Düzgüner: Mutluluk diye bir şey yoktur, mutluluk kişinin aşırılıklardan uzak olmasıdır
Mutluluk nedir? İslâm dini mutluluğa nasıl bakar? Psikoloji mutluluğa nasıl bakar? Din psikolojisi alanında çalışmalar yapan Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi Dr. Sevde Düzgüner ile mutluluk üzerine konuştuk.
09-02-2019
İslâm dinine göre mutluluğun formülü nedir?
İslâm’a göre diye başladığımıza göre ilk olarak Kur’an-ı Kerim’e sonra da Peygamber Efendimizin (s.a.) sünnetine bakmamız lazım. Her iki kaynakta da mutluluk kelimesi “saadet” olarak geçer. Efendimizin (s.a.) yaşadığı dönemdeki bütün hayata Asr-ı Saadet dönemi deriz. Demek ki mutluluk bizim için yani İslâm için önemli bir kavram. Peygamber Efendimizin (s.a.) ardından bugüne kadarki bütün İslâm külliyatı, bütün büyük düşünürler, âlimler, hepsi mutlulukla ilgili bölümlere kitaplarında, eserlerinde yer vermişlerdir. Kur’an ve sünnet başta olmak üzere bütün İslâm geleneğinin topluca mutluluk tanımına bakınca bir tek noktayı görürsünüz. Mutluluk kişinin aşırılıklardan uzak olmasıdır.
Nasıl bir aşırılıktan söz ediyoruz?
Aşırılık her iki uç için ve her durum için geçerlidir. Biz mutluluğu bugün maalesef daha çok bir duygu olarak anlıyoruz. Ama bizim geleneğimizde mutluluk sadece bir duygu değildir. Psikoloji, duygu, düşünce, davranış kavramlarını ayrı ayrı inceler. Ama İslâm geleneğinde bu ikisi zaten birbirine mecz olmuş durumdadır. Duygu, düşünce, davranış üçlüsünün tamamında orta yolu bulabilme becerisinin adıdır. O yüzden Farabi der ki “Öğrenmek, bilgi edinmek mutluluktur.” Bir dersimde bu konuyu anlattım. Ders çıkışında bir öğrencim bana “Hocam ben bu ifadeyi anlayamadım. Nasıl bir öğrenme faaliyeti, bilişsel bir süreç, mutluluk olabilir? Bu ikisi birbirinden farklı değil mi?” diye sordu. Ben de ona “Hayır değil, İslâm’a göre insan bir vahdet bir bütünlük içerisindedir. Bir birlik vardır. Mutluluk da onun tamamına yayılmıştır.” dedim. Öğrencilere öğrenmenin tadını da, mutluluğunu da anlatmamız gerek. Mutluluk, duygularında, düşüncelerinde, davranışlarında iki uca gitmemenin tanımıdır. Ama bu iki aşırı uç dediğimiz hem olumsuz hem olumlu yönde. Mesela biraz hüzün insana yakışır. Ama biraz fazlası üzüntüdür. Üzüntünün uzun sürmesi depresyon, depresyonun kronik hâle gelmesi major depresyon. İşte bu insanı yıkan bir şey. Orta hâlden biraz da pozitif bir tarafa gidelim. Mutluluk neşe, büyük neşe, sonra “yaşasın dünyaya bir kere geldik” deyip buradan da savrulur gider. Bunu her şey için yapabilirsiniz. Sevgi için, üzüntü için, kaygı için yapabilirsiniz.
Hz. Peygamber döneminde de böyle aşırılıklar var mıydı?
Vardı. O dönem aşırı Müslüman olmaya kalkanlar var. “Ben hiç iftar etmeyeceğim, ömür boyu oruç tutacağım” diye gelen, “Hiç gece namazlarını geçirmeyeceğim, hiç evlenmeyeceğim” diyen sahabe var. Peygamber Efendimiz, “Hayır bu kadar uca gidemezsiniz” diyerek onları makul bir zemine çekiyor. Mutluluk İslâm’da ölçülülük üzere kuruludur. Orta yolu bulmaktır.
Mutlulukla sağlık arasında bir ilişki var mı?
İslâm geleneğine göre mutlu insan, sağlıklı insan, ahlaklı insan eş anlamlıdır. Bu Kur’an’da da sünnette de böyledir. Bizim geleneğimizdeki külliyatta da bu böyledir. Bir insan mutlu olmak istiyorsa eş zamanlı olarak sağlıklı da olur. Bu ikisini yakalamasının yolu da ahlâktan geçer. O yüzden bizim külliyatımızda mesela kalbin hastalıklarından bahsederken aşırı mutsuzluk ve üzüntü hâlinden, kalbin hastalıklarından, aşırı öfkeden, bağımlılıktan, ölüm korkusundan bahseder. Onun yanına kibir, haset, kıskançlıktan da bahseder. Biz buna bugün baktığımız zaman şöyle bir ayrım yapabiliriz. Bugün Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’ne, bağımlılık belirtileri gördüğüm kişileri yönlendirebilir miyim? Evet. Öfke kontrolünde zorlanan kişiyi yönlendirebilir miyim? Evet. Ama kibir, haset, kıskançlık için hastaneye yönlendiremem.
Neden?
Çünkü biz bugün ahlâk ile psikolojiyi birbirinden ayırdık. Psikoloji ile fizyolojiyi de birbirinden ayırdık. Sağlıklı insan deyince bedenen sağlıklıyı kastediyoruz. Bir insanın bedenen sağlıklı olması eşzamanlı olarak, psikolojik olarak sağlıklı olması, mutlu, huzurlu olması anlamına gelmiyor. Mutlu, huzurlu olması sağlıklı olması anlamına gelmiyor. Ama yeni yapılan bütün bilimsel çalışmalar, bir insanın psikolojik dünyasında bir problem varsa ve uzun süreli çözüme kavuşturulmazsa, bu o kişinin bedenine tesir ettiğini gösteriyor. Bu mide ağrısı olarak, baş ağrısı olarak karşımıza çıkarabilir. İlk etapta sindirim sisteminde kendisini hissettirir, mesela hazımsızlık olarak çıkar. Aslında bugün psikoloji bunu söylüyor. Fiziksel bedenimiz ile psikolojik tarafımız arasında bir bağ var. İkisinin de dengede olması gerekir. Psikoloji bugün söylüyor ama psikoloji bugün daha yeni yeni manevi dünyayı ve ahlaklı dünyayı keşfedecek. Bunları birbirine bağlamayı daha yeni yeni keşfedecek.
Türk-İslâm medeniyeti yüzlerce yıl mutluluk kavramını anlamaya ve anlatmaya çalışıyor. Gazali Kimya-i Saadet adıyla mutluluğun kitabını yazmış. Bu medeniyet mutluluğa nereden bakıyor?
Türk-İslâm medeniyetinin düşünce yapısı vahdet üzerine kuruldur. Bir bütündür. O yüzden insana da mutluluğa da doğaya da bir bütün olarak bakar. Evrene de öyle bakar. İnsanın en temelde üç boyutu vardır. Bir kendisi, iki çevresi, üç inandığı yüce varlık. Müslüman olarak söyleyelim; kendi ile kurduğu ilişkide benlik algısı vardır, özgüveni vardır. Öz değeri vardır. İki çevresi ile kurduğu ilişkide başta ailesi olmak üzere akrabası arkadaşları, bitkiler, hayvanların yanı sıra fiziksel çevre ile kurduğu ilişkiler vardır. Üçüncü boyutu ise Allah ile kurduğu iletişimdir. Manevi boyut budur. Müslüman kendisi ile çevresiyle ve Allah ile barışık olan kişidir. Net. Burada kendisi ile kuruduğu ilişkide bir problem ortaya çıkarsa bu onun sosyal ilişkilerine yansır. Kendisini ifade edemez ve ezik bir tip olur veya sosyal ilişkilerde bir problem ortaya çıkarsa bu onun manevi dünyasına yansır. Allah “sıla-i rahim yani akraba ziyareti önemli” diyor. Allah ile arası bozulan birisi ibadetlerini düzgün yapmıyorsa, onu kendine yakın hissetmiyorsa, özgüveni ile çevresi ile kurduğu iletişimde problem yaşar. Bu üç boyutu bir bütün olduğunu görmek zorundayız. Kişi kendiyle, çevresiyle barışık olmayı başarırsa mutluluk kendiliğinden gelir. İslâm bunun üzerine kuruludur.
Peki, Asr-ı Saadet’te, nasıl bir mutluluk anlayışı vardı?
Biz bugün o kadar mutluluğun peşine düştük ki mutluluk bizim için bir amaç hâline geldi. Ama Asr-ı Saadet’te aslında adında saadet olmasına rağmen mutluluk hiç bir zaman amaç değildir. O yüzden Asr-ı Saadet’te özel olarak mutluluğun şöyle ya da böyle algılandığını söyleyemem. Bizim de bugün böyle bir problemimiz yok. Mutluluk diye salt bir şey yoktur.
Neden yoktur?
Bir insan bir iş yaparsa, bir tecrübe yaşarsa, bir iyilik yaparsa, mutluluk kendiliğinden ortaya çıkar. Psikolog Victor Frankl’in der ki: “Mutluluk bir amaç değil yan üründür. Mutluluk ufuk çizgisi gibidir. İnsan mutluluğa doğru koşarsa onu yakalamaya çalışırsa aynı hızla mutluluk ondan kaçar ama bir insan mutlu olmayı istiyorsa, mutlu olma amacının dışında, kendi hayatının dışında güzel bir iş yapmalı.” Aynen katılıyorum. Bir başkasını mutlu edecek bir iş yararsanız, bir hayır işi yaparsanız, sokakta bir teyzeyi görüp koluna girer ve ondan “Allah razı olsun” duası alırsanız ve mutlu olursunuz. İnsanoğlu birini mutlu ettiği zaman, mutluluğu kendi içinde birden bulan bir varlıktır. Mutluluk ulaşılacak bir hedef değildir. Kendi içimizde, kendiliğinden ortaya çıkar. Frankl “Bir insanı güldürmek isterseniz ona gülün derseniz gülmez.” der. Gülmeyi amaç hâline getirin, gülme hedefine koşun gülemezsiniz. Bu kadar basit. Mutluluk da böyledir. Mutluluğu amaç hâline getirirseniz mutlu olamazsınız. Bir insana gerçekten çok ince esprileri olan bir fıkra anlatırsanız fıkranın sonunda adam üç gün gülebilir. Fıkra anlatımı olması gülmeyi beraberinde getirecektir. Gülmek hiç bir zaman amaç değildir. Ama siz bir eylem yaparsanız bir fıkra dilerseniz gülme kendiliğinden gelir. Mutluluk da aynı bunun gibi bir yan üründür. Amaç hâline gelirse asla ulaşamazsınız.
Peki, mutlulukla ilgili hadis ve ayet var mı?
Çok. Tabii ki. Öyle direkt somut örnek verilebilir. Ama neden Kur’an-ı Kerim’de ve hadislerde mutluluk şudur, diye bir açık tanımlama yok. Çünkü Kur’an-ı Kerim’de ve Peygamberimiz’in hadislerinde bir zemin olarak bulursunuz bunu. Mutluluğun Efendimizin hayatında ayrı bir yeri yoktur. O bir zemin hâlidir. Yani “eşyada asl olan ibahadır” diyoruz ya. Yani eşya normalde mubahtır, kullanımı caizdir. Bazı şartlar meydana gelirse o haram olabilir. İnsanda da aslolan mutluluktur. Günlük bilincimizde genel olarak mutlu olan ve başına bir olay geldiğinde mutsuz olan bir insan mıyız yoksa genel olarak mutsuz olan ama başına bir olay geldiğinde mutlu olan bir insan mıyız? Soru bu.
Sizce bu sorunun cevabı nedir?
“Eh işte aynı ya evden okula okuldan eve…” diyenler çoğunlukta olacaktır. Burada mutluluk ifadesi yok. Genel olarak mutsuz olan, başına bir şeyler gelirse mutlu olacağına inanan kişi hep bunu arar, “Ayette ne var?” veya “Hadiste ne var?” der. Mutluluğun tanımının peşine düşer. Bu insanların en kolay mutluluğu bulduğu yer neresidir biliyor musunuz?
Neresi?
Mutlu insanları takip ederler. Sosyal medyada mutlu insanları takip ederler. Onların hayat enerjisi onu mutlu eder. Kur’an ve sünnette aslolan insanın genel olarak tevekkül sabır şükür hâli olmasıdır. Sonra Allah’tan ona bir zorluk, güçlük gelirse bunun Allah’tan geldiğini fark edip içsel bütünlüğünü bozmadan kalbindeki huzur ve sekineti bozmadan onun üstesinden gelebilir. O yüzden bence bizim ilk etapta Kur’an ve sünnetteki mutluluğu anlamak için, oradaki mutluluğu bulmak için bakış açımızı değiştirmemiz lazım. “Kur’an’daki mutluluk ayeti budur” ya da “Peygamber Efendimizin mutluluk ile ilgili hadisi budur” dersem ben size ikincisini yapmış olurum. Bu zaten Kur’an ve sünnete aykırı. Allah’ın var olduğunu biliyor mu bir insan? Her yerde onu görebiliyor mu? Daha nerde mutluluk arıyorsun? Başına bir şey geldiğinde dönüp içinden “Rabbim senden geldi şükürler olsun” diyebiliyor musun? Bir söz var; “Başına bir dert geldiğinde Allah’a dönüp ne kadar büyük bir derdim var deme, derdine dön ne büyük bir Allah’ım var de.” İşte mutluluk budur. Biz de farkında olmadan bugünün Müslümanları olarak İslâmî bağlamda mutluluğu arayan bir motivasyonla yola çıkmayalım. Bunu yaptığımız zaman, modern hayatın elinde bireyselleşmiş, materyalist hâle gelmiş, kendi içsel bütünlüğünü kaybetmiş ve bunu tekrar bütünleştirmeye çalışan insanlar olduğunu kabul etmiş oluruz. Peygamber Efendimizin hayatında da hüzün hep var ama sürekli de mütebessim. Acı sıkıntı çok çekmiş, kendi eliyle kaç çocuğunu toprağa vermiş. Ama hiçbir zaman kalp sekinetini kaybetmemiş.
Postmodern insan mutluluğa nasıl bakıyor, onu nerede arıyor?
Postmodernizm, insanların ortak iyi, doğru, güzel çizgilerini tamamen kaybetmesidir. Postmodernizm ortak ilkelerin tamamen ortadan kalkıp, sana göre öyle, bana göre böyle, şuna göre böyle demektir. Olguların yok olup algıların sadece esas kabul edildiği bir dünyada her bir birey kendi doğrularıyla yaşarsa, başkalarıyla ortak doğru kuramazsa bir arada olamaz ki. Buna ben de kalabalık diyorum. İnsanlar bir aradalar fiziksel anlamda ama birlikte değiller. Neden? Çünkü birlik, ortak değer, ortak hedef ve ortak davranışla olur. Bu birliğe size örnek vereyim. Mesela camiye giden insanlar düşünelim. Bizim camimiz kalabalık değil mi? İki yüz kişi. Şehrin caddelerine gidelim. Sokakta dolaşan insanlar iki yüz kişi. Camideki için biz “bir grup”, “bir cemaat” ifadesi kullanırız. Sokaktaki insanlar için kullanmayız. Sebep? Rakam aynı rakam. Sebep şu; camideki insanlar için ortak değer var mı? Var. Ortak amaç var mı? Hepsi niye geldi camiye cuma vakti? Ortak davranış var mı? İşte bunlar birleştirir onları. Birlik olur. Bu birlik olduğu an siz orada bir takım grup ruhundan bahsedebilirsiniz. Sokak’ta bu yok. Grup değil ama birey, cemaat değil ama kalabalık.
Postmodernizm yüzünden mi kendimizi yalnız ve mutsuz hissediyoruz?
İnsan kendisini çevresindeki insanların kalabalıklığıyla doğru orantılı olarak yalnız hisseder. Neden bu dönüşüm oldu? Bunun bir tek sebebi var. Biz ortak ilkelerle hareket etmeyi kendimiz istemiyoruz. Senin bir komşun olsa o komşun ile ortak ilişkileriniz olsa, o ilişkilerinize her ikinizde emek vermiş olsanız. Fedakârlık yaparak bir alışverişte bulunsanız. Bu olduğunda kendini yalnız hissetmeyeceksin. Ama sitelerde hiç kimse kimseyi tanımıyor. Bundan şikâyet eden herkes, ilk taşındığında kapı kapı dolaşıp, “merhaba ben geldim” dedi mi? Yapın. Ben yaptım. Apartmanda on kişi mi var? İki tanesi çıkıyor. Biz hep istiyoruz ki insanlar bize gelsin. Biz hiç adım atmayalım. Bu asla Peygamber Efendimizin uyguladığı bir metot değildir. Postmodern insanın mutsuzluğu da yalnızlığı da ortak ilkelerle bir arada yaşamak istemeyişinden kaynaklanıyor. Mahalleler pek güzeldi, harikaydı. Ama mahalle beraberinde baskı getirir. Hiç kimse mahalle baskısı yaşamak istemiyor. O zaman oradan uzaklaşırsan bedelini de ödeyeceksin. Bu, bu kadar basit bir gerçektir. Yine söylüyorum mutluluk, birey ve toplum olmanın dengesini de sağlamaktır. Mahalleden kaçmak değil mahalle baskısında ezilmek de değil. Birlik ruhunda yetişen mutlu birey olabilmek.
Postmodernizm bir tehdit mi?
Postmodernizm, sen istemediğin sürece senin zihnine giremez. O yüzden ben, bireyselleşme, materyalleşme, maddileşme, postmodernizm, modernizm, sosyal medyanın bizi etkisi altına alması gibi durumların bir dış tehdit olarak algılanmasına ve gelip hayatımızı mahvediyormuş gibi bir söyleme şiddetle karşıyım. Çünkü bu akımların hepsi biz izin verdiğimiz zaman biz etkiliyor.
Bir programınızda “Tüketim çağı içinde bize neyle mutlu olacağımızı dikte ettiren sistemin içindeyiz” diyorsunuz. Bu dikteden kurtulmanın yolu nedir?
Coca Cola reklamından örnek vereyim. Coca Cola hiç zaman hiçbir reklamında asla sadece kola satmadı. Mutluluk sattı. Değişik mutluluk sahneleri koydu oraya. Sofra koyar, bisiklete binen dede koyar, sahilde yürüyen çiftler koyar. Bunların hiçbirisinde de kola aktif bir ürün değildir. Sahilde yürürken illa içmen gerekmez. Coca Cola mutluluk vadediyor. Bunu alırsan mutlu olursun. Mesela güzellik vadeden reklamlar var. Güzel bir kadın yakışıklı bir erkek olursan, toplumda herkesin hayran olduğu kişi olursan, mutlu olursun diye bir algı oluşturur. Şu markayı kullanırsan mutlu olursun. Şöyle bedenin olursa mutlu olursun. Şöyle bir evin, araban olursa mutlu olursun. İnsanlar da bunlara ulaştığında mutlu olacağını zanneder. Bir kısmı uğraşır uğraşır bunlara ulaşır. Ama hiçbir şekilde mutlu olamaz. Bu sefer de ben “niye mutlu olmadım?” der. Bunlar işte bize mutluluk için dikte ettirilen şeylerdir.
Ne yapabiliriz?
Çok basit. Azıcık üstüne düşünün. Bir insan karnı acıktığında ne yapacak? Yemek almaya kim gidecek deyip şuradaki saksıdan alıp toprak yiyor mu? Yese karnı doyar mı? Doyar. Toprak midede yer ettiği için, mide de asit salgılamaz ve doyarız. Ama toprak bizi mahveder. Peki, bizim zihin dünyamız, bizim duygu dünyamız, midemizden daha mı az kıymetli? Oraya her gelen bilgiyi alıyorsun? Alıyor, alıyor çöplüğe dönüyor. Sonra bana geliyor diyor ki; “Hocam bundan nasıl kurtulabilirim?” Hocam bunu içine alma. Bulduğun her şeyi yersen mideyi bozarsın.
Uzmanlar Türkiye’de antidepresan ilaç tüketiminin son 5 yılda 7 milyon kutudan 12 milyon kutuya çıktığını, ruh sağlığı hastanelerinde doluluk oranının da yüzde 100’e ulaştığını belirtiyor. Yani her 10 kişiden 1’i ilaç kullanıyor. Din psikolojisi bu soruna nasıl bakıyor?
Günümüz insanı artık bu yaşadığı dünya içerisinde karmaşa içinde. Postmodernizm gelmiş, materyalizm gelmiş. Eline bir de interneti vermiş. Her an istediği şeyi yapacağı noktaya gelmiş. Bunun içerisinde de kaybolmuş, odak noktasını da kaybetmiş. Bu adam ne yapsın? Bu adam doğal olarak psikolojik sıkıntı yaşadığında gidiyor psikiyatrlara, oradan alıyor ilaçları. Çünkü psikoloji, psikolojik rahatsızlık diye tanımladığı hemen her şeyi azıcık bir mutsuzluk hâlinde bile bunu bir depresyon olarak görüp hemen ona bir çözüm üretme yoluna girmiş durumda. Acı çekmenin, mücadele etmenin ve bunun üstesinden gelmek için kendini paralamanın hayatın içindeki doğal süreçlerden biri olduğu fikrinden uzaklaştığımız sürece buna çözüm üretemeyiz.
Dayanıklı değiliz…
Psikolojik dayanıklılık dediğimiz bu hâl nesilden nesile giderek daha çok düşüyor. Kurtuluş savaşı sürecinde Anadolu insanı kadın erkek çok büyük zorluklar yaşıyor. Yani kaç tane çocuğu doğmuş, ölmüş, tarlası yanmış, devlet ineğini almış. Bir insan bu kadar üst üste travmaya nasıl dayanır? Ben o teyzeleri buldum. O amcaları buldum onlarla mülakatlar yaptım. Nasıl dayandıklarını sordum. “Biz bilmiyorduk ki” diyorlar… Depresyona girmek ve yıllarca orada kalmak lükstür. Bunu yapacak imkânı olan adam bunu yapar. Bizim imkânımız var bugün. Ama orada çocuk bekliyor, burada tarla bekliyor. Sen o tarlayı bu yıl ekmezsen önümüzdeki yıl yiyecek ekmeğin yok. Depresyona nasıl gireceksin? Burada depresyondan kastım, uzun süreli içe kapanma ve sosyal ilişkileri tamamen terk etme hâli. Tabii ki tarih boyunca depresyona giren insan var ancak bugün sayının arttığını söylüyorum. Sebebi ise psikolojik dayanıklılığımızın zayıflaması.
Küreselleşme çağında her şeye daha çabuk ulaşan insanoğlunun eskiye göre daha kolay mutluluğu yakalaması gerekmez mi?
Hayır, tam tersi. Frankl’den örnek vereceğim. Der ki; “İnsanın en temel ihtiyacı yeme, içme, sosyalleşme vesaire değildir. İnsanın en temel ihtiyacı kişinin kendi hayatına bir anlam bulmasıdır. Kişinin kendisinin bu hayatta yaşamak için bir nedeni varsa, yaşadığı hayata bir anlam yükleyebiliyorsa en zor şartlarda dahi anlam dolu yaşayabilir. Böyle bir nedeni yoksa en iyi şartlarda dahi hayatına devam edemeyecek büyük depresyonlar yaşayabilir ve hatta intihar edebilir.” Sonra Frankl sorar “Peki insan nerelerde hayatına anlam yükler?” Frankl’ın bulduğu üç madde var. Biri bir işe odaklanmak. Kafasına bir iş koyar ve ben bunu yapacağım derse o işi yapmadan ölmeyeceği için yaşam için bir sebep bulur. Bu bir dağın tepesine tırmanmak olabilir, bir halıyı dokuyup bitirmek olabilir. Hayatına bir hedef koymuş bir insan, hayatına anlam yükler.
İkincisi sevgi. Kendi dışında bir varlığa, bir insan veya bir canlıya sevgiyle yönelmiş kişi yaşamında anlam bulur. Bebeğine bakmak veya köpeğini sevmek olabilir mesela. Bir insanın hayatına anmak yüklediği ana karakterlerden üçüncüsü ise acıdır. İnsanın anlam bulması için acı çekmesi şart değildir. Ama elinde olmayan sebeplerden dolayı başına zor bir olay geldiyse bir acı yaşadıysa, bu acıyla yüzleşip üstesinden gelmesi gerekirse, mücadele etmesi gerekirse, bu kişi bununla hayatına bir anlam yükler ve yaşayabilir. Hem de bu kişinin hayatı, çok zengin, her türlü imkânı olan bir insandan çok daha fazla anlam yüklüdür. Yaşam mücadelesi gücünü kaybederse, mücadele zayıflarsa şartlarınız çok iyileşir ve bir şeylere ulaşmak için mücadele etmeniz gerekmezse “ne için yaşıyorum?” sorusu birden ortaya çıkar. Ve o kişi bununla yüzleşemezse mutsuz olur, devrilir.
Mutluluk kimileri için dünyevi bir tanımken, huzur manevi yani ilâhî bir duygunun karşılığı gibi zannediliyor. Neşe, mutluluk ve hüzün arasındaki fark nedir?
Neşe bir durum karşısında aniden verilen olumlu tepki. Yaşanır ve bir süre sonra da biter. Neşenin gelip geçici ve belli bir olaya bağlı oluş hâli vardır. Mutluluk ise genel olarak insanın kendisinden, çevresinden ve Allah’tan razı olmasına bağlı olarak yaşadığı bir hâldir. Aslında mutluluğun tam tanımı bu, içinde bulunduğu iyiliklerin farkında olan insan. Yani hepimizin hayatında olumlu şeyler var. O hayatının olumlu taraflarını görüp bunlara değer verip bunun farkında olan kişi, otomatik olarak mutlu birey olur. Yoksa herkes aynı şartlardadır da bazısı içinde bulunduğu şartların iyi taraflarını görme yetisine sahip değildir. Bu şartlarda üç birey anlatayım size. Birisi içinde bulunduğu şartların olumlu taraflarının farkında olandır. Bu mutlu birey. Birisi içinde bulunduğu şartların olumlu olumsuz taraflarının farkında değildir. Bu ortalama ruh hâli olan birey. Evden okula okulda eve, rutin bir hayatı vardır. Birisi de içinde bulunduğu şartların olumsuz taraflarının farkındadır, olumluları göz ardı etme eğilimindedir. Bu da kötümser tip işte. Bunların hepsi tipoloji olarak karşımıza çıkar.
Peki, huzur?
Huzur ise çok daha derin ve çok daha geniş alana yayılmış bir kavramdır. Huzur, huzurlu hissetmek demek tek bir olay ya da tek bir kişiden dolayı değil daha genel anlamda mutluluk duymak memnuniyet duymak demektir. “Elhamdülillah hayatımda her şey yolunda”nın biraz daha ötesinde var oluşla ilgili bir hâldir. Huzur hâli. Var olmuş olmak, yaratılmış olmak ve bunun farkında olup Allah’a şükretme hâlidir. Bir de kalp sekineti vardır. “Kalpler ancak Allah’ı anmakla mutmain olur”daki o mutmainlik. Peygamberlerde olan hâlin adıdır, itmi’nan. Zorluk, güçlük en ağır imtihan sırasında onlar da üzülür, ağlar. Efendimiz çocuğu toprağa verirken ağlıyor. Ama kalbi mutmain olmuş. Bütün hayata yansıyan bir farkındalık hâli var. O da Allah’tan geldik Allah’a gideceğiz bilinci.
İyi insan olmak, dindar olmak mutluluğun formüllerinden midir?
İyi insanı ve dindarı nasıl tanımladığınıza bağlı. Gerçekten Allah’ın varlığının, birliğinin, bizi yarattığının ve bizi asla yalnız bırakmayacağının farkında olan insan mutlu insanıdır. Doğru ama bu bugün iyi ve dindar insan olarak tanımlanıyor mu? Orayı size bırakıyorum. Benim kişisel görüşüm; dindar insan, Müslüman, iyi insan tanımlarım birbirinden uzak değildir. İslâm literatüründe de bu böyledir. Kendisiyle, çevresiyle, Allah ile barışık ise bir insan, mutludur. Bunu yapmıyorsa bu insan bence dindar da değildir. Bugünün dindar tanımı çok değişik bir yere evrildi. Namaz kılıyor ama sokakta trafikte kaldığında karşısındakine küfrediyor. Bu insan dindar değildir. Yani dinden çıktığını iddia edemem ama içsel bütünlüğünü sağlamış bir dindar değildir. Dindarlığın değişik görünümleri var. Bugünün insanını da geçmişin insanını da en güzel anlatan kitap Kur’an-ı Kerim’dir. Allahu Teâlâ’nın tanımları hepsinin tanımlarının üstünde. Benim içimi acıtan din eğitiminde de bu tanımlar kullanmıyor. Kur’an-ı Kerim’de inanan insan tanımına bakın: “İnananlar, ancak Allah anıldığı zaman yürekleri titreyen kimselerdir.” (Enfal Suresi 2. Ayet) Öğrencilerime bu ayeti, “onlar Allah’ın adı anıldığında ‘hi!’ derler.” şeklinde açıklıyorum. Bunu diyorsan dindar insansın. Bunu demiyorsan bir düşün derim.
Sümeyye Ertekin (röportaj), “Mutluluk Diye Bir Şey Yoktur”, Bilimevi Kadın dergisi, Ocak-Şubat-Mart 2019, sayı 8.
- “Modern Tasavvura, Yaşam Tarzına, Davranış Kalıplarına İtiraz Ediyorum”
- Sırma: İslamcılık tabirini yanlış buluyorum
- Ahmed Kalkan: Emri bil maruf ve nehyi anil münker can simidine sarılmalıyız
- Doğu Türkistan: Uygur aktivist Arslan Hidayet ile özel röportaj
- Protez psikoloji: Covid-19’un yol açtığı yeni haleti ruhiye
- Vücudunuza bir çöp tenekesi muamelesi yapmayı bırakıın
- Alan: Kur’an varken siyere ihtiyacımızın olmadığı iddiası modern zihne dayanıyor
- Bangladeş: Müslümanların mazlum coğrafyası
Makaleler
Hava Durumu