Kalem-Der'in "Tasavvuf" panelinden notlar
Kalem-Der'in organize ettiği "Tarihsel Süreçte ve Günümüzde Tasavvufun Dine Verdiği Zararlar" paneli geçtiğimiz Pazar günü gerçekleştirildi.
27-12-2012
Panel, Abdulkerim Aydın'ın Kur’an tilaveti ve Mehmet Baktaş'ın okunan ayetlerin mealini vermesiyle başladı.
Ahmed Kalkan'ın misafirleri selamlaması ve Kalem-Der’in yıllık faaliyetlerini konu alan bir slayt gösterisinin ardından panelistlerin kürsüye davet edilmesiyle panele geçildi.
İlk konuşmacı olan Orhan Tutar, Kur’an’dan önce vahyin koruma altına alınmadığını Hz Muhammed (a.s) ile birlikte vahyin kuruma altına alındığını, Hz Muhammed (a.s)’dan önce vahyin müntesipleri tarafından bizzat kaynağından tahrif edilerek değiştirildiğini, Kur’an'ın inmesi ve Allah tarafından koruma altına alınmasıyla birlikte bu durumun değiştiğini ifade etti.
Tutar, daha sonra sözlerine şu şekilde devam etti: "Hz. Peygamber hayatta olduğu ve vahiy inmeye devam ettiği süreçte bile münafıklar dediğimiz zümrenin ortaya çıktığını görmekteyiz. Hz. Peygamberin vefatından sonra artık insanların şu şekilde bir soruyla karşı karşıya kaldıklarını görmekteyiz: 'İslam fakat hangi İslam?” Daha sonra Müslümanların tarihinde ilk bozulmanın yönetimin bozulmasıyla beraber başladığını ve bundan sonraki bozulmalarda yönetimin çok büyük bir katkısının olduğunu gündeme getirdi.
Sözlerine devam eden Tutar; felsefenin ilmin kaynağı olarak vahyi ilk sıradan çıkararak bunun yerine aklı koyduğunu gündeme getirdikten sonra sözlerine şu şekilde devam etti; Tasavvufun Müslümanlara arasında yer etmeye çalıştığı ilk dönemlerde bir ayağının İslam’da bir ayağının da mistisizmde bulunduğunu fakat ilerleyen süreçlerde tasavvufun içerisine Hakikat-i Muhammediye gibi inançların dahil olmasıyla beraber İslam ile olan alakası tamamen kesilmiştir dedi ve bunun en önemli etkenlerinden birisinin İhvan-ı Safa'nın ortaya attığı şekilde ilmin kaynağının sezgiye verilmesidir dedi.
Sözlerine devam eden Tutar; İslam dışı bir sürü ahlak anlayışlarını Kuşeyri’nin akide haline getirdiğini ifade ettikten sonra sözlerine şu şekilde devam etti; Kuşeyri'nin oluşturduğu ve tasavvufun temelini oluşturan kavramlar olarak “fenafillah”, Hallac-ı Mansur’un "enel hak" yaklaşımı bunlara örnektir dedi. “Sekerat hali”, “Gaybet” ile alakalı da Cüneydi Bağdadi ile talebesi Şibli arasında geçtiği iddia edilen şu olayı örnek verdi. Şibli'nin birgün Cüneydi Bağdadi'nin evine gittiğini ve Bağdadi'nin hanımının üzeri açık olduğu halde Bağdadi'nin kendileriyle beraber oturmasını istediği, belirli bir zaman geçtikten sonra Bağdadi'nin hanımına şimdi elbiselerini giy çünkü Şibli şu anda yanımıza geldi dediğini hatırlattı.
Daha sonra; geline son merhalede insanların sorumluluklarının düşebileceğini çünkü artık bir tasavvuf ehlinin Allah ile bir hamur gibi unun su ile karışması gibi bir duruma geldiklerini ifade ettiklerini söyleyerek sözlerine devam etti; şeyhlerin menkıbeleri ile Peygamberlerin mucizelerini eşit gördüklerini ifade etti.
Tasavvufçuların tevbe edip bütünüyle İslam’a yönelmesi gerektiğini hatırlatan Tutar, yoksa şu kadar yanlışları var denilerek bu zümreye bu şekilde bakılmasının yanlış olduğunu ifade ederek sözlerine şu şekilde devam etti; Özellikle bu topraklarda öne çıkan iki kişi üzerinde durarak bunlardan birisi olan, "Mevlana"nın öne çıkartılmasının üzerinde durulması gerekir dedi ve Celaleddin Rumi'nin hocası konumundaki Şems Tebrizi’nin “Bizim için iman da küfür de birdir” sözünü hatırlatarak bu insanların üzerlerinde bulundukları din algılayışlarının bu düzeyde olduklarını ifade etti.
Yine C. Rumi'nin küfür, zina vb hususların hakka nispetle güzel şeyler olduğunu ifade ettiğini hatırlattıktan sonra, bu toraklar üzerinde yaşayan insanların üzerindeki etkisi itibariyle Rabbani’nin Kabe’yi "evliyanın kalpleri" olarak gördüğünü ifade ettikten sonra sözlerini şu şekilde sürdürdü; Rabbani’nin kendisinin anlattığı yedi kat göğe çıkarak orada Hz. Peygamber ile görüştüğünü ve dönerken Hz. Ali’nin kendisine Ledün ilmini öğrettiğini iddia ettiğini hatırlatarak Tasavvufun kaynakları sorgulanmalıdır ve Tasavvuf Müslümanlara içerisinden çıkmış çeşitli yanlışları olan bir gurup olmadığını gündeme getirdi ve şu örnekle konuşmasını tamamladı; İbn Arabi’nin hatemul evliyanın rahmetinin Allah’ın rahmetinden daha fazladır çünkü Allah kendisine karşı gelenlere rahmet etmezken hatemul evliya herkese rahmet eder dediğini hatırlattı.
Tutar şöyle devam etti:
"Tasavvuf(cular) “Haham ve Rahiplerin” yaptığı gibi kendilerini kul ile Allah arasına koydular. Kulun kurtuluş ya da hüsranda olma meselesini kendileri belirlemeye kalktılar. Yani Allah (c.c)’ın önünde Rabler oluverdiler. Bu rabliklerini uydurdukları “kavram ve hallerle” adeta Allah’a onaylatmaya kalktılar. Pek çok noktada Peygamberin üstüne dahi çıkarak kişiler hakkında tasarruf yetkisinin olduğunu ileri sürdüler ve kişilerin aile hayatlarına dahi müdahale ettiler, yuvalar yıktılar. Riyakârlık ve enaniyetlerini tabulaştırarak pek çok yerde Peygamberlere dahi tepeden baktılar. Hiçbir kaynak belirtmeden uydurdukları efsanelerle Peygamberleri dahi küçük düşürdüler. Peygamber ağzındın çıkma yalanlar üreterek kendilerine konum ve statü belirlediler. İslâm’ın en iğrenç bulduğu şey enaniyettir ki, tasavvuf bunu dili ile yer yer yermesine rağmen ağızlarından çıkanı kulakları duymadı. “Hızır” diye uydurulan hiç ölmeyen bir yaratığı, Cebrail’in Peygambere vahiy getirmesi gibi.., kendilerine vahiy getiren bir elçi şeklinde kullandılar. Kur’an’ın “salih kul” diye tanıttığı ve Hz Musa ile karşılaşan Allah’ın bir kulunu (ki Allah’ın her ölümlü kulu gibi oda ölüp Rabbine kavuşmuş olduğunu Kur’an’ın “ Her canlı ölümü tadıcıdır” ayetinden anlıyoruz.) ölümsüzleştirerek adeta “vahiy meleği” yaptılar. Ve sıkıştıkları zaman topu bu “vahiy meleğine” attılar. Böylelikle ipe sapa gelmez hezeyanlarını (Hızır üzerinden) üreterek kendilerini hem masumlaştırdılar ve hemde kutsallaştırdılar. Tüm bu hezeyanları, kendilerini kutsallaştırma ve enaniyetlerini yukarıdaki örneklerde (özet olarak) gördük. Ve bu haliyle bu din (Tasavvufun tornasından çıkmış bu İslâm) Allah Rasulü Hz Muhammed (s.a.v)’in getirdiği din olabilir mi? Mustafa İslâmoğlu “İman Risalesi” adlı eserinin İman ve Tasavvuf, başlığı altında tasavvuf hakkında uzuz bir tahlilden sonra haklı olarak tasavvufu şöyle tanımlamaktadır:
“Bu haliyle Tasavvuf; Dinin içinden bir din olmaktan da öte, dinin üstünde bir din olmuştur”.
Evet, tasavvuf öteden beri dinin üstünde bir din olarak varlığını sürdürmüştür ve elanda sürdürmektedir. Olanca hezeyan ve riyakârlığıyla. Fakat önceki sayfalarda da değindiğimiz gibi tasavvuf felsefeden daha beter hezeyanlar üretip “Hızır, rüya, hatif’ten gelen ses, kalbe gelen ilham…” zanni ve hayali dayanaklarla kendisini masum göstermesini bilmiştir. Eğerki tasavvuf literatüründen bunları çıkarırsanız (ki şeriat nazarında bunlar hiçbir dayanağı ve hakikat değeri yoktur) tasavvuf yok olmuş olacaktır. Çünkü tasavvuf kendine Kur’an’dan ve sünnetten bir dayanak / mevcut durumunu meşrulaştıracak bir delil bulamaz. Bazı ayet ve hadisleri gerçek manasından çıkarıp zorlama tevillerle kendine meşruiyet kılıfı bulmaya çalışan tasavvuf, pek çok hezeyanlarını temizleyemediğinden dolayı “ledün ve cifir ilmi” diye uydurduğu ilme sarılarak kendini meşrulaştırmaya çalışır. Tasavvufun “Gavs-ı Azam”ı sayılan Abdulkadir Geylani dahi “Hızır’dan, Kırklar’dan ve Miraç’tan döndüğünde Peygamberin bazı özel kullara öyrettiği otuz bin ilim” den bahsediyor ve işte tasavvufun beslendiği bu gayri ilmi dayanaklardır. Kur’an’ın zahirine tamamen aykırı olan bu “Kur’an’ın batın ilmi” diye tutturdukları gayri ilmi ve gayri ahlaki argümanlar tasavvufun tekelindedir ve tasavvuf, bu batıl yolla her türlü hezeyanı İslâma sokuşturmayı başarmıştır. Bizden daha ilim erbabı olan İmam Gazali’yi bile aldatabilmişlerse kime ne diyebiliriz ki! Bugünün Gazali öğrencileri ve örnekleri tasavvuf denilen bu bambaşka dini savunmaları çok da anormal bir şey değil. Fakat şeriat nazarında hezeyan hezeyandır. Çağdaş İslâm âlimlerinden Sait Havva ‘İslâm’ın Rükünleri’ adlı kitabının 1. cildinde, ‘Şehadet Kelimesi İle Çelişen Tutumlar’ başlığı altında ledün ilmi hezeyanıyla ilgili bakın ne diyor:
“Şehadet Davası ile çelişen başka bir tutum, Kur’an’ın zahiri manasından başka ona ters düşen batini bir anlamı olduğunu ve bu batini anlamı sadece kendilerine ilham gelen bazı seçkin şahsiyetlerin bilebildiğini ileri sürmektir. Benzer bir iddiayı Peygamberimizin sünneti hakkında ileri sürmenin hükmü de aynıdır. Çünkü yüce Allah (c.c) şöyle buyuruyor:
“Gerçekten biz, akıl erdirirsiniz diye, onu Arapça bir Kur'an olarak indirdik”. (12/Yusuf. 2)
“Andolsun ki biz, onların: "Bunu kendisine ancak bir beşer öğretmektedir" dediklerini biliyoruz. Saparak kendisine yöneldikleri (kimse)nin dili a'cemidir, bu ise açıkça Arapça olan bir dildir”. (16/Nahl. 103)
“İşte böylece biz onu (Kur'an'ı) Arapça bir hüküm olarak indirdik. Andolsun, sana gelen bu ilimden sonra, onların heva (istek ve tutku)larına uyacak olursan, senin için Allah'tan ne bir yardımcı, dost, ne bir koruyucu vardır”. (13/Ra’d. 37)
Arapça kelime anlamlarını dilbilgisi kuralları ile, isteyen herkesin anlayabileceği bir dildir. Gerek Kur’an ve gerekse onun açıklayıcısı olan sünneti bu dilin kelime anlamları, gramer kuralları ve birde onu konuşanların üslupları yardımı ile anlaşılır. Kim bu ilkeden saparsa, ilkesizliğin başıboşluğuna sapmış, başka bir deyimle şahsi arzuların ve sapıklığın boşluğuna sapmış olur. Bu da kaynaklarını yararlanılmaz hale getirerek şeriatı yürürlükten kaldırmak ve müslümanları parçalamak demektir. Çünkü bu durumda müslümanlar ortaklaşa başvuracakları bir kaynaktan yoksun kalırlar. Yahudiler ve Hıristiyanlar bile kitaplarının yorumu konusunda böyle bir sapıklığa düşmemişlerdir. Buna göre bu görünüşün çığırtkanlığını yapanların, müslümanlar arasında ortaya çıkmış en tehlikeli zındıklar oldukları şüphesizdir.
Bu sakat yaklaşımların ötesinde Kur’an Peygamber'den (s.a.v) rivayet edilen şu hadiste tanımladığı gibidir:
“Kur’an Allah’ın kitabıdır. Orada sizden öncekilerin başından geçen maceralar, sizden sonrakilerin haberleri ve aranızda çıkacak meselelerin hükümleri anlatılır. O hakla batılı birbirinden ayıran bir kaynaktır, hiçbir sözü boş değildir.
Hangi zorba onu bir yana bırakır, yürürlükten kaldırmaya yeltenirse Allah onu kahreder. Kim onun dışında hidayet ararsa Allah onu sapıklığa mahkûm eder. O yapışılacak sağlam bir iptir. Hikmet dolu zikirdir ve dosdoğru bir yoldur.
Onun Kılavuzluğu sayesinde şahsi arzuların sapkınlığına düşme tehlikesi önlenmiş, dillerin çarpıklığı engellenmiş olur. Âlimler ona doymaz, ne kadar tekrarlanırsa eskimez, şaşırtıcı hikmetleri tükenmez.
O cinlerin dinlemeye doyamadığı ve hakkında bizzat kendi ifadeleri ile ‘Biz hidayete çağıran harikulade bir Kur’an dinledik ve ona inandık, dedikleri bir kitaptır.’ (Cin. 1–2) Kim ondan konuşursa doğru söylemiş, kin ona uygun amel işlerse sevap kazanmış, kim ona göre hüküm verirse adil hüküm vermiş ve kim ona çağırırsa doğru yola iletilmiş olur.” (Tirmizi.” (age. S. 103–104.)
Peygamber Aleyhisselam dahi insanları Kur’an’a çağırırken ve Kur’an’ın zahiri ile hükmedilmesini tavsiye ederken, sapık ve iftiracı tasavvuf insanları hezeyanlarına çağırmakta ve kendilerinin (sufilerin) seçilmiş / imtiyazlı kılınmışlar olduklarını söylemektedirler. Hakkın kendilerinde olduklarını, Peygamber dahi kendilerini tasdik ettiğini ve Allah’ın her daim uyarıları ile hareket ettiklerini söylemektedirler. Konuştuklarında kendiliklerinden konuşmadıklarını, kurmuş oldukları o cümleler kendilerine ait olmadığını, kendilerinin sadece bir “tellal-duyurucu” olduklarını, Allah’tan ve Peygamberden almış olduğu cümleleri aktaranlar olduklarını…,söylemektedirler. Ki birçoğu da (Mevlana örneğinde olduğu gibi) toplum içinde anlatılamayacak ahlaksız hikâyelerdir. Yeryüzünü parsellemeleri yetmemiş gibi, gök tabakalarını parsellediklerini, göklerde her bir gavs’ın ayrı bir makamı olduğunu ve sürekli Allah’la münazara ettiklerini iddia etmektedirler. Allah’a ve Resulüne bunlardan daha büyük iftira atılabilir mi? Butür iftiraları Mekke müşrikleri atmıştı da…, yine butür iftiraları Yahudi ve Hıristiyan’lar atmıştı da müşrik olmuştu. Onlardan geri kalacak hiçbir yanları olmayan tasavvuf ne oluyor Allah aşkına? Hz. İsa’nın dininin (ki, bu tüm Peygamberlere tetrar tekrar gönderilen İslâm’dan başkası değildi) içini karartan bir tane Pavlus vardı. Ancak bizde yüzlerce ve hatta binlerce Pavlus çıkmış. Tasavvuf (birde buna ön ek koymuşlar “İslâm tasavvufu”) İslâma ne yapmış ve yapmakta ise, Pavlus da işte onu yapmıştı. Eğer Allah (c.c.) bu kitabı (Kur’an’ı) koruma altına almamış olsaydı -Hicr. 9- bizim de onlarca ilahi (!) kitabımız olacaktı.
Tasavvuf; Ürettiği kavramlarıyla ( ki, önceki bölümlerde özellikle Kuşeyri Risalesi’nden bahsederken bunları görmüştük) ve bu kavramlar altındaki ürettiği safsataları meşrulaştırmak için “Hadis” diye ürettiği sözlerle kendine dinin içinde bir yer edinmeden de öte.., dinin üstünde bir yer edinmiştir. Yani tasavvuf; “Dinin içinde bir din olmaktan da öte, dinin üstünde bir din olmuştur.” Tasavvuf da delil gösterirken her ne kadar Kur’an ve Hadis’e sarılmış olsa da, bunu Kur’an ve Sünnet’in doğru biçimde anlaşılması için değil, şeriat’a aykırı olarak üretmiş olduğu kavram ve terimlerini meşrulaştırmak yönünde kullanmıştır. Hatta çoğu yerde Allah’ın ayetlerini ve Paygamberin Hadis’lerini Allah(c.c.)’a ve Peygamber (s.a.v.)’e karşı kullanmıştır. Bunların hemen tabamı (yukarda da örneklerinde gördüyünüz gibi) riyakârdır. Kendilerini kutsallaştırma adına Allah ve Resulünün ağzından yalan üretmişler ve kendilerine “İnsanüstü” bir makam biçmişlerdir. Biçmiş oldukları makamlarda rahat dursalardı, “Allah sizi bildiği gibi yapsın” denip geçilirdi. Ancak, bu sapık, riyakar ve iki yüzlü durumlarını “doğru İslâm” amabalajıyla topluma pazarlamış, bu anlayışı kabul etmeyenler için de en ağır ithamlarda bulunmuşlardır. “Kainatın düzenlenmesinde ve işleyişinde Pay sahipleri olduklarını, insanların hal ve ahvallarine müdahil olduklarını, insanların kaderlerini tayin ettiklerini…” söylemişlerdir, ama hiçbir zaman zalimlerin karşısında ve mazlumların yanlarında olmamışlardır. Gücü temsil edenin aynı zamanda hakkı da temsil ettiklerini söylemiş ve sırtlarını her zaman güce / güçlüye dayamışlardır. Bu durum dün öğle olduğu gibi bugünde böğledir. Bugün yeryüzünün hamen her yerinde Müslümanlara yönelik zulüm altın çağını yaşarken, insanların kaderlerini dahi tayin ettiğini iddia eden tasavvuf şeyhlerin kılı kıpırdamamakta, mazlumların kurtuluşuna bir ufak himmet etmemektedirler. Himmeti bırakın bir kelam dahi etmemektedirler. Bu mudur himmet makamı olmak?
Bu açıdan tasavvuf asla ıslah edilemez vücuttaki “kangen” gibidir. Tasavvufun, (ürettiği sapık kavramlarının) kesilip atılması lazım. Hele de küfür ve hezeyanlarını örtme-aklama kavramları olan; Fena-Beka, Sahv-Sekr, Havatir, Gaybet, Halvet, Uzlet… Vb kavramların ( Kuşeyri bölümüne bakınız) Tevhid ve sahih Sünnet suyu ile yıkanıp dezenfekte edilmesi lazım. Sonra bunların “delil ve isbatta” sürekli kullandıkları; “Rüya, Hatiften gelen ses, İlham, Hızır ya da gaybdan haber alma… gibi” kullandıkları, şeriat nazarında hiçbir delil / referans sıfatı taşımayan unsurların da temizlenmesi lazım. ‘Zaten bunları temizlendikten / kaldırıldıktan sonra ortada tasavvuf da kalmaz’ mı diyorsunuz?. Daha ne istiyorsunuz, bunlar temizlenince İslâm ortada saf ve berrak bir biçimde kalmış olacak. Tasavvufun İslâm’ın içine soktuğu bu virüsler temizlenmedikçe bu ekolun ıslah olması mümkün değildir. Tasavvuf bir hastalık değil ki bunu iyileştirmeye kalkasın. Tasavvuf bir kangren. Kangren’den ancak kesilip atıldıktan sonra kurtulunur. İslâm’ın en amansız ve kadim düşmanı olan ŞİRK, tasavvuf terim ve kavramlarıyla İslâm’ın içine sızmış durumdadır. Bugün akli selim âlim ve İslâm düşünürlerin ucuz tasavvuf eleştirileri ile gününü geçirme işini bırakıp, tasavvufun İslâm’ın ruhuna aykırı olan ve hatta İslâm ruhunu / misyonunu aşt üst eden terim ve kavramlarını ciddi manada sorgulamaları lazım. Ancak bu köklü eleştiriler ve tahliller sonucu insanları tasavvufun kokutan ve uyuşturan pençesinden kurtarabilirler.
İkinci olarak Şükrü Hüseyinoğlu söz aldı. Sözlerine Şûra 13, A'raf 3 ve Yunus ûresinin 106. ayetlerini paylaşarak başlayan Şükrü Hüseyinoğlu, öncelikle tasavvufun doğru konumlandırılması gerektiğinin altını çizerek sözlerini sürdürdü.
Tasavvufun takva, ihsan ve ihlas kavramlarının öne çıkartan bir çabanın ürünü mü yoksa İslam’dan önceki felsefi ve mistik anlayışlara dayanan bir yaklaşım biçimi midir sorusunu gündeme getirdi.
Hüseyinoğlu sözlerini şu şekilde sürdürdü:
"Bu temel soruyla klasik ve güncel tasavvuf kaynaklarına ve tasavvufi pratiklere yaklaştığımızda, tasavvufun temelinin, iddia edildiği gibi takva ve ihlas gibi Kur’ani kavram ve pratiklere değil, kainata, “Tanrı”ya ve hayata dair antik çağlardan bu yana var olagelen bir algı biçimine dayandığını görürüz. Bu algı biçiminin, hakikat bilgisi yani ilim anlayışından akideye, amelden ahlaka kendine münhasır bir dünya görüşüne sahip olduğu müşahede edilmektedir.
Dolayısıyla tasavvuf, İslam’dan bir sapma değil, temel değerleri itibariyle İslam’la çelişen bir ayrı dünya görüşüdür. İslam ve tasavvufun ilim anlayışları da, bu ilim anlayışları üzerine bina edilen akide anlayışları da ve dolayısıyla ameli ve ahlaki alandaki önermeleri de köklü farklılıklar göstermektedir.
Bilindiği gibi İslam’a göre Peygamberler dışındaki insanlar için ilim kesbîdir. Yani ilim Yüce Allah tarafından vahiy yoluyla sadece Peygamberlere bildirilmekte, Peygamberler dışındaki insanlar bu ilmi, ilmin yazılı olduğu Kitabullah’ı okumakla ve Peygamberin o Kitab’a dayalı yaşantısını örnek edinmekle, bu alanda çaba göstererek kazanmaktadır. Bundan sadece Peygamberler müstesnadır. Peygamberlerin imi vehbîdir. Onlar ilmi doğrudan Yüce Allah’tan almışlardır. Tasavvufa göre ise ilim vehbîdir. Tasavvufta bilginin taşıyıcısı olmaktan öte bilginin / hakikatin temsilcisi hatta kaynağı görülen şeyhler, gavslar ve kutubların, ilmi keşf, marifet, ilham gibi yollarla doğrudan kaynağından, yani Yüce Allah’tan aldıkları iddia edilmektedir. Klasik ve güncel tasavvufi kaynaklar bu anlayışın örnekleriyle doludur. Ki birçok tasavvufi kaynakta, o kaynağın Âlemlerin Rabbi tarafından indirildiği, yazdırıldığı, ilham edildiği gibi ifadeler yazılıdır. Toplumumuzda yaygın olarak kabul gören Celaleddin Rumi’nin Mesnevi’si ile Said Nursi’nin Risaleler’i bu iddianın açıkça dile getirildiği eserlerdendir. Vehbî ilim anlayışı tasavvufun temelini teşkil ettiğinden, tüm tasavvufi çevrelerde bu anlayış kendini göstermektedir. Mesela senet ve metin tenkidi usülleri üzerinden yapılması gereken haid rivayetleri değerlendirmelerinin bile tasavvufi eserlerde “keşf ve marifet bilgisi” yoluyla yapılması sıkça rastlanan bir durumdur. Uydurma olduğu bilinen çeşitli rivayetlerin, tasavvufi eserlerde bu yolla savunulduğu bilinmektedir. İsmail Hakkı Bursevi’nin “Ben gizli bir hazine idim. Bilinmemi istedim. Halkı bilinmem için yarattım” şeklindeki uydurma rivayet konusundaki değerlendirmesinde (!) olduğu gibi: “Keşf ehline göre bu hadisi şerif sahihtir. İsterse hadid ezbercilerine göre sahih olmasın Zira keşf ehli olanlar bizzat Peygamber efendimizden alır söylerler. Hadis ezbercileri ise nakil yolu ile rivayet ederler.” Rabbani’nin, İbn Arabi’yi eleştirirken dile getirdiği “İbn Arabi’nin hak ehline aykırı görüşlerinin çoğu, manevi müşahedemizde (keşfimizde) hatalı görüldü” ifadeleri de bu konuda ilginç bir örnektir.
İlim, yani hakikat bilgisinin kaynağı konusunda İslam’dan bu şekilde temelden ayrışan tasavvufun, başta Allah inancı, Peygamber inancı, vahiy inancı olmak üzere inanç konularındaki yaklaşımları da İslam’dan temelden farklılık göstermektedir.
“La mevcude illallah” cümlesiyle ifade olunan Vahdet-i Vücud inancı, fenafillah, hulûl gibi inançlar, Tasavvufçuların nasıl bir Allah inancına sahip olduğunu ortaya koyan inançlardır. Bu konuda “Ete kemiğe büründüm Yunus diye göründüm” dizeleri” ve bunun güncel versiyonu olan ve meşhur bir medya şeyhi tarafından dillendirilen “Tecelligahta büyük zatlara göründü. Ne diyor: Ete kemiğe büründüm Mahmud diye göründüm” ifadeleri tasavvufçuların Allah inançlarını ortaya koymaktadır. Yaşarken ve öldükten sonra kainatta ve insanlar üzerinde tasarruf sahibi olduğuna ve insanlarla Allah arasında aracılık yaptığına inanılan “kutblar”a, “gavslar”a dair kabulleri de tasavvufun Allah inancının, İslam’ın Allah inancıyla hiçbir şekilde bağdaşır olmadığını ortaya koymaktadır. Tasavvufun Allah inancı, emirlerine tabi olarak rızası aranacak ve vaat ettiği cennet nimetine ulaşılmaya çalışılacak olan İslam’ın İlah’ı değil, seyri sülukla kendisinde ulaşılmaya, kendisinde fena olunmaya çalışılacak, kendisiyle bütünleşilip yok olunacak bir ilah inancıdır. Tabii ki bu ilah, asla İslam’ın tanıttığı el-İlah olan Yüce Allah değildir. İslam’da, Peygamberler dahil tüm insanlar için ebedi kurtuluş olarak cennet nimeti vadolunurken, tasavvuf bu nimeti küçümsemekte ve “Cennet cennet dedikleri birkaç köşkle birkaç huri, isteyene ver sen onu, bana seni gerek seni” diyerek Allah’ta yok olmak gibi bâtıl bir hedefe yönelmektedir.
Tasavvufun Peygamber inancı ile İslam’ın Peygamber inancı da taban tabana zıttır. İslam, peygamberlerin insanalr içinden birer insan olduklarını, gaybı bilemeyeceklerini, hidayetin kaynağı olmadıklarını, ölümlü olduklarını, kısacası Allah’ın kulu ve rasulü olduklarını belirtir. Oysa tasavvufun Peygamber anlayışı, insanüstü, kainatın yüzü suyu hürmetine yaratıldığı, hayattayken de ölümünden sonra da insanlar üzerinde gaybi tasarrufta bulunabilen insanüstü bir varlıktır. Hakikati Muhammediye inancıyla, yani Allah’ın dışında hiçbir şey yokken ilk yaratılanın Hz. Muhammed’in nuru olduğu inancıyla, yarı-ilah bir peygamber anlayışı üretilmiştir.
Hakikat bilgisi (ilim) konusunda olduğu gibi, vahiy inancında da tasavvuf keşf, marifet, ilham iddialarıyla İslam’dan temelden ayrışmıştır.
Amel ve ibadet alanında da İslam ve tasavvuf iki farklı dünya görüşü olarak karşımıza çıkmaktadır. Riyazetiyle, zikr adı altında ortaya koyduğu ayin biçimleriyle, rabıtasıyla, şeyhlere tazim ve şeyhleri, kutubları duada aracı kılmak, hatta ruhaniyetlerinden yardım talep etmekle ayrı bir dünya görüşü olarak karşımıza çıkmaktadır tasavvuf.
İslam’ın ahlak anlayışıyla tasavvufun ahlak anlayışı da tamamen farklıdır. İslam’a göre ahlak, Allah’ın sınırlarına riayet ederek, Hz. Peygamber’i örnek alarak hareket etmektir. Tasavvufun ahlak anlayışında ise öne çıkan hususlar, şeyh-mürid ilişkilerinde müridin nasıl davranması gerektiği, şeyhine tam teslimiyeti nasıl yerine getireceğine dair öğretilerdir. “Mürid, şeyhinin elinde gassalın elindeki meyyid gibidir” düsturu, tasavvufi ahlakın en temel öğretilerindendir. Bu konuda Tasavvufi Ahlak adıyla kaleme alınmış olan eserlerde ibretlik anlatımlar vardır.
Dolayısıyla tasavvufu tasavvuf yapan zühd, riyazet gibi ameli fiilleri değildir. İtikadi kabulleridir. Dolayısıyla ilk dönemlerde zühd anlayışına yönelen Müslümanların bu yanlış yönelimleri tasavvufa yönelim değil, İslam’ın bütünlüğünü kavrayamamanın neticesi olarak değerlendirilmelidir.
Tasavvuf, ilk defa İslam toplumu içerisinde doğmuş bir anlayış değildir. Tasavvufu tasavvuf yapan vahdet-i vücud, hulul, fenafillah gibi inançlar, kadim zamanlardan itibaren çeşitli felsefi ve mistik öğretiler içerisinde yaşatılan inançlardı. Dolayısıyla ancak tasavvufun İslam toplumuna etki ve sirayet etmesinden, İslam’la sentezlenerek yeni bir biçimde tekrar ortaya çıkmasından söz edilebilir.
Bu noktada, tasavvufun İslam'dan farklı ayrı bir dünya görüşü olarak kendini göstermekle birlikte birtakım İslami inanç ve kavramları da bünyesinde barındırdığını belirtmemiz gerekir. Zaten tasavvufun kitlelerce İslami bir disiplin olarak algılanmasının sebebi de budur. Ancak şu da bir gerçektir ki tasavvuf, İslam'dan aldığı inanç ve kavramları asli anlamlarından tamamen kopararak onlara kendi felsefi yapısı çerçevesinde yeni anlamlar yüklemiş ve böylece kendisine İslami açıdan meşruiyet sağlamaya çalışmıştır. Kısacası tasavvufu, İslam’ın yapıtaşlarıyla İslam’ın arsasına inşa edilen kaçak bir bina olarak nitelendirmek haksızlık olmayacaktır."
Hüseyinoğlu, tasavvufun ıslah edilebilmesinin mümkün olmadığını çünkü tasavvufun haktan sapma değil, kendine münhasır bir dünya görüşü, kainatı, dünyayı ve hayatı okuma biçimi olduğunu kaydederek sözlerini tamamladı.
Son olarak Ahmed Kalkan söz aldı. Sözlerine, Hakla batılın hiçbir zaman karıştırılmaması gerektiğini kaydederek başlayan Kalkan, bunun için de tasavvufa karşı net yaklaşımlar ortaya konulmasına ihtiyaç bulunduğunu ifade etti.
Kalkan sözlerini şöyle sürdürdü:
Tasavvuf, halkın din anlayışını aslî çizgiden bozup saptıracak birçok tahrifatta bulunmuştur. Bunların belli başlılarını şöyle sayabiliriz:
Allah inancı: Vahdet-i vücut, vahdet-i şühud, fenâ fi’ş-şeyh, fenâ fillâh anlayışıyla tevhide tümüyle ters Allah inancını savunmak, tasavvuf büyüklerini ve Peygamberimizi Allah’ın nice özelliklerine sahip kabul ederek tanrılaştırmak, Allah tecelli ediyor diyerek Allah’ın gözüktüğünü iddia etmek, aşk kavramını Allah için kullanarak kirletilmiş ve beşerî ilişkileri çağrıştıran “İlâhî aşk” söylemiyle Allah’ın şânına yakışmayacak şekilde tevhidden sapmak, kadın şeklinde veya başka şekilde onun kendilerine tecelli ettiğini iddia etmek.
Hulûl: Bir şeyin diğer bir şeye girmesi demektir. Tasavvufta; Allah’ın bazı eşyaya veya kişilere girmesi inancı. Bu inançta olan mutasavvıflara hulûl ehli adı verilir. (Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Marifet Y. 3. Baskı, s. 247) Hulûl; (hâşâ!) Allah Teâlâ'nın, yaratıkla birleşip bütünleşebileceğine, yani Allah’ın varlığının beşerî varlığa girdiğine ilişkin inançtır. Hulûl inancını benimseyip yaygınlaştıran Hallâc-ı Mansur, ayrıca dinlerin birliğini de kabul etmektedir.
Peygamber İnancı: Nübüvvet, peygamberlik demektir. Tasavvufta; İbn Arabî, Son peygamber Hz. Muhammed’in (s.a.s.) getirdiği şeriat çerçevesinde evliyânın keşf ve ilham yoluyla Allah’tan aldıkları irfâna ve bilgilere umûmî ve mutlak nübüvvet adını vermektedir. (S. Uludağ, s. 415)
Hadis rivâyetini ilmî yöntemlerle değil de rüyada, keşifte Peygamber’den kendilerinin rivâyet ettiğini iddia etmek; kendi tezleri için gerektiğinde hadis uydurmaktan çekinmemek, nûr-ı Muhammedî diye uydurma bir terim icat ederek Peygamberimizi yarı tanrı seviyesine çıkarmak; aynı zamanda tam tersine bir anlayışla peygamberleri evliya seviyesine düşürmek…
Tasavvufun Peygamber Anlayışı: Nur-ı Muhammedi ve Hakikat-ı Muhammedi Kavramları: Tasavvufçular, beşer üstü bir peygamber anlayışının ürünü olarak “Hakikat-i Muhammediye” de denilen “Muhammedî Nûr” inancını benimser. Bu kavramı, genellikle tasavvufçular kullanır.
Hakikat-ı Muhammedî veya Nur-ı Muhammedî demek Allah'ın ilk defa ve ilk varlık olarak Hz. Muhammed'i kendi nurundan yaratması demektir. Halk kitlelerinin ve tasavvuf kültürünün vahdet-i vücut düşüncesinin de etkisiyle bu görüşü benimsediğini görmekteyiz. Bu anlayışa göre; ilk yaratılan varlık Hz. Muhammed'dir; Hz. Adem değildir. Hatta dünya bile onun yüzü suyu hürmetine yaratılmıştır. Hatta her şey ondan yaratılmıştır (Mehmet Demirci, Hakikat-ı Muhammediye, Diyanet İslâm Ansiklopedisi, XV, 179). Diğer varlıklar derece derece Peygamber'in varlığının bir parçasından oluşmuştur. Bu düşünceleri değişik ifadelerle Zünnun el-Mısri, Abdullah b. Sehl et-Tüsteri, Hallâc ve Muhiddin Arabî'de görebiliriz. Aynı düşüncelere Abdülkerim el-Cîlî ve Celaleddin-i Rumi'de de rastlamaktayız. Bu şahısların ortak yönü hepsinin tasavvufçu olmasıdır.
Bu konuyla alâkalı Kur'an-ı Kerim'de ve sahih hadislerde hiçbir açıklama yoktur. Yaratılan ilk varlığın ne olduğu ancak naslarla bilinebilir. Gaybî bir konudur. Biz Müslümanlar olarak âlemlerin ve bütün nimetlerin hepsinin insanlar için yaratıldığına inanıyoruz. Hz. Muhammed'in de insanlara doğru yolu gösteren diğer peygamberler gibi bir peygamber olduğunu ve bir beşer olduğunu biliyoruz.
Hakikat-ı Muhammediye teorisi hurafe ve saçmalıktan başka bir şey değildir. Yunan felsefesinden Hıristiyanlığa, oradan Şia'ya, oradan da Sünnî tasavvufa ve bazı Müslümanların kültürüne geçmiştir. Felsefecilere göre ise; Muhammedî Nûr, başlangıçtan kıyamete kadar olacak şeylerin projesini yazan ilk unsur ya da ilk akıldır (akl-ı evvel).
Allah’ın peygamber’i tanıtması, sevdirmesi, övmesi ölçü olarak mü’minlere yeterlidir. Peygamberimize bağlılığı, sevgiyi ve onu örnek almamızı tavsiye eden çok sayıda ayet ve sahih hadis varken, uydurma ve hurafelere müracaat etmenin arkasında başka gerekçeler aramak gerektiriyor.
Din İnancı: Tasavvufta; dinlerin birliği (vahdet-i edyân). Bütün renklerin aslı renksizlik olduğu gibi, bütün dinlerin aslı da bir ve aynıdır. Bu anlayışa “bî-reng”, yani renksiz(lik) denir. Bu da bütün insanların “elest bezmi”nde kendilerinin kul, Allah’ın Rab olmasını kabul etmelerinden ibâret olan tek ve bir dindir. Belli bir mertebeye ulaşan mutasavvıf, bütün din mensuplarına aynı gözle bakar. Çünkü hepsinin aslı birdir. Bütün dinler ve mezheplerde esas olan sözkonusu dinin renkleridir. Hallâc’a göre insanlar, kendilerinin tercih ettikleri din üzere değil; kendileri için tercih edilen din üzere bulunurlar. İbn Arabî’ye göre Allah, kendisinden başkasına ibâdet edilmemesine ferman buyurduğundan, esasen O’ndan başkasına ibâdet etmek mümkün değildir, başka şeylere ibâdet edenler farkında olmadan Ona ibâdet ederler. O yüzden put da birdir, Allah da (S. Uludağ, s. 102-103)
Kitap ve Kur’an İnancı: Dört kitabı, tümüyle olumlayarak muharref kitaplarla Kur’an arasında her yönüyle birlik olduğunu kabul etmek, Kur’an meali okunacağına Mektubat gibi mutasavvıfların kitaplarının okunmasını tavsiye etmek; Kur’an’ın mealini ve tefsirini okumayı müridlere ve çevrelerine yasaklamak, kendi meal ve tefsirleri varsa, ancak ona müsaade etmek…
Kur’an’ın şirk sebebi saydığı ataları, örf ve âdeti kutsayıp geleneksel mirası, Kur’an’a ve İlâhî ölçülere ters olduğu halde ölçü kabul etmek; meselâ Kur’an’a ters nice görüşleri ve şatahat cinsinden sözleri olduğu halde eski tarikat büyüklerinin yolunu takip etmeyi gerekli görmek…
Kur’an âyetlerinin zâhirî anlamlarıyla bağlantısız farklı bâtınî anlamları olduğunu iddia etmek, nice âyetleri anlam yönüyle hiç alâkası olmadığı halde tasavvufun uydurma kavramlarına delil gibi sunmak…
Halifelik ve Bey’at İnancı: Halifelik, bütün ümmetin bağlılığını gerektirecek şekilde, dini ve müslümanları, tüm insanî özellikleri korumak, sosyal hayatı idare etmek konusunda Hz. Peygamber’e halef olmak demektir. İslâmî devlet yönetiminde olmazsa olmazlardan biri bey’atle başa geçen halifelik/imamlık, adalet (Allah’ın indirdikleriyle hükmetmek) ve şûra prensipleridir. Bu hilâfeti tekrar bulunulan coğrafyaya hâkim kılma gayreti yerine, şeyhlerine halife diye bakıp bu kavramı tahrif ederek günümüzde bu halifeliğin ciddiyet, ağırlık ve gereğini unutturarak onların görevlendirdikleri veya yerlerine aday olanlara halife diyen anlayışı öne çıkarır tasavvuf.
Kur’an’ın sadece Rasûlullah’la ilgili olarak gündeme getirdiği ve otorite sahibi olmayı gerekli kılan “karşılıklı alış-veriş” anlamına gelen “bey’at” kavramını, İslâm devlet başkanı dışındaki ahitler için kullanmakta bir sakınca görmemek ve bey’at edilecek bir imam (İslâmî otorite) edinmenin yollarını önemsememek; halife kabul ettikleri kendi şeyhlerine bağlılık sözü almak için bey’at kavramını kullanmak…
İbadetlerin ve Mükellefiyetlerin Düşeceği Anlayışı: Hulûliye: “Güzel kadınlara ve oğlanlara (tüysüzlere) bakmak helâldır, Allah’ın bazı sıfatları bize hulûl eder. Bu hal içinde iken öpüşmek ve sarmaş dolaş olmak câizdir” diyen mutasavvıflar zümresi. (S. Uludağ, s. 247)
Evliyâiye: Allah’ın velîsi ve dostu olma seviyesine yükselenlerden mükellefiyetin ve ibâdetlerin düşeceğine inanan mutasavvıflar zümresi. (S. Uludağ, s. 181)
Hurriyye: Kendilerinden geçmiş bir halde iken cennetten gelen hûrîlerle seviştiklerini ve cinsî temas kurduklarını iddia eden mutasavvıflar zümresi. (S. Uludağ, s. 249)
Habîbiye: “Bir kimse, yaratılmışlardan ilgisini keserek Allah’ı kendisine sevgili ve dost edinirse, ondan teklifler düşer” diyen mutasavvıflar zümresi. (S. Uludağ, s. 211)
Kur’an’a Ters Velî-Evliyâ Anlayışı: Evliyâ: Velîler, dostlar. Tasavvufta; ermişler, erenler. Özel anlamda sadece Allah’ın kendilerine kerâmet ve ilham ihsan ettiği kâmil mü’minler evliyâdır. Evliyânın çeşitli varlıklar üzerinde etkili olan bir mânevî gücü vardır. Duâları Allah katında makbul olur (S. Uludağ, s. 180-181)
Velî kavramı, tarihsel süreç içinde, özellikle tasavvufun etkisiyle Kur’an’daki anlamının dışına kaydırılmış, müttakî mü’minlerin vasfı olmaktan çıkarılıp, olağanüstü özellikleri bulunan insanüstü şahsiyetlerin sıfatı olarak kullanılmıştır. Velî sıfatını bütün mü’minler, Kur’an’daki şekliyle anlayıp hayatlarına geçirmeli, kâfirleri velî/yönetici kabul etmemeli, kendileri de birbirlerinin velîsi/dostu olmak için görevlerini yerine getirmeli, velînin kerâmetle ve özel statülerle ilgisi olmadığını kabullenmelidir. Allah dostu (velî-evliyâ) olmak için keramet sahibi olmayı şart görecek bir anlayışla onları tanrılaştırır gibi yüceltmek; şeyhlerinin gaybı bildiğini ve insanüstü özellikler sahibi olduğunu kabul ve iddia etmek, tasavvufun velî-evliyâ inancıdır.
“Rabbinizden size indirilene uyun. O’ndan başka evliyânın/dostların peşlerinden gitmeyin. Ne kadar da az öğüt alıyorsunuz.” (7/A’râf, 3)
“İyi bilin ki, Allah’ın evliyâsına (O’nun velî kullarına, dostlarına) korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir de.
Onlar, iman edip de takvâ sahibi olanlardır (sorumluluk bilincine sahip, şirkten ve büyük günahlardan sakınanlardır).” (10/Yûnus, 62-63)
“Dünyada ve âhirette benim Velî’m (yardımcım ve işimi deruhde eden) Sen’sin. Beni müslüman olarak öldür ve sâlihler arasına kat.” (12/Yusuf, 101)
“İnsanlar arasında Allah'a çeşitli eşler koşup bu koştukları eşleri Allah'ı sever gibi sevenler vardır. Oysa müminler en çok Allah'ı severler. Zulmedenler, azabı gördükleri zaman bütün kuvvetin Allah'ta olduğunu ve Allah'ın azabının ağır olduğunu anlayacaklarını keşke şimdiden bilselerdi!
İşte uyulanlar (liderler), kendilerine uyanlardan uzaklaşıverdiler, azabı gördüler ve aralarındaki bütün bağlar kesildi.
Uyanlar o zaman ‘Keşke bir daha dünyaya geri dönebilseydik de şimdi onlar bizden nasıl uzaklaştılar ise biz de onlardan öyle uzak dursaydık’ derler. Böylece Allah, onlara bütün yaptıklarını hayıflanmalar biçiminde gösterir. Onlar Cehennemden çıkamayacaklardır.” (2/Bakara,165-167)
“Ve derler ki: ‘Rabbimiz, biz efendilerimize, büyüklerimize itaat ettik de, böylece onlar bizi yoldan saptırdılar.
Rabbimiz, onlara iki kat azap ver ve onları büyük bir lânetle rahmetinden kov.” (33/Ahzâb, 67-68)
Şeyhleri Mâsum Kabul Etmek: Bazı hocaları, âlim veya şeyhleri mâsum kabul etmek; onlara isnat edilen hiçbir suç ve hatanın doğru olma ihtimalini zerrece kabul etmemek…
Bâtınî Hallere Vâkıf Olmak: İşrâf: Bilmek, haberdar olmak, vâkıf olmak, Tasavvufta; bâtınî hallere vâkıf olmak, insanların rûhî hallerini ve kalplerinden geçirdiklerini bilmek. [Sezmek, hissetmek anlamına gelen firâset, tasavvufta; Yakîn, keşfetme ve gaybı görme, gaybı bilme anlamında kullanılır (S. Uludağ, s. 194)]. Firâsetten farkı, firâsetin geçici, işrâfın kalıcı olmasıdır (S. Uludağ, s. 283).
Cihad Anlayışı: Allah’ın ihsan ettiği her türlü imkânı Allah yolunda seve seve kullanıp feda edebilme, O’nun yolunda cehd ve gayret edebilme bilinci demek olan “cihad” farîzasını ve buna bağlı Allah yolunda savaşı “küçük” ve önemsiz görmek, ya da tam tersine cihadı sadece savaşla sınırlı tutmak…
Cin ve şeytan (cincilik, büyücülük ve üfürükçülüğün Müslümanlıkla ilgili olduğu imajı vermek, abartılı şekilde cin çarpması ve büyü değerlendirmesi yapıp bunu tedavi etmek kasdıyla muskacılık ve benzeri yollarla istismar etmek…
Vesile Anlayışı: Haram, hatta şirk olan türden vesile anlayışıyla; sadece Allah’tan istenecek şeyleri şirk derecesinde başkalarından duâ edip istemek gibi.
Gayrı meşrû vesileler edinmek, Allah’ın kendileri hakkında hiçbir delil indirmediği bazı diri ve ölülerin yüzü suyu hürmetine diyerek Kur’an ve Sünnette olmayan şeyleri ibadet olan duaya monte edip bid’atler işleyerek Allah’a yaklaşacağım diye cehenneme yaklaşacak yöntemler bulmak…
Kur’an’da rahmet ve ilim verilen kul şeklinde belirtilen, adının rivayetlerde Hızır olduğu belirtilen kişiyi ölümsüz, helâk veya ihyâ etmeye kadir, kul bunalınca yetişecek bir tanrı şeklinde kabul etmek…
Bid’at Olan, Aslı Olmayan İbâdetler: Allah’ın emir ve tavsiyesi olmadığı, Rasûlulullah’ın sünnetinde bulunmadığı halde ibâdet diye yapılan ve tavsiye edilen nice hususlar, meselâ semâ âyini, râbıta, hatme (hâcegân hatmi gibi bir hatim), uydurma sözlerle ve sünnette olmayan uygulama şekilleriyle zikretmek, kabirlerden tevessül etmek, yüz suyunun hürmetine inanmak…
Cihad için hazırlıklı olma anlamına gelen “murâbata” kavramını tahrif ederek, ibâdet inancıyla uydurdukları bir çeşit yoga olan “râbıta” anlamında âyeti tahrif ederek sünnette olmayan apaçık bir bid’ati dinin emri gibi tavizsiz uygulayıp bundan sevap ummak…
Zikir Anlayışı; Zikir Kavramını Tahrif: Kur’an’ın 30 civarında farklı anlamda kullandığı zikr’i “sadece dille belirli lafızları söylemek” şeklinde anlamak ve Kur’an ve Sünnette olmayan ifâdeleri zikir ibâdeti olarak uygulamak; Kur’an’da “Allah’ın size öğrettiği şekilde zikredin” (2/Bakara, 239) denildiği halde, Kitap ve Sünnette olmayan şekil ve usullerle tuhaf tarzlarda zikir icat etmek…
Tevhide Bakış: Tevhid ve şirk gibi temel Kur’anî kavramları, nâfile ibâdetler kadar bile önemsememek, din ve takvâ adına bile bazı şirk ve haramları tavsiye etmeye kalkmak, apaçık şirk olan Allah’ın yarattığı bazı şahısları veya varlıkları Allah’a benzetmekten çekinmemek…
İstişare ve istihare anlayışında Kitap ve Sünnet dışı anlayışlar geliştirmek, çoğunlukla şeytanın müdahale edebileceği rüyayı istihare için gerekli görüp istihareyi rüya falı şekline çevirmek…
Şekilcilik: Kılık-kıyafete, çarşafa, sakala, sarığa, cübbeye, cübbeliye haddinden fazla değer verip takvânın kalpte olduğunu bilmezlikten gelmek…
Nefis Kavramını Dejenere Etmek: Kur’an’daki hevâ kavramını nefs kelimesiyle değerlendirmek, nefsi aşağılamak, derecelere/basamaklara ayırmak, nefisle mücâdeleyi büyük cihad saymak, onu yok etmeye/öldürmeye çalışmak; bu konuda nice uydurma rivayetleri hadis diye takdim etmek;
İlim kaynağı olmadığı halde, rüya, ilham ve işrâkı, keşfi, müşâhede, muhâdese ve zuhurâtı ilim kaynağı kabul etmek;
Pasifliği, zilleti, zâlimlere seyirci kalmayı, görevini yapmamayı sabır zannetmek;
Sevgide ölçüyü ve hedefi ayarlayamamak, Allah sevgisini nice çirkin anlayışlara zemin olacak şekilde “aşk” tabiriyle dillendirmek; bazı insanları Allah’ı sever gibi sevmek…
Şefaat Anlayışı: Kur’an’ın reddettiği haram ve şirk şefaat anlayışı olan, Allah’a rağmen insanı kurtaracak, din gününün tek sahibinin hükmünü iptal edip insanı âhirette azaptan kurtarabilecek tanrılar edinmeye benzer anlayışlar…
Dinin Kurallarını Önemsememek: Şathiye, sekr hali, istiğrak, cezbe vb. şekillerle dinin hükümlerini çiğnemeyi normal saymak; şeriatı basite alacak ve onu kabuk kabul edecek ifadelerle esas önemli olanın tarikat ve hakikat olduğu iddiasında bulunmak, Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmedilmemesine ciddi bir tepkide bulunmamak…
Aracısız olarak Allah’a yapılması gereken tevbeyi, almak-vermek şeklinde bir insan karşısında yerine getirmenin gereğine inanıp günah çıkartmaya benzeyecek uygulamalar ihdâs etmek…
Dünyadan el etek çekmeyi zühd saymak, uzleti tavsiye etmek, bir lokma bir hırka anlayışını takvâ saymak…
Hakka Bâtılı Karıştırmak: Yukarıda anlatılanlarla görüldüğü gibi, hemen her konuda hakka bâtıl karıştırılarak tertemiz İslâm yolu, tasavvufî uydurmalar ve hurafelerle, tahrif ve dejenerasyona sürüklenmek istenmektedir. "Hakk'a bâtılı karıştırıp da, bile bile hakkı gizlemeyin." (2/Bakara, 42). Hepimize bu konuda çok iş düşmekte, önce kendimizi ve çevremizi bu bâtıl zihniyete karşı korumamız, Kur’an ve Sünnet çizgisini tekrar hayatımıza ve giderek tüm dünyaya hâkim kılmak için tüm imkânlarımızı seferber etmemiz gerekmektedir."
Ahmed Kalakn, yeniden Kur’an’a yönelmemiz gerektiğini ve dini Allah’ın kitabından öğrenmemiz gerektiğini, Kur’an ve Sünnette yeri olamayan bir davranışın bidat olduğunu ve her bidatinde kişiyi ateşe götüreceğini ifade ederek, tasavvuf ehlinin Kur’an ve Hz. Peygamberin yaşadığı islam ile bir kıyaslama yapmaları gerektiğini ve bizlerin o insanlarında sahih bir tevhid anlayışına dönmeleri için dua etmemiz gerektiğini hatırlatarak sözlerini tamamladı.
Katılımın yoğun olduğu programda, tasavvufun, tevhide aykırı bazı yaklaşımları ile alakalı video görüntüleri de katılımcıların dikkatlerine sunuldu. Panelistlerin sorulan soruları cevaplamasıyla program sona erdi.
(Haber: Asım Şensaltık)
-
ali derda 28-12-2012 14:34
Allah razı olsun sizlerden, bu sapkınların sapkınlıklarını özetle bize hatırlattığınız için. Son paragrafta sözüne ettiğiniz video görüntülerini bizimle paylaşma imkanınız varsa rica edeceğim sizden. Allah razı olsun tekrar. EDİTÖRÜN NOTU: Sayın okurumuz, söz konusu video önümüzdeki hafta içinde Video bölümümüzde paylaşılacaktır inşaallah.
- Siyonazi çetesi, Gazze'de gıda yardımı bekleyen sivillere saldırdı: 150 maktul 1000 yaralı
- Gazze İle Dayanışma ve Şehadet Gecesine Dâvet
- Gazze İle Dayanışma ve Şehadet Gecesi'ne dâvet
- İktibas’a bu cumartesi Ali Kaçar konuk oluyor
- Gazze’ye Yardım Kampanyası
- Siyonist vahşet: İnfaz edip çöpe atmışlar
- Adana ve Mersin seyahatinden sadra düşenler
- Kur'an Nesli İlim Merkezi'nin çadır yardımları Gazze'ye ulaştı
Makaleler
Hava Durumu