“İnsanların hepsi Allah’ın huzuruna çıkacak ve güçsüzler müstekbirlere diyecek ki: ‘şüphesiz bizler sizlere uymuştuk; şimdi siz az bir şey olsun Allah’ın azabından bizi koruyabilecek misiniz?’ “ (İbrahim: 21)
Bu âyetteki zayıflık mazeret değil, suçtur. Yüce Allah, hiç kimsenin zayıf olmasını dilemez. O, insanları kendisiyle övünülecek himayeye yani kendi himayesine davet eder. Çünkü yücelik Allah’a mahsustur. Bu zayıflar, -Allah’ın kerim kıldığı insanın- en önemli özelliğinden; kişisel düşünce ve inanç özgürlüklerinden vazgeçip kendilerini müstekbir ve tâğutlara uydu kılan kimselerdir. Allah’tan başkasına boyun eğen ve Allah’tan başkasına ibadet etmeyi, tek olan Allah’a ibadet etmeye tercih edenlerdir. Oysa ki, Yüce Allah, üstünlük ve insanlığın ayrılmaz alâmet ve ölçüsü olan özgürlük hakkından hiç kimsenin ne gönüllü olarak ne de zorlanarak vazgeçmesini dilememektedir.
Maddi bir güç, ne kadar büyük olursa olsun özgürlük isteyen ve insanlık izzetine sarılan kimseyi köleleştiremez. Çünkü maddî güçlerin elde edebileceği en son şey, sadece bedendir. Bedeni hapsedip eziyet, işkence ve cezalara çarptırmaktan öte bir şey yapamazlar.
Kalp, ruh ve akla gelince; bunlara asla sahip olamazlar. İnsan kendisini bağımlılık ve zillete teslim etmezse hiçbir kimse onu kontrolü altına alıp zillete düşüremez. Yüce Allah, imandan sonra küfre düşen kimseye kat kat ceza hazırlamıştır. Çünkü bu kimse imanı tanıyıp tadına vardıktan sonra dünya hayatını âhirete tercih ederek irtidat etmiştir. Bundan dolayı da Allah ona gazaplanıp büyük azabına atmaktadır:
“Kalbi iman dolu olduğu halde zor altında bulunan kimsenin dışında kim iman ettikten sonra Allah’ı inkar edip küfre göğüs açarsa Allah kendilerine gazaplanır ve onlara büyük bir azap da vardır. Bunun sebebi, onların dünya hayatını âhirete tercih etmeleri ve Allah’ın da kendilerini hidayete erdirmemesidir. Onlar, Allah’ın kalplerini, kulaklarını ve gözlerini mühürlediği kimselerdir ve onlar gafil olanların ta kendileridirler. Hiç şüphe yoktur ki âhirette hüsrana uğrayanlar da bu kimselerdir.” (Nahl: 106-109)
Allah’a inanan bir kalbi, bu dünyanın hiçbir şeyi etkisine alamaz. Dünya hesabı başka, akîde hesabı da başkadır. Bu hesaplar birbirine karıştırılamaz. Akîde ne bir oyuncak, ne de hem almaya hem de reddetmeye müsait bir pazarlık işidir. Bütün bunlardan daha üstün ve daha azizdir. Bu suçun böylesine ağır ve korkunç bir ceza gerektirmesinin nedeni de işte budur. Ağızdan çıkacak bir tek küfür kelimesini söyleyeceğine rahatlıkla ölümü seçen seçkin Müslümanların sayısı az değildir. Mesela, ölünceye değin mızraklarla vurulan Ammar’ın annesi Sümeyye bu kimselerdendi. Ammar’ın babası Yasir’in seçtiği yol da buydu.
Hz. Bilal, müşrikler tarafından çeşitli eziyetlere uğratılıyordu. Sıcağın en şiddetli olduğu sıralarda göğsünün üstüne büyük bir kaya koyup Allah’a şirk koşmasını emrediyorlardı. Ama Hz. Bilal, reddediyordu. “Ehad… Ehad…” diyordu. Ve “Allah’a yemin ederim ki müşrikleri kızdıracak başka bir kelime bilseydim, onu söyleyecektim” diyordu.
Akîde, esnekliği olmayan büyük bir davadır. Akîdeyi korumanın pahası ağırdır. O gerek Allah katında gerekse mü’minin nefsinde en ağırlıklı davadır.
Akîde bir emanettir. Bütün dünya nimetlerini bir kenara atıp uğrunda hayat ve canını feda eden kimseden başkası bu emaneti koruyamaz.
Çarpık imanlı zayıflara gelince: Onlar gözler önündeki yalancı nimet ve debdebelere dayanabilir mi?!.
Acaba bu zayıf kimseleri, akîde, düşünce ve ahlâkî davranışlar konusunda müstekbirlere kukla edebilecek bir güç mü vardır? Bu zayıfları, yaratanları, Rezzakları ve Koruyucuları olan Allah’tan başkasına kul yapabilecek kimse var mıdır?” Yok; hiç kimse yok. Sadece nefislerindeki zayıflıktır kendilerini bu duruma sokan. Onlar zayıflardır. Bu uşaklıklarının nedeni, tâğutlardan daha az güçlü olmaları değildir. Yahut makam, mevki, mal veya görev bakımından tâğutlardan daha aşağı olmaları da değildir. Hayır, bunların hiç biri değildir. Çünkü bunların hepsi , zayıfların “zafiyet” sıfatını almalarının gerçek nedeni sayılamaz. Bunlar, bu konu dışındaki meselelerdir. Onlar zayıftır, çünkü ruhlarında zaaf vardır. Kalp ve karakterlerinde zaaf vardır.
Mustazaflar çoğunluk, tâğutlar ise azınlıktır. Gerçek böyle olduğuna göre çoğunluğu azınlığa boyun eğdirebilecek kim? Hangi şey boyun eğdirebilir? Demek ki rûhî zaaf, himmetsizlik ve karaktersizlikten başka bunlara boyun eğdiren bir şey yoktur. Allah’ın insanoğluna bağışladığı rûhî üstünlükten vazgeçmektir, bunları bu hale getiren.
Eğer yığınlar istemezse hiçbir tâğut onları ezemez. Çünkü yığınlar –eğer isterlerse- her an için tâğuta baş kaldırabilirler. Tâğut’un asla sahip olamadığı bir güçtür bu irade. Aslında tâğut bir ferttir. Gerçekte hiçbir güç ve egemenliği yoktur. Çünkü onun tek dayanağı, gafil ve alçalmış, tâğut’un binmesi için sırtını hazırlayan ve çekiştirilmek için boynunu uzatan, tâğut’u yüceltmek için izzet ve üstünlüğünden vazgeçip baş eğerek batılı azdıran, bütün bu işleri gâh korkuyla gâh da aldatılmış olarak yapan yığınlardır.
Ve Hz. Ali der ki: “Hiçbir zalim mazlumların rızası olmadan zulmünü sürdüremez.”
İlkav/12.06.2020
Hazırlayan: Emrullah AYAN