren Büyük Doğu, Yeni İstiklal dergilerinde, Babıali'de Sabah ve Yeni İstanbul gazetelerinde yazmaya başladım. Takip eden dönemde/dönemlerde şimdi isimlerini sıralamakta zorluk çektiğim pek çok dergide yazılar yazdım. 1971 yılında Eskişehir'de, etkisi ve yankısı olan edebiyat dergisi Deneme'yi yayınladık. 42 yıldan beri Eskişehir'de oturuyorum. Bu zaman zarfında Eskişehir'le ilişki kurmayı başaramadım. Buraya 42 dakika önce gelmiş birisi kadar yabancıyım. 1980 yılı 12 Eylül askeri darbesi sonrası sakalım sebebiyle işimi kaybettim.O tarihten bu yana ilkelerime uygun bir iş bulabilmiş değilim. Ben bir profesyonel değilim. Yazarlığı meslek edinmedim. Bir sorumluluğu yerine getirmek üzere yazılar/kitaplar yazıyorum. 1970 li yılların sonuna kadar Büyük Doğu, Diriliş, Edebiyat/Mavera dergilerinin açtığı düşünsel ufuk içerisinde bulunuyordum. Aynı yıllarda çağrıldığım ve tebliğler sunduğum uluslararası konferanslarda, İslam dünyasının/toplumlarının farklı bütün renkleriyle, biçimleriyle, yaklaşımlarıyla tanışma imkanı buldum. Bu dönem benim için yeni bir dönem oldu. Çok daha kuşatıcı, etkileyici, heyecan verici bir ufka sahip oldum. Dünyanın kendi çevremizden ibaret olmadığını gördüm. Yazarken, konuşurken, yaşarken sınırlarımın bilincinde olmaya çok özen gösterdim. Sınırlarımı aşan iddialarda bulunmadım. Yeteneğimin, birikimimin sınırları dışına çıkmaya çalışmadım. Ömrüm boyunca bilinçli olmayan her tercihin büyük bir aldanışla sonuçlandığını gördüm. Kişilik değişim ve dönüşümlerinin, iman-irade bütünlüklerinin parçalanması nedeniyle ortaya çıktığına tanık oldum. Bilinçli iman-irade tercihi yapamayanların her yöne kolaylıkla savrulduklarını, savrulmakta olduklarını yaşayarak öğrendim. Ömrüm boyunca bir muhalif gibi yaşadım. Bu nedenle de devlet bana hep "şüpheli" muamelesi yaptı. Bunaltıcı bir biçimde izlendim. Rencide edici gözaltılara maruz kaldım. Şimdiye kadar yayınlanmış 20 kitabım var.
"Kendi zamanımızın bilincinde olmakla birlikte, İslam kültür ve uygarlık ufkunun da bilincinde olmalıyız" diyorsunuz. Acaba böyle bir bilinç ve derinliğe sahip olmadan sorumluluklarımızı yerine getirebilir miyiz?
Her şeyden önce; nasıl bir dünyada yaşıyor olursak olalım, İslami bir dünyanın, tarihin, toplumun mümkün olabileceğine ilişkin bir bilince ve umuda sahip olmamız gerekir. Tevhidi bir tutarlılık ve bütünlüğe sahip olmadığımız takdirde eylemlerimizin her hangi bir anlamı olamaz. Ahlaki bir hayat, sorumlu bir hayat; ahlaki ilişkiler, eylemler ve bağlar/bağlılıklarla mümkün olabilir. Ahlaki ilkelerin, adalet ilkelerinin fiilen yaşanması gerekir. Ahlaklı olmayan, sorumluluk almayan ve eylemde bulunmayan bireylerin ya da toplumların tarihleri olamaz. Konformist bireyler ve konformist toplumlar her şeyi tekrar ederler. Konformist toplumlarda/kültürlerde yalnızca romantik bir İslam algısı gündemdedir. Romantik her İslam algısı daha çok mucizevi beklentilere dayalı bir dil ve söylem oluşturur, popüler inançlar oluşturur. Popüler inançlar, mistik söylemler hiç bir zaman gerçekleşmeyecek umutları dile getirir. Sorumluluklarımızı gereği gibi yerine getirebilmemiz için; konformizmi, statükoculuğu, muhafazakarlığı, İslami bir bütünlük içerisinde eleştirebilmeli/sorgulayabilmeliyiz. Taklit eden bireyler gibi, taklit eden toplumlar da kendi kendilerini engellerler; hiç bir yeteneklerinin/sorumluluklarının farkına varamazlar; hiç bir yeteneklerini geliştiremezler. Kuramsal, kavramsal ve pratik çelişkiler/belirsizlikler/beklentiler içerisinde yaşayan insanların tutarlı bir çerçeveye/eyleme sahip olabilecekleri düşünülemez. Bir sorumluluk bilinci taşıyan Müslümanlar kesinlikle narsisit kayıtsızlıklar içerisinde olamazlar.
Yalnızca kendilerinden, kendi yaptıklarından haz alanlarla bir sorumluluk alışverişi yapılamaz. Kendi tarzlarıyla/yöntemleriyle büyülenenler, başkalarında ne gibi bir izlenim bıraktıklarını merak etmezler bu nedenle de çok gülünç durumlara düşebilirler. Kendi yol ve yöntemlerini mutlaklaştırarak, kendilerini izleyen toplulukları düşüncesizleştiren basit propagandacılar sorumluluk ahlakına yabancıdır. Kültür endüstrisi kitleleri nasıl aldatıyor, oyalıyor ve engelliyorsa; İslami çevrelerde gerçekleştirilen masal-rüya-menkıbe-keramet üretimi ve öyküleri de kitleleri aynı şekilde oyalıyor, aldatıyor ve engelliyor. Kitleler bu öykülerle narkoz almış gibi oluyor ve sorumluluk alanlarından uzaklaşıyor.
Bazıları "İkbal beklentileriyle ideolojik kaygılarını telif” süreçlerini meşrulaştırmak kaygısıyla müslümanların bazı yanlışlarını gündeme getirme ihtiyacı hissetse de müslümanların bir kısmı da gerçekten bir sorun olarak algılıyor ve dillendiriyorlar dil sorununu. Sizce günümüzün tarihsel, kültürel, sosyal, siyasal dünyasına, ihtiyaçlarına, beklentilerine cevap üretebilecek yeni bir dili, yaklaşımı nasıl üretebiliriz?
Modern zamanlar boyunca kolonyal düşünce, İslam toplumlarının bilincini sömürgeleştirerek bu toplumları sömürge haline getirdi. Bilincin sömürgeleştirilmesi; bu bilincin eleştiri/sorgulama/analiz/merak/tartışma/direniş/ isyan üretmesine mani oldu. Kolonyal tecrübe/model/mantık/dayatma/ sömürgeleştirilen halkların/toplumların tarihlerini/kültür ve uygarlıklarını yeniden üretmelerine de fırsat vermedi. Sömürgeciler tarih felsefesi yapma hakkını kendilerinde görürken, bu hakkı sömürgeleştirilen halklara tanımadılar. Sömürülen halklar sadece tarihin kaydını tuttular.Bu kayıtlardan da, sömürgecilerin gerçekleştirdiği tarihsel kötülükler/zulümler/işgaller/katliamlar silindi. İslam toplumları tarih felsefesi yapamadıkları için, tarihin seyrini/dinamiklerini/olumsuz etkilerini/tahribatını gereği gibi teşhis edemediler. Tarihe boyun eğdiler, bunu bir kader saydılar, teslimiyetçiliği hayat tarzı haline getirdiler. Müslümanların yeni bir dil/tarz/ yöntem/model gerçekleştirebilmeleri için öncelikle sömürgeleştirilen bilinçlerini/algılarını/zihinlerini gerçek anlamda özgürleştirmeleri gerekir. Bunun için öncelikle eleştirel bir düşünce ortamı oluşturulabilmelidir. Ancak, eleştirel düşüncenin eleştirmekten öteye geçemeyeceği hatırlanmalıdır. Önemli olan eleştirmenin ötesine geçebilecek alternatifler üretmektir. Bugün, İslam toplumları taş kalpli, ruhsuz, içeriksiz, kaba, hoyrat kavramlarla terörize ediliyor. Taş kalpli kavramlarla Batılı olmayan dünya nesneleştiriliyor. Nesneleştirilen dünya daha kolay tahakküm altına alınabiliyor. Batılı olmayan dünyayı kategorize ederek, Batı kendisine bir üst/dokunulmaz konum sağlıyor, postmodernizm; modern dönemde ortaya çıkan savaşlar, Nazizmler, Faşizmler, toplama kampları, soykırımlar, bunalımlar nedeniyle modernizmi çok ağır eleştirilere tabi tutarak sahneye çıkmıştı, ancak, bugün postmodern dönem çok daha ağır insanlık trajedilerinin, insanlık suçlarının yaşandığı bir dönem oldu. Postmodern dönem, hayatın her alanında "anything goes" (herşey mubah) anlayışını/zihniyetini bir gelenek haline getirerek bir idraksizlik çağı başlattı. Bugün, Türkiyede açıkça görülebileceği üzere Neonurculuk akımı da bir tür herşey mubah zihniyetini gelenekselleştirmeye çalışıyor.Yeni bir dil oluşturabilmek için, Avrupa aydınlanması tarafından, evrensel olmadıkları halde evrenselleştirilen kavramlar aracılığıyla taşralaştırılan İslam toplumlarının/kültürünün/uygarlık değerlerinin, bu taşralaştırma süreçlerini reddederek, bu süreçleri sorgulayarak, insanlık ölçeğinde tevhidi içerikler üretmeye cesaret ederek, Avrupa kavram ve kurumlarını taşralaştırmak gerekir.
Elbette "İnanmak ve Yaşamak" gerekiyor. Başka bir ifadeyle "Gerçek bir umuda ihtiyacı olanların öncelikle gerçek bir bilince, bu bilinci ayakta diri tutabilecek büyük ahlaki/düşünsel niteliklere sahip olması icab eder. Sorunlarımızı, sorumluluklarımızı, düşüncelerimizi, çabalarımızı paylaştığımızda umutlarımızı da paylaşabiliriz." ancak, böyle bir hayatı yaşarken ölçü/mihenk belirleyici değil mi? Bu ölçüyü netleştirmek bilinçli bir başlangıcın ilk şartı değil mi sizce?
Bilinçli başlangıçlar yapabilmek için, karşı karşıya bulunduğumuz bunalım, belirsizlik ve tıkanma durumlarıyla acilen yüzleşmemiz icap eder. Bunalım, belirsizlik ve tıkanma durumunu aşmamız gerekir. Bunun için; gerçekleri doğru tanımlayarak, tarihi ve dünyayı doğru tanımlayarak, düşsel tahayyüllere ihtiyaç duymaksızın işe başlayabiliriz. İçtihadın, yeniden hayata, topluma, dünyaya ve tarihe dönmesi gerektiğini ısrarla konuşmalı ve yazmalıyız. Hayatın bütün alanlarını kuşatan, hayatın bütün alanlarıyla ilgilenen, dünyadaki bütün gelişmeleri takip eden bir içtihad faaliyetinin gereği üzerinde yoğun bir şekilde durmalıyız. İçtihada ehliyetli kadroları nasıl yetiştirmemiz gerektiği üzerinde yanıtlar geliştirmeliyiz. Bunalım ve tıkanmanın hangi yöntemlerle aşılabileceği konusunda kapsamlı ve açık çerçeveler geliştirmeliyiz. Bu konuda iki farklı görüş olduğunu biliyorsunuz. Bu görüşler, temel İslami kaynakları güncelleştirmek suretiyle bunalımı aşmak; ya da modern yöntemlerden yararlanmak suretiyle bunalımı aşmak şeklinde özetlenebilir. Burada hatırlatmak gerekir ki; İslami düşüncenin tümüyle tarihselleştirilmesi gerektiğine inananlar, İslam'ın günümüz koşullarına teslim olması gerektiğine inananlardır. Yeni koşullar için, yeni yanıtlar bulmak üzere içtihad yapmakla, tarihselleştirme kesinlikle birbirine karıştırılmamalıdır. İslamın ideolojikleştirilmesi ne kadar islamın tabiatına aykırı ise, İslamın dünyevi iddialarından vazgeçerek ruhanileştirilmesi de bir o kadar İslamın tabiatına aykırıdır. Günümüz insanı, İlahi hakikati bütün boyutlarıyla, tevhidi bir duyarlık ve bilinç içerisinde öğrenme imkanlarından uzaklaştırılıyor. Çünkü günümüz insanı mutlaklaştırdığı ağabey-üstad-şeyh-hocaefendilerin dogmatik ufuklarıyla sınırlı dünyalarda yaşıyor. Sözünü ettiğimiz zevat, kendi keyfi, konjonktürel, teslimiyetçi yorumlarını Allah'ın (c.c.) hükmü gibi dayatabiliyor. Her hangi bir üstad-şeyh-hocaefendi'yi izleyenlerin akılları bu zevatın akıllarının baskısı altında bulunuyor. Liderlerinin akıllarının ve yöntemlerinin baskısı altında bulunan akıllar, hiç bir şekilde bir entelektüel gelişme kaydedemiyor, tek boyutluluktan kurtulamıyor. Tek boyutluluk başka bilinç ve yaklaşım biçimleriyle etkileşim içerisine girilmesine imkan vermiyor.
Bir müslüman olarak, bütünsel bir mücadeleden söz ediyorsunuz. İslami dili/söylemi hayatı, bütün insanlığı kuşatan bir dil olarak algılıyorsunuz. "İnsanı umursamayan, okuyucuyu umursamayan, hiçbir şekilde anlaşılmak istemeyen, fantaziler üreten, edebiyatı/sanatı, düşünceyi kendi psikolojik ihtiyaçlarını karşılayan bir araç olarak gören, apolitik, teorik spekülasyonlarla uğraşan, reklam fetişisti, kendilerini eleştirmeyen/sorgulamayan, alkış peşinde koşan, kendilerini vazgeçilmez bir marka gibi gören isimler, anlayışlar ve akımları kuşkusuz paylaşmıyorum" tesbitinde bulunuyorsunuz. Durum gerçekten böyle ise bütünsel/hayatın bütün alanlarını kapsayan ve bütün insanlığı kuşatan dili somutlaştıracak insanı nasıl oluşturacağız? Bir başka ifadeyle kimlik sorunumuzu nasıl aşabileceğimizi düşünüyorsunuz?
Dünyanın küreselleşme aracılığıyla bir kez daha Batılılaştırıldığı, laikleştirildiği-dünyeyileştirildiği bir dönemden geçiyoruz. Modern seküler düşüncenin bütünüyle Judeo-Hıristiyan kökleri olduğunu, bütün referans kaynaklarının Hıristiyan düşüncesine dayandığını bu nedenle de seküler düşüncenin evrenselleştirilmemesi, İslam toplumlarına dayatılmaması gerektiği konusunu yeterince konuşmuyor, tartışmıyoruz. Aynı şekilde liberal düşüncenin de Judeo-Hıristiyan geleneğe dayalı bulunduğunu gündeme getiremiyoruz. Bu durum içerisinde yaşadığımız entelektüel nevroz'dan kaynaklanıyor, entelektüel iradesizlikten, cesaretsizlikten, şecaatsizlikten kaynaklanıyor. Günümüzde bütün entelektüel/egemen kavramlar Batı'nın jeopolitik çıkarlarına hizmet etmek üzere araçsallaştırılmış kavramlardır.Bugün jeopolitik çıkarlarla, antropolojik önyargılar bütünleşiyor. Her ülkede etnik bağnazlıklar, tutkular, özel ve genel çıkarlar tarafından kullanılabiliyor. Bir dönem dünyada Musevi düşmanlığı entelektüel moda idi. Bir dönem Komünizm, bir dönem emperyalizm ve Batı düşmanlığı moda oldu. Şimdi de islam düşmanlığı moda haline getirildi. Musevi imgesini üreten Batı kültürü, bugün Musevilerle dayanışma içerisinde İslama karşı mücadele veriyor. Laiklik; din'in karşısına çıkarmak üzere, ideolojik mutlakları, modern mutlakları, Batılı mutlakları icat etti. Bütün bunları şunun için hatırlatıyorum: Kimlik sorunlarımızı aşarak, bütün insanlığı kuşatabilecek bir dili oluşturmak üzere öncelikle biz Müslümanların Batı'nın entelektüel egemenliğini/tahakkümünü aşabilecek bir entelektüel iradeyi ortaya koymamız gerekir. İslam toplumlarında halklar, birbirlerinin dini, etnik ve mezhepsel aidiyetlerinin farkında olmaksızın, bu farklılıkları sorun haline getirmeksizin yaşıyorken, sömürgeci zihniyet ve sömürgeci çıkarlar bu farklılıkları sorun haline getirmeyi başardı. Ancak, Calvinist kapitalist akıl, özgürleştirici bireycilik kesinlikle laik bir mutluluk sağlayamadı. İmansız, bir değer sistemine bağlı olmaksızın, insanın kendi mutluluğunu kazanabileceği yönündeki aydınlanmacı iddiaların ne kadar saçma olduğu yaşanarak anlaşıldı. Yalnızca zenginlik ve güç sahibi olmakla, mutlu olmanın mümkün olmayacağı anlaşıldı. Teknik üstünlük yoluyla meşrulaştırılan kültürel tahakkümün büyük bir ahlaksızlık olduğu anlaşıldı. Cismani olan ile, ruhani olan arasındaki ayrılık Avrupa modernliği ile ilgili bir gelişmedir, bu tür bir ayrılık kesinlikle İslama maledilemez. Bu ayrılıklar modern zamanlarda icat edilmiş ayrılıklardır. Ruhani ile cismaninin birlikte varoluşu İslam toplumlarında hiç bir zaman bir sorun teşkil etmemişti. Statükolara, konformizme, entelektüel belirsizliğe mahkum olan bir zihniyet kimlik sorunlarını aşamaz, yeni bir dil oluşturamaz.
Küresel irade, oryantalist irade için "İslam'ın daha çok manevi/batini yönü önemli" tesbitini yapıyorsunuz. Sonra da "İslam'ın manevi/batini yönü bu çağı temsil etmiyor, İslami bir hareketin öncelikle kendi çağını temsil etmesi gerekir" diyorsunuz. Burada İslam'ın manevi/batini yönü derken neyi kastediyorsunuz? Ve bu bağlamda felsefi arka planı ile Tasavvufu değerlendirir misiniz?
Hangi boyut temelinde şekillenirse şekillensin, İslamın tek boyutlu yorumu kabul edilemez. İslami dil, dünyaya/hayata/topluma insana ilişkin bütüncül yaklaşımlar içeren bir dil'dir. İslam, her tür ruhban'ın aracılığını reddeder. İslam, müminlerin Allahla doğrudan iletişim kurmalarını ister. İslam, Batılı bir bağlama indirgenemeyeceği gibi, batini bir bağlama da indirgenemez, ideolojik sloganlara indirgenmiş bir radikalizme dönüştürülemez. Her Müslümanın, öncelikle İslamın Kur'anın belirlediği din'in çerçevesi ile; iktidarların, iktidar ideolojilerin belirlediği din'in çerçevesini birbirinden ayırt edecek bir birikime sahip olması gerekir. Geçmişte İslam, sömürgeci dayatmalarla engelleniyordu, günümüzde bu engellemeler sömürgeciler adına ideolojik ulus devletler tarafından gerçekleştiriliyor, ulusal ideolojiler de Fransız Jakoben anlayış temelinde şekilleniyor. Ulus-devletler döneminde dinin devletleştirilmesine tanıklık ediyoruz. Ulus-devletler kitleler nezdinde kendilerine bir meşruiyet kazandırabilmek için, İslami araçsallaştırdılar, sömürdüler, sömürmeye de devam ediyorlar. Bu amaçla, İslam daha çok geleneksel/tasavvufi renkler/özellikler/törenlerle gündemde tutuluyor. Türkiye'de olduğu gibi,İslami kimlik işaretlerinin biçimsel olarak yaşatılması sağlanıyor. Pozitivist-laikçi rasyonalizm irrasyonel olarak gördüğü dini gelişmelere militanca karşı dururken, tasavvufi akımlardan/tezahürlerden hiç bir rahatsızlık duymuyor, bunları destekliyor. Bütün, muhalif/ mücahid/ direnişçi, alimler/eylemciler sistemli bir biçimde unutturulmaya çalışılırken,mutasavvıflarla ilgili görkemli resmi törenler düzenlenebiliyor.
Mutasavvıflara özgü bir din anlayışı İslamın yerine ikame edilmeye çalışılıyor. Tasavvuf terminolojisinin Kur'anı Kerimden bağımsız bir biçimde oluşturulduğunu biliyoruz. Bu terminoloji ilahi vahye değil, ilham ve keşfe daha çok önem veriyor. Aziz İslam şeriatı bize insan sezgilerinin, rüyalarının, sözlerinin mutlaklaştırılması kadar büyük bir sapıklık olmadığını öğretir. İslam'ın tarih dışı sayılmak istendiği bir dönemde, tasavvufun sistem tarafından her tür ilgiye mazhar olması üzerinde düşünülmesi gereken bir konudur. Kitaplarını Allah'tan aldıkları emir üzerine yazdıklarını iddia eden; kitaplarını, peygamber Efendimizin kendilerine rüyalarında yazdırdıklarını iddia eden/edebilen zevatın bugün bütün entelektüel çevrelerde büyük bir entelektüel itibarları var. Bunları konuşmak/tartışmak gerekir. Geçmişte olduğu gibi bugün de, pek çok nevrotik narsist Müslümanların ufkunu kapatıyor. Bir söyleşinin sınırları içerisinde aklıma gelenler bunlar. Ancak, tasavvufun mahiyeti/dünü/bugünü çatışmacı bir dil yerine eleştirel ve kuşatıcı bir dille daha geniş bir zeminde tartışılabilmelidir.
Bildiğimiz kadarıyla Sezai Karakoç'un bir süre yakınında bulundunuz. Sezai Karakoç'un büyük/önemli bir şair olmasının yanında düşünsel yapısını ve siyasi yaklaşımını da biliyoruz. Tasavvufa bakışınız çerçevesinde bir değerlendirme yapar mısınız? İnsanımızın dikkatine sunabileceğiniz bazı önemli hususları/tecrübeleri aktarmanız mümkün mü?
Maddi çıkarlar, maddi ihtiraslar için mücadele edenlerin hiç bir zaman ahlaka/erdeme/niteliğe/derinliğe ihtiyaç duymadıklarını biliyoruz. Sezai Karakoç'un hiç bir zaman maddi ihtiraslarla bir işi olmadığı için, sürekli olarak ahlaka ve erdeme, niteliğe ve derinliğe önem veren bir hayatı oldu. Düşünen insanlar, erdemli insanlar, onurlu insanlar hiç bir şekilde araçsallaştırılamazlar, Sezai Karakoç da her hangi bir çevre tarafından araçsallaştırılamadı. Sezai Karakoç, diriliş düşüncesiyle hep entelektüel konformizmin sınırları içerisinde kaldı. Romantik/nostaljik yaklaşımları nedeniyle zamanın sınavından, olayların ve tarihin sınavından geçmeyi başaramayan denemeler yazdı. Bugün Sezai Karakoç'un çevresinde, dünya düşünce hayatının Sezai Karakoç'tan ibaret olduğuna inanan bir grup var. Bu grup Sezai Karakoç'un etrafında bir duvar örmüş durumda. Bu grup Diriliş'i marjinal bir hizbe dönüştürmek için elinden gelen her şeyi yapıyor. Söylemek/yazmak zorundayım. Ben Diriliş için pek çok emek/çaba harcadım. Diriliş'i tanıtmak için Türkiye'yi dolaştım. Sezai Karakoç'un etrafında duvar örenler şimdi tenezzül buyurup bize selam bile vermiyorlar. Hizip ilişkisi dışında bir ilişki biçimine müsait değiller. Sezai Karakoç'un bugün pek çok entelektüelde karşılaştığımız entelektüel atraksiyonlara, aşırılıklara, gösterilere tevessül etmediğini belirtmemiz gerekir. Bunun yanında, Sezai Karakoç'un kendi benmerkezciliğiyle uzlaştığını da kaydetmemiz gerekir. İçerisinde yaşadığımız evrensel reklam ve imaj çağında Sezai Karakoç reklam ve imaj çalışmasına da ihtiyaç duymadı. Günümüzde din'i hizmetler de bir reklam konusu haline getirilebilmiştir. Bugün, bizim telaffuz etmekte güçlük çekeceğimiz ölçüde çok büyük paralar harcanarak, çok büyük yalanlar söylenerek yalnızca bir kişinin, yalnızca bir cemaatin imajını parlatmak üzere büyük pazarlama faaliyetleri gerçekleştiriliyor. Bu konuda en önemli örnek Neonurculuk akımı ve bu akımın lideri olan hocaefendi ile ilgili olarak yapılan imaj çalışmalarıdır. Kim olurlarsa olsunlar kendi yorumlarını yücelterek, bunun bütün bir insanlığın hayrına olduğuna inanan ve bunu cemaatlerine dayatanlar bilinçli ve hastalıklı bir kibir içerisindedirler. Kendi yorumlarını ve ihtiraslarını yücelten/dokunulmaz kılanlar dünyada kendilerinden başka hiç bir islami etkinlik ile ilgilenmiyor, hiç bir çabaya saygı duymuyor, kendilerininkinden farklı bütün oluşumlar hakkında sessiz kalıyor, bunları yok sayıyor.
Mavera Dergisi ve burada birlikte olduğunuz bir grup arkadaşınızla yaşadığınız bir tecrübeyi sormak istiyorum. Ne oldu bu süreçte? Arkadaşlarınızın seçimleri sizi şaşırttı mı, nasıl bir tartışma süreci yaşadınız?
Mavera Dergisi yayınlandığı dönem boyunca yankısı olan etkili bir dergi oldu. Aynen Diriliş Dergisi ve Yayınları ile ilgili olarak yaptığım tanıtım çalışmalarını Mavera Dergisi ve Akabe Yayınları için de yaptım. Türkiye'nin yeni bir dile, yeni bir yaklaşıma ihtiyacı vardı. Bu dergiler sözünü ettiğim bu yeni dili temsil ettikleri için bu çalışmaları yaptım. Mavera Dergisinde devamlı olmasa da uzun süre denemeler de yazdım. Dergi ile ilgili olarak her türlü sorumluluğu paylaştım. Ancak, dergi kadrosu ile aramızda nedenini hiç bir zaman anlayamayacağım bir mesafe vardı.1980 li yılların başlarında yaşanan kimi gelişmeler doğal olarak dergide tartışılıyordu. 0 günlerde Turgut Özal Anavatan Partisini kurmak üzereydi. Dergi kadrosu Turgut Özal'ın İslamcı olduğuna inanıyordu. Ben ise Turgut Özal'ın gerçek bir pragmatist olduğunu düşünüyordum. Arkadaşlar daha sonra Anavatan Partisini ve partinin politikalarını desteklemeye başladılar. Partili oldular. Aynı dönemde, arkadaşlar tasavvufi tercihler yaparak kimi şeyhlere intisap ettiler. Şeyhleriyle ilgili olarak çok efsanevi öyküler/menkıbeler/kerametler anlatmaya başladılar. Kimi arkadaşlar dünyanın şeyhleri tarafından yönetildiğine inanıyordu. Hiç bir dini gelenekte bir örneğine asla tesadüf edilemeyecek aşırılıklar/tapınma tezahürleri neredeyse tasavvuf adına meşrulaştırılmaya çalışılıyordu. Sözünü ettiğim dönem İran İslam Devriminin dünya ölçeğinde yoğun bir biçimde tartışıldığı bir dönemdi. Dergideki arkadaşlar İran konusunda ne muhalif, ne muvafık bir tavır almayacaklarını, bekleyeceklerini söylüyorlar ve daha çok Afganistan konusunu gündemde tutuyorlardı. Ben her hangi bir şekilde bir mezhep lehinde ya da aleyhinde her hangi bir ima'da bulunmaksızın devrimi konuşalım istiyordum. Afganistan konusunda çok ciddi sorularım/endişelerim/korkularım vardı. Afganistan konusundaki gelişmeler daha sonraları benim endişelerim ve korkularım istikametinde gelişti. Aynı dönemde edebiyatın mahiyeti/işlevi/sınırları etrafında da kimi tartışmalar cereyan etmişti. Ben bu konuyu bir başka münasebetle de anlatmış olabilirim, şimdi tekrar ediyor olabilirim ancak anlatmalıyım. Ben her zaman edebiyatın/sanatın kendi dönemine ilişkin sorumluluklar alması gerektiğine inanırım. Bu konuda görüş belirttiğim bir gün Rasim Bey (Özdenören) bana cevaben: " Fiziğin işlevleri konusunda konuşacak bir kimsenin iyi bir fizikçi olması gerektiği" şeklinde yanıt vermiş, benim bir edebiyatçı olmadığımı, dolayısıyla edebiyat hakkında uluorta konuşmamam gerektiğini kendisine has çelebi üslubuyla dile getirmişti.
"Ben, edebiyatı uğraş haline getiren arkadaşlarımızı Lale Devri Edebiyatı yapmakla suçluyorum" diyorsunuz. Sizin edebiyatla ve edebiyatçılarla yakınlığınızı bildiğimiz için bu tesbitiniz çok önemli. Düşünsel sürecinizde, edebiyat ve edebiyatçılarla ilişkileriniz çerçevesinde, okuyucularımıza ve konuya ilgi duyan tüm müslümanlarla paylaşmakta yarar umduğunuz hususlar, anekdotlar var mı?
Hangi alanda olursa olsun statükolara/konformizme mahkûmiyet entelektüel sefaletle sonuçlanır. Sanat/edebiyat ve siyasetin anlamları günümüzde çok belirsiz ve çok bulanıktır. Günümüz gerçekliği ile edebiyat arasında çok ciddi sorunlar/uyuşmazlıklar var. Edebiyat 'ı dünyayı daha insani, daha adil, daha güzel, daha kültürlü kılma çabası olarak, evrensel varoluşun ruhu olarak anlamalıyız. Anlamsız ve amaçsız bir edebiyat/sanat faaliyeti, edebiyyatın/sanatın sonu demektir. Edebiyat/sanat günümüzde sıradanlaşıyor, gündelik hale geliyor. Büyük inançların, büyük bağlılıkların, büyük aşkların ve öfkelerin, büyük soruların ve sorgulamaların, derinliklerin ve niteliklerin hayatımızdan çıktığı bir dönemde, büyük sanat/edebiyat eserleri de, büyük sanat/edebiyat adamları da ortaya çıkmıyor. Para'nın tek belirleyici ölçü haline geldiği bir dünyada, derinlikli eserler beklemek beyhude beklemektir. Başarı, şöhret tutkuları, benmerkezcilikler, narsisizmler, kitlesel beğenilere hitap etme zaafları sanat/edebiyata olan ilgiyi azaltıyor. Sanatın, edebiyatın ve estetiğin evrensel bir ufku ve içeriği olmalıdır. Günümüzde sanat/edebiyat ortamı, düşünce ve entelektüel ortam bağımsız değil. Sanat/edebiyat hayatı, düşünce hayatı egemen ideolojik söylemle hesaplaşmaya cesaret edemiyor, bu söylemi etkileyemiyor, toplumsal alanı ilgilendiren güçlü bir harekete dönüşemiyor. Bizim, elitist olmayan, slogancı olmayan, popülist olmayan, manipülasyona ve şeyleşmeye direnen, nitelikli/derinlikli ve bağımsız bir sanat/edebiyat ortamına ihtiyacımız var. Yirminci Yüzyılın en büyük politik aktivistlerinin edebiyatçı olduklarını burada hatırlatmak isterim. Edward Said, Noam Chomsky, Stuart Hall gibi isimleri siz de hatırlayacaksınız. Bunların yanında dünya çapında neredeyse 100 yıldır yayınlarını sürdüren eleştirel tavırları olan, sorgulayıcı tavırları olan edebiyat sanat dergileri var. The New Yorker, New York Review Of Books, Times Literary Reviev, Spectator, gibi dergiler bu konuda örnek verilebilir. Sanat/edebiyatın, hayatın/tarihin/toplumun içerisinde olması demek, herkese hitap etmesi, herkesi tatmin etmesi anlamına gelmez. Sanat/edebiyat kuşkusuz düşünen bir insana, düşünen bir topluma hitap edecektir. Sanat/edebiyatın kuşkusuz ahlaki ve siyasi sorumlulukları olmalıdır. Hangi alanda olursa olsun mutlak bağımsızlık bir tür nihilizmdir. Sanat/edebiyatın siyasal sorumluluğundan söz ederken, ulus-devletlerin iç işlerini tanımlamak anlamında siyasetten söz etmiyoruz,evrensel insanlık durumundan, dünyanın/tarihin içerisinde bulunduğu durumlardan söz ediyoruz. Sanatı/edebiyatı bir tapınma nesnesi gibi görmemek, yeni bir din gibi algılamamak gerekir. Gerçekliğin dışında kalarak, gerçekliği güzelleştiremeyeceğimizi hatırlamamız gerekir.
1970'li yılların ikinci yarısına kadar büyük ölçüde Türkiye ile sınırlı bir düşünsel ufuk içerisinde olduğunuzu, bu tarihten sonra İslam dünyasına bütün renkleriyle temas imkanı bulduğunuzu biliyoruz. Bu ilişkiyi sürdürürken temel yaklaşımınız ve ölçütünüz ne oldu? Tesbitlerinizi bizlerle paylaşmak ister misiniz?
Çok üretken bir çağda yaşıyoruz. Bu üretkenliğe, bu üretkenliği hazırlayan dinamiklere, kaynaklara, çabalara asla kayıtsız kalamayız. Müslümanlar olarak bizlerin de, kendi anlam sistemimize, anlam ufuklarımıza, referans kaynaklarımıza dayalı olarak etkili, dikkat çekici katkılarda bulunmamız gerekir. Son bir kaç yüz yıl içerisinde bilim ve teknolojide yaşanan gelişmeleri, bu gelişmelerin mantığını, bu gelişmelere dayalı olarak yapılanan uygarlığı, bu uygarlığın tahakküm edici, dönüştürücü gücünü kuşatıcı çalışmalarla çözümlememiz gerekir. Bu çözümlemeler için, yeni bir bakış açısına, farklı bakış açılarına, yeni ufuklara ve yaklaşımlara ihtiyacımız olacaktır. Bugün, karşı karşıya bulunduğumuz çok ciddi meydan okumalar karşısında yalnızca bir mezhebin, bir hareketin, bir cemaatin, bir liderin yorumu/yaklaşımı kesinlikle yeterli olmayacaktır. Bunun için bütün mezhepler arasında, bütün hareketler arasında, bütün düşünce/entelektüel akımlar arasında her alanda gerçek bir dayanışma, görüş, tecrübe ve eylem alışverişi hayati bir zorunluluk halini almıştır. Bu konuda dayanışma bile yeterli olmayabilir. Bu mezhepler/hareketler/akımlar kendi tarihsel birikimlerini güncelleştirmeleri gerekir. Etnik, sınıfsal, ulusal, mezhepsel ihtiraslar/tutkular/alışkanlıklar ahlaki olarak temellendirilemez. Bu noktadan hareketle ben İslam dünyasında şu anda zorunlu olarak gerçekleştirilmesi gereken yenilikler üzerinde çalışan, bugün ihtiyaç duyduğumuz alanlarda/konularda içerik üreten, eylemde bulunan her renkten, her mezhepten, her akım'dan isimlerle, gruplarla, kadrolarla görüştüm, görüşüyorum. Sözünü ettiğim isimlere, kendilerini her hangi bir mezheple sınırlandırmayan isimler de dahildir. Ben burada isimler üzerinde durarak konuyu şahsileştirmek istemiyorum. Ancak, şu hususu rahatlıkla söyleyebilirim. Türkiye'de İslami entelektüel hayat kendisini ulusal sınırlar içerisine hapsetmiş bulunuyor, ya da tarihsel, mezhepsel sınırlar içerisine hapsetmiş bulunuyor. Kendilerinden yararlandığım isimler belli bir coğrafyaya, belli bir etnik gruba, belli bir mezhebe değil, bütün dünya Müslümanlığına hitap ediyor. Bu isimler özellikle günümüzü çözümlemek, günümüzü etkilemek üzere çözümlemeler yapıyor. Bu isimler bu çağı ve bu çağın entelektüel putlarını İslami anlamda sorguluyor ve bu çağa İslami önerilerde bulunuyor. Dünyada bunlar olurken, Türkiyeli Müslümanlar daha çok konjonktürel yorumlar, yaklaşımlarla uğraşıyor.
İran Devrimi'nin oluştuğu atmosferi yaşadınız. Bildiğimiz ve takip ettiğimiz kadarıyla devrimin siyasi boyutunu, doğrularını, müslümanlara yönelik birleştirici mesajlarını hep desteklediniz. Bunun yanında İran'a giderek ciddi gözlemlerde, değerlendirmelerde bulundunuz. İlk dönemin heyecanını atlatan müslümanların farklı tavırlarını nasıl buluyorsunuz?
İran İslam Devriminin insanlık tarihinin en büyük halk başkaldırısıyla gerçekleştiğini biliyoruz. Türkiye'de İslam Devrimi gereği gibi, gereği kadar konuşulmadı. İran ile ilgili gelişmeler dar mezhepçi kalıplar içerisinde değerlendirildi. Modern Batı'nın, Batı'lı modelin nihai zaferini açıkladığı bir dönemde gerçekleşen İslam Devrimi, modern dünyaya karşı,İslamın,düşünsel/kültürel/siyasal/felsefi alternatifleri tarihe kazandırdığı anlamı taşıyordu. Batı dünyası İslam Devriminin gerçekleştirildiği tarihten beri İran'ı hiç unutmuyor, hiç affetmiyor ve bir şekilde İran'dan rövanşı almayı bekliyor. Bu nedenle de İran sürekli olarak çok yönlü bir kuşatma altında tutuluyor. Batı'da İran, terörizm ve fanatizm anlamına geliyor. Özellikle İran'ın şahsında İslami kimlik, popüler temsilde şiddetle eş anlamlı olarak kullanılıyor. İran söz konusu olduğunda her yerde olumsuz bir temsille karşılaşıyoruz. Modern Batı halen güçlü bir söylem alanına sahip olduğu için, egemen söylem büyük ölçüde Oryantalist yaklaşımlar içeriyor. Günümüzde, Doğu-Batı karşıtlığı ve yüzleşmesi maalesef ideolojik söylemlerle yürütülüyor, İslam Devrimi, İran'da, hayatın her alanında yeni açılımlara, yeni düşünsel/felsefi/entelektüel gelişmelere yol açtı. Entelektüel temelleri çok güçlü nitelikli tartışmalar gerçekleştirildi. Devrim, insanları, toplumu siyasallaştırdı. Devrimci siyasal kültür toplumsallaştı. İran-Irak savaşı, pek çok tartışmanın, arayışın, çözümün ertelenmesi sonucunu doğurdu. Devrimin daha başlarında, Beheşti, Mutahhari, Talebani gibi siyasal ve entelektüel önderlerin vefatı devrimci kadrolar için büyük bir kayıptı. Sözü geçen isimlerin kaybıyla devrimci inşa süreçlerinde bir boşluk meydana geldi. İran'da, entelektüel hayat, entelektüel tartışmalara İslam Cumhuriyeti insanlığa neler kazandırabilir sorularıyla başladı. Bu sorulara yanıtlar aranırken bir diğer yanda İslam hukukunun bugünün, modern hayatın sorunlarına yanıt verebilecek şekilde yeniden yapılandırılması konusundaki tartışmalar/çalışmalar gündeme girdi. Aynı bağlamda İslamın, demokrasi/teknoloji/milliyetçilik vb. gibi konulardaki tavrının ne olması gerektiği konuşuldu. Bu tartışmalar olurken, tartışmalara ulema kesiminden olmayan kimi düşünürlerin de katkıları oldu. Bu konuda aklıma hemen iki isim geliyor. Ardakani ve Süruş devrimin ideologları olarak öne çıktılar. Bu iki isim, öncelikle Batı'yı nasıl anlamalıyız, Batı'dan neler alabiliriz, Batı'ya neler verebiliriz gibi konuları tartıştılar. Ardakani, Batı'nın ötekileştirilmesi gerektiği temelinde tartışmalar yürüttü. Süruş, Batı'yı tümüyle reddetmenin, Batı'yı tümüyle kabul etmeye benzediğini ileri sürdü, Pers, İslam ve Batı kültürünün uzlaştırılması gerektiği üzerinde durdu. Sözünü ettiğim ideologlar, materyalizm ve rasyonalizmle malül olan bilim anlayışının sorgulanması gerektiğini tartıştılar, modern özgürlüğün, din'den özgürleşmek demek olduğunu ileri sürdüler. Geleneksel hukuk ile, çağdaş sorunlara yanıt vermek üzere yapılandırılması gereken dinamik hukuk anlayışı arasındaki tartışmalar halen sürüyor. Devrimin ilk döneminde devrimci entelektüel sorumluluklar alan Süruş, postmodern politik ve entelektüel söylemden çok etkilenmiş olacak ki, bugün İslam'ın ahirete özgü alanlarda çalışması gerektiğini söyleyebilecek bir noktaya geldi. İran, halen kuramsal ve pratik entelektüel güçlükler yaşıyor. İçerisinde bulunduğumuz döneme geldiğimizde özet olarak söyleyebileceklerimiz ana başlıklar halinde şu hususlar olabilir; İran'da, askeri gündem, politik gündem, Şii'lik gündemi, entelektüel gündeme gölge düşürüyor. İran, bütün kuşatılmışlık durumuna rağmen, politik anlamda kendi gündemlerini oluşturma yeteneğine sahip olmayı sürdürüyor. İran, bu dönemde dikkati çekebilecek ölçüde orijinalite üretemiyor, vasat olanı tercih ediyor.
"Bizler Kitab'ı Kerim rehberliğinde Tevhid ve adaletten yana olan kelam ve fıkıh tartışmalarında boğulmayan her türlü doğruya açık olmalıyız. Biz doğruları nedeniyle gerektiğinde Şii, gerektiğinde Sünni, gerektiğinde Mutezile olabilmeliyiz" diyorsunuz. Evet ama bunun sadece retorikle olamayacağını da en iyi bilen ve ifade eden birisiniz. İslami algıda sahih bir çizgiye ulaşmadan ciddi bir proje ve stratejiye sahip olmadan bunu gerçekleştiremeyeceğimizi en iyi bilenlerdensiniz. Bu konuda bir öneriniz var mı?
Her durumda aziz İslam'ı küresel/evrensel bağlamı/boyutları içerisinde ele almak gibi bir sorumluluğumuz var. Bugün, Müslümanlar olarak çok ıstıraplı bir dönemden geçiyoruz. Bu dönem aynı zamanda büyük bir belirsizlik dönemidir, yalnızlık dönemidir, çöküş ve parçalanma dönemidir. Emperyalist/faşist dünya, dünya İslami kamuoyunun hassasiyetlerini/duyarlıklarını dikkate almıyor. Müslüman kolektif bilincinin hassasiyetleri hayata geçirilemiyor. İslam karşıtı kampanyalara onurlu/bağımsız yanıtlar verilemiyor. Müslümanlar olarak sorunların kaynağına inme iradesi gösteremediğimiz için, yapay/geçici çözümlemelerle uğraşıyoruz. Bu durum bizleri bir hiçliğe doğru sürüklüyor. Konjonktürel yorumların, tarihsel, kültürel derinliklerden yoksun olduğunu görüyoruz. Bu yüzdendir ki, tevhidi bilince/bütünlüğe yönelik meydan okumaları durduramıyoruz. İçerik üretmesi gereken bir dil yerine, tepki göstermekle sınırlı bir dil kullanıyoruz. Tarihin nesnesi olmaktan çıkıp, tarihin öznesi haline gelmek için, kapsamlı/kuşatıcı çerçeveler gerçekleştiremiyoruz. İslam'ı ve Müslümanları, her hangi bir parça ile,her hangi bir akım ile,her hangi bir yorum ya da mezhep ile, her hangi bir etnik renk ile sınırlandıramayız. Bir ırka ait olmakla, bir din'e ait olmak birbirinden çok ama çok farklı şeylerdir. Özellikle İslamın bir ırkla bütünleştirilmek suretiyle tanımlanmaya asla ihtiyacı yoktur. Böyle bir tanımlama yapmaya çalışmak, saçmalık yapmaya çalışmaktır. Karşı karşıya bulunduğumuz bunalım/tıkanma durumu ile ilgili olarak eleştirel bir düşünce hareketi başlatabiliriz. Bunun için öncelikle her yaklaşım ve yorumun, her cemaat ya da mezhebin kendi yorumlarını mutlaklaştırmamaları/ebedileştirmemeleri gerekir. Medeni insanlar, eğitimli insanlar, nitelikli insanlar bunu yapabilirler. İnsanların farklı kökenlerini, farklı tarzlarını, farklı mezheplerini sorun haline getirenler bunu cehaletleri/saplantıları/bağnazlıkları ve fanatizmleri sebebiyle yaparlar, yani bedevilikleri sebebiyle yaparlar. Her grup, her eğilim, her cemaat, her mezhep kendisini yeniden değerlendirebilir, yanlışları/eksiklikleri, zaafları olup olmadığını sorgulayabilir, evrensel bir dayanışma için neler yapabileceğini tespit edebilir. Sözünü ettiğim çalışmaları yalnızca teslimiyetçi bir bağımlılık içerisinde bulunanlar yapamazlar. Her eğilim/yorum/mezhep tarihin amansız baskıları karşısında düşünsel, kültürel, entelektüel, siyasal gecikmeler yaşadığımızı itiraf etmelidir. Hiç bir eğilim/ mezhep/ akım, kendi çıkarları için İslam'ı araçsallaştıramaz, araçsallaştırmamalıdır. Etno-kültürel ve mezhepsel bencillikler ve kibir asla kabul edilemez. Bu tür bencillikler de bedevilere özgü bencilliklerdir. Tevhidi dil, tevhidi mücadele bütün farklılıkları bünyesine almak ister. Popülist baskıları hissederek, dayanışmacı girişimlerden, ilişkilerden, etkileşimden vazgeçemeyiz. Sünniler, Şiiler, Selefiler, eğer İslam adına, Ümmet adına, tevhid adına bir kaygıları varsa, ki olmalıdır; birbirleriyle içtenlikle ve sonuna kadar konuşmalıdırlar, Sünni/Şii/Selefi vb.gibi yorumları ortaya çıkaran tarihsel/kültürel koşulları kapsamlı bir biçimde irdeleyerek/analiz ederek/kritik ederek, bu yorumlar arasında temel sorunlara ilişkin olarak ortaklıklar kurabiliriz. Hiç bir yorum, hiç bir mezhep, hiç bir ırk Hakk'ın tekeline sahip olduğunu iddia edemez. Böylesi bir tekel olmayacağına göre, niçin birlikte konuşmayalım; Bütün insani niteliklerin en mükemmeli, zirvesi iman'dır. İman'sız bir insan hiç bir erdeme sahip olamaz. Her erdemli insan bir dayanışma sorumluluğu duyar. İman, anlayış/kavrayış/bilinç/bilgi zenginliğidir, yeteneğidir. Anlayış, kavrayış, bilinç, bilgi sahibi Müslümanlar birbirlerine, birbirlerinin sorunlarına ya da çözümlemelerine kayıtsız kalamazlar. İman, yalnızca taklide indirgenemez, soyut bir düşünceye indirgenemez. Tevhid yalnızca felsefi bir kavram değildir. Tevhid, bireysel ve toplumsal hayatımızı şekillendirir, yönetir. Eylemle iç içe olan, eylemle bütünleşen ve hareket halinde olan bir iman'ın önünde hiç bir güçlük yoktur, iman hiç bir bağnazlık tanımayacağı gibi, hiç bir şekilde bir bağnazlığa da dönüştürülemez.
"Aziz İslam ailesinin sorumlu bir parçası gibi hareket etmeye özen gösterdim" diyorsunuz . Biz de buna şahitlik ediyoruz. Peki bu "aziz İslam ailesini nasıl tanımlıyorsunuz? Böyle bir aile gerçekte mevcut mu? Yoksa umudunuzu, beklentilerinizi/temennilerinizi yansıtan nezih bir tanımlama olarak mı algılamalıyız bu ifadeyi?
Sizin de sözünü ettiğiniz gibi Ümmet maalesef gerçek değil. Osmanlı İmparatorluğunun parçalanmasını takip eden dönemde, 1920 li yıllarda önce Ortadoğu,İngiltere ve Fransa tarafından İngiltere ve Fransa'nın çıkarları doğrultusunda biçimlendirildi. Soğuk Savaş sonrası dönemde bu defa Amerika Ortadoğu'da aynı şeyi yaptı. İsrail bölgenin süper gücü haline getirildi. Petroller emperyalistlerin eline geçti, Arap dünyasının iradesi yok edildi. İslami hareketler çok ciddi bir biçimde kontrol altına alındı. Ortadoğu'da siyasal ve ahlaki meşruiyeti bulunmayan uydu rejimler, hanedanlığa dayalı kapalı rejimler Amerika tarafından destekleniyor. Eğer Ümmet gerçek olsaydı Amerika Suudi Arabistan'da asker bulunduramaz, Mekke ve Medine'nin kutsallığına gölge düşüremezdi. Ümmet gerçek olsaydı Filistin ve Kudüs özgür olurdu. Ümmet gerçek olsaydı İsrail bugün olduğu kadar küstah ve pervasız olamazdı. Ümmet gerçek olsaydı Irak ve Afganistan gibi ülkeler işgal edilemez, katliamlar/soykırımlar gerçekleştirilemezdi. Ümmet gerçek olsaydı, bugün olduğu gibi İslam toplumları Amerikan tüketimciliğine ve ikonlarına öykünmezlerdi. Toplumlarımız için bugün küreselleşme yeni bir yabancılaşma haline geldi. Aziz İslam ailesinin sorumlu bir ferdi gibi yaşıyorum/yaşamaya gayret ediyorum derken; İslam Ümmetine özgü ortak hassasiyetler, ortak davranışlar, ortak ilgiler içerisinde bulunmaya gayret ediyorum demek istedim. Ümmetin gerçek olabilmesi için her tür hizip/mezhep/etnik köken fanatizmlerini, bağnazlıklarını, bencilliklerini aşmamız gerekir. Her tür fanatizm, bağnazlık ve bencillik sahiplerinin ufkunu bütünüyle kapatır. Her tür bağnazlık, aşırılık, bencillik, fanatizm bilinç körlüklerine neden olur, ahlaki körlüğe neden olur. Hiç bir fanatizmle, bağnazlık ve bencillikle hiç bir değişim ve inşa gerçekleştirilemez. Kendilerini herşey sanan cemaatlerin,bu nedenle hiç bir şey olduklarını bilmeleri gerekir. Kendilerinden başkalarını göremeyenler, kendilerinden başkalarıyla ilgilenmeyenler, kendilerinden başkasının hizmet edebileceğini düşünmeyenler marazi bir tutum içerisindedirler. Her aşırılık Ümmet dayanışması önünde büyük bir engel teşkil eder. Hepimizin günümüze özgü sorumluluklar alması, günümüze özgü çözümlemeler yapması, günümüz için gereken ufukları açması gerekir. Her durumda bir direniş bilinci ve kültürü oluşturmak, pasif/teslimiyetçi gelenekçilikleri aşmak gerekir.
Laiklik, demokrasi, serbest piyasa, insan hakları, özgürlük, eşitlik, hukukun üstünlüğü gibi başka bir dünya görüşünün ideolojik hadaretini içeriğinde barındıran kavramlara yaklaşımlarımız günümüzde büyük önem arz etmektedir. Kimileri bu kavramların içini boşaltıp yeniden tanımlayarak global sistem ve onun uzantısı sistemlerle uyum sağlamaya, uzlaşmaya çalışmaktadırlar. Kimileri de bu netameli kavramları kullanmada pek mahzur görmemekle birlikte sapkın ve uzlaşmacı yaklaşımlara da karşı çıkmaktadırlar. Düşünsel arınma, sistem dışı tavrın ve duruşun net bir şekilde ortaya konulmasında kullandığımız dil dolayısıyla kavramsal hassasiyet çok önemli, belirleyici olduğu konusundaki değerlendirmenizi alabilir miyiz?
Günümüzde zaman-mekan politik olarak üretiliyor, dönüştürülüyor ve gerektiğinde anlam değişikliklerine uğratılıyor. Mekan politik olarak üretildiği için, farklılar ötekileştiriliyor, kimi mekanlar ayrıcalıklı hale getirilirken, kimi mekanlar ihmal edilebiliyor. Enformatizasyon süreçleri kültürlerin birbirlerinden farklılaşmasına imkan tanıyan tüm mekanları kapladığı için, boş bir alan bırakmadığı için, bütün kültürler birbirlerinin kötü bir kopyası haline geliyor. Günümüz dünyasında bütün kavramlar da politik olarak oluşturuluyor. Bu kavramlar dünyanın pek çok yerinde hayatın ve tarihin içerisinde hiç bir şey ifade etmiyor. Kimi kavramlar yalnızca elit bir kesime hitap ediyor. Kimi kavramlar çıkar mücadeleleri için araçsallaştırılıyor. Kimi kavramlar yine bir sömürü aracı olarak kullanmak üzere mit haline getiriliyor. Bugün, pek çok modern kavram kuramsal anlamda tartışılabilirken, bu kavramların pratikte uygulanma yeteneklerinin olmadığını görüyoruz. Vincent Pecora'nın (Amerika'lı Karşılaştırmalı Edebiyat Profesörü) son zamanlarda yayınlanan çok ilgi çekici bir kitabı var. Pecora'nın kitabının adı "Secularization And Cultural Criticism". Kitap özetle şunları söylüyor: "Sekülarite iddia edildiği gibi dini etkisiz kılabilecek bir şey değildir. Sekülarite dini etkisiz kılamaz. Tarih sona erdiğinde baki kalacak olan din'dir, sekülarite değil. Dolayısıyla istisna olan sekülaritedir, din değil. Seküler düşünce bütünüyle Judeo Hıristiyan köklere/özelliklere/niteliklere sahiptir. Bütün referans kaynakları Hıristiyan düşüncesine dayanmaktadır, Seküler düşünce Hıristiyan niteliği yüzünden evrenselleştirilemez. Seküler düşünce ve diğer aydınlanmacı düşünceler İslam dünyasına kesinlikle uygulanamaz. Uygulanmaya kalkışılması durumunda İslam toplumlarında telafi edilmesi güç patolojilere neden olur". Bir başka Amerikalı hukukçu/sosyolog John Durham Peters' da, "Courting the Abyss" adlı kitabında, "düşünce özgürlüğü ve liberal düşüncenin her ikisinin de Judeo-Hıristiyan kökleri olduğunu, liberal düşünce yanlılarının liberal görünümlerinin altında son derece patolojik kompleksler yattığını, en aykırı düşünceye bile özgürlük tanıyarak, kendilerini özgürlükçü olarak tanıtan pek çok liberal düşünce taraftarının "cehennemin ateşine dokunarak nefislerini köreltmek" gibi son derece muhafazakar düşünce yapılarına sahip olduklarını belirtiyor. Peters'da ifade özgürlüğünün tamamen politik olduğunu belirtiyor. Bugün, demokrasi ve piyasa ekonomisi küresel tahakküm politikaları adına sonuna kadar sömürülüyor. Ahlaksız bir rasyonalizm, ahlaksız bir akılcılık bugün de görülebileceği üzere bireyleri şeyleştirerek, toplumları şeyleştirerek eksiksiz bir faşizme dönüşebiliyor. Modernizm ve moda endüstrisi kadın bedenini bir arzu nesnesi olarak sunuyor ve ne yazık ki kadınlar bir nesne haline dönüştürüldüklerini fark etmiyor. Eğlence kültürü gerçekliği sınırsız bir biçimde bayağılaştırıyor, toplumu hiçliğe sürüklüyor. Medya/magazin ve eğlence kültürü aracılığıyla bütün toplumlar aptallaştırılıyor. Aptallaştırılan toplumlara bütün modern kavramlar büyülü kavramlar olarak kabul ettirilebiliyor. Eğlence endüstrisi toplumların bilincini yozlaştırıyor, bayağılaştırıyor. Bilinçleri yozlaştırılan toplumlar çok daha kolay kontrol edilebiliyor.
Son olarak Müslümanların bugünkü halini nasıl görüyorsunuz? Büyük beklentilere/umutlara sahip olduğumuz geleceğimizle ilgili dualarınızı ve düşüncelerinizi öğrenmek isteriz efendim.
Gelecekte yaşayacağımız süreçlerin kolay süreçler olmayacağını bugünkü konumumuzu içtenlikle tanımlayarak öngörebiliriz. Çok köklü yapılanmalar/değişiklikler/dönüşümler gerçekleştirebilecek hareketlere sahip değiliz. Bütün hareketler büyük belirsizlikler içerisinde. Geleceğin iyi olabilmesi için, derinlikli bir bilincin tüm dünyada yaygın hale getirilmesi gerekir. Böyle bir bilincin kendini adamış nitelikli kadrolara ihtiyacı vardır. Dünyayı sarsan ve güç kullanmaksızın başarıya ulaşan ilk İslam Devrimi, koşullar oluştuğunda bir devrimin başarıya ulaşabileceğini siyasal alanda/askeri alanda kendisini kanıtlayabileceğini gösterdi. Irak'da ve Afganistan'da direnişçiler Amerika'nın mağlup edilebileceğini, Amerika ile savaşılabileceğini kanıtladılar. Lübnan'da Hizbullah İsrail'i ağır bir yenilgiye uğrattı. Bugün, dünya ideolojik karşıtlık temelinde yeniden şekilleniyor. İkinci Soğuk savaş dönemine giriyoruz. İslama karşı halen güçlü bir koalisyon var. Müslümanlar son yüzyılı hep bir ehven-i şer tercihine mahkum olarak geçirdiler. Bir ehven-i şer tercihine mecbur olmaksızın varolabileceğimizi gösterebiliriz. Kötünün iyisini seçmek bir gelenek halini almamalıdır. İslam toplumları arasında düşünce alışverişi çok yetersiz ve çok yüzeysel. Kendi zamanımızın, içerisinde yaşadığımız dönemin ve tarihin özelliklerinin farkına vararak, ancak çabalarımızın karşılıklarını görebileceğimiz bilinci içerisinde çalışarak geleceğe doğru yürüyebiliriz. Sürekli bekleyen üretmeyen ve biraraya gelmeyen bir topluluk için güzel bir gelecek düşünülemez.Allah Tebarek Teala Hazretleri, sizlere/hepimize ilahi bağışlara ve ebedi nimetlere istihkak kazanma yeteneği bahşetsin. Sizlere ve bütün İktibas okurlarına selam veriyorum, dualar ediyorum.
(Röportaj: A. Burak BİRCAN - Erhan AKTAŞ / İktibas Dergisi)
- “Modern Tasavvura, Yaşam Tarzına, Davranış Kalıplarına İtiraz Ediyorum”
- Sırma: İslamcılık tabirini yanlış buluyorum
- Ahmed Kalkan: Emri bil maruf ve nehyi anil münker can simidine sarılmalıyız
- Doğu Türkistan: Uygur aktivist Arslan Hidayet ile özel röportaj
- Protez psikoloji: Covid-19’un yol açtığı yeni haleti ruhiye
- Vücudunuza bir çöp tenekesi muamelesi yapmayı bırakıın
- Alan: Kur’an varken siyere ihtiyacımızın olmadığı iddiası modern zihne dayanıyor
- Bangladeş: Müslümanların mazlum coğrafyası
Makaleler
Hava Durumu