Medeniyet üzerine konuşurken şehir, şehir üzerine konuşurken mahalle, mahalle üzerine konuşurken ise aileden ve evden uzak çalışmalar yapılıyor. Bu çalışmalar bir teklifte bulunmadığı için çözüm de üretemiyor.
Lütfi Bergen’in Hitabevi Yayınları’ndan Haziran 2016’da çıkan Şehir Sünnettir adlı kitabı, hem daha önceki kitapların (Kenti Durduran Şehir, Kent-İslâm ve Kapitalizm, İnsanın Beşinci Zindanı) üzerine bir tuğla daha eklerken, önemli kavramların da yerli yerine oturmasını sağlıyor.
“Bir şehir, mahallelerden oluşur. Şehir inşa edemezsek medeniyet de inşa edemeyiz.” diyen Lütfi Bergen’le, Şehir Sünnettir kitabı üzerinden bir söyleşi yaptık.
Bugünlerde medeniyet kavramı üzerine yeni tartışmalar yaşanıyor. Nurettin Topçu, Erol Güngör, Cemil Meriç, İsmet Özel ve Sezai Karakoç’un medeniyet yorumları birbirlerinden oldukça farklılık arz ediyor. Medeniyet kavramı tartışmalarında Bedri Gencer ve Yusuf Kaplan’ı da sayabiliriz. Siz de Topçu’ya yakın olmakla birlikte, İslâmî terminolojide medeniyetin “civilisation” kavramından aşkın olması gerektiğini düşünüyorsunuz. Bunu biraz daha açıp, medeniyet kavramını nasıl yorumlamamız gerektiğiyle başlayalım isterseniz.
Medeniyet kavramı konusunda zikredilen isimlerin mütalaalarından farklı bir kıraatımız var. Entelektüeller “Medeniyet” kavramını “civilisation” ve/veya “culture” kavramlarının karşılığı olarak ele alıyor. Diğer bir kısım entelektüeller ise “umran”, “hadara” kelimelerinin karşılığı sayıyor. Biz bu dört kavramın da “medeniyet” terimiyle alakasının kurulamayacağı ön kabulünden hareket ettik.
Medeniyet, “din” kavramından gelmektedir. Oysa “civilisation”, Tuncer Baykara’nın da ifade ettiği üzere “Barbarity”nin zıttı olarak kullanılan bir kelimedir. Kavram, Fransız İhtilali’ni hazırlayan koşulların bir yansımasıdır. Avrupa’da feodal toplum yıkılırken ortaya çıkan “kent=civitas”a ait bir terimdir. Batı tefekkürü insanlığı üç kategoride ele alıyor: 1) Vahşiler, 2) Barbarlar (yarı uygarlar), 3) Civilisation. Rousseau’yu hatırlayın, insanlığın başlangıcını –ki bu başlangıç aslında Hz. Âdem ve oğulları dönemidir- vahşi ve mağara adamı dönemi içinde konumluyor. Bu kavramlaştırma bizim akidemizle çelişmektedir. Ben ilk şehri Hz. Âdem’in kurduğuna inanıyorum. İslâm milleti, Hz. Âdem (as) ile ortaya çıktı. Millet olmak için kalabalık olmak da gerekmiyor. “İbrahim milleti” kavramını hatırlayın. Fakat “medeniyet” olmak için ahlâk-adalet üzre yaşayan bir toplumun varlığa çıkması gerekiyor. Hz. Âdem’den beri gelen Müslümanlar tek millettir. Bir millet tarihin bir devrinde ahlâk üzere yaşamak amacıyla ortaya çıkar, coğrafyayı tutarsa medeniyet vücuda gelir. Buna göre medeniyet, dört unsurlu (İslâm + insan + tarih + toprak) bir ahlâk toplumu (şehir) inşasıdır. Bu şehri, “kent”, “polis”, “civitas”, “urban”, “city”, “umran” gibi kavramlarla karşılayamazsınız. Biz “Medine”yi “şehir” ve “medeniyet” kavramını “Ahlâk ve adalet üzere yaşayan Müslüman toplum” olarak tanımlıyoruz.
Şunu da görüyoruz ki, Hz. Âdem’in oğullarından Habil, Kabil’e silah kullanmadı. Dolayısıyla “medeniyet”, bizim tasavvurumuzda “barbarlığın”, “köylülüğün”, bedeviliğin” zıttı değildir. Bütün bu kavramlar Hz. Âdem’le gelen medeniyet’ten sapmayı temsil ederler.
Örneğin bir müellifimiz “medeniyet” bahsini ele aldığı kitabında “Bir milletimiz var. O milletin adı İslâm Milletidir. Ve bu İslâm milletinin bir medeniyeti vardır, o medeniyetin adı İslâm Medeniyetidir. Ve tabiidir ki, bu İslâm Milletinin en temiz, en saf ve en yüksek derecede İslâm Milleti olarak kalması için ve İslâm Medeniyeti’nin en yüksek dereceye çıkıp diğer medeniyetlerle yarışması ve onları geçmesi ve onlara insanlık medeniyetinin en büyük katkısını yapması için, mutlaka Ortadoğu’da, İslâm ülkesinde, bir süper İslâm devletinin olması gerekir” demektedir.
Bu yaklaşımda dikkat ederseniz “millet” teriminde “nüfus kuvveti”ne, “medeniyet” teriminde “teknolojik-endüstriyel-maddî kuvvete” vurgu yapılmaktadır. Biz “medeniyet” kavramını “millet” kavramından ayırmıyoruz. Hz. İbrahim (as) “medeniyet” kurmadı. Çünkü O, tek başına ümmet idi. Fakat bir peygamber olmadığı halde Zülkarneyn medeniyet kurdu. Çünkü Yecüc-Mecüc toplumlarının iktisadî-içtimaî saldırılarından kendini koruyan bir ahlâk toplumu inşa etti. Zülkarneyn’in “süper güç olmak” gibi bir hedefe yönelmediği de ortadadır.
Yine aynı müellifimiz, “Medeniyet yazı demektir. Her medeniyetin bir yazısı var. Çin’in bir yazısı vardır, Çin Medeniyeti vardır” demektedir. Bu yorum da “kültür” kavramına yüklediği manadan doğmaktadır. Bizim yaklaşımımızda ise medeniyet tektir, o da İslâm Medeniyeti’dir. Ne zaman ki bir toplum tarihe ahlâk-adalet-silm (İslâm) üzere çıkar, o zaman medeniyet tecelli eder. Bu medeniyet (yani Müslümanların adalet ve ahlâk toplumsallığı) o zaman kendi kültürünü oluşturur. Biz topluma vurgu yapmakta, medeniyeti adalet-ahlâk toplumunun hayatı nazarından ele almaktayız. Türkiye’de medeniyet üzerine yazan entelektüeller ise meseleyi devlet-umran nazarından ele almaktadır.
Diğer yandan yazı, kültürdür. Medeniyet değildir. Tıpkı Ayasofya Camii’nin de kültür olması gibi. İnsanların elinden çıkan sanat, zanaat, teknik, sa’y, ziraat faaliyetini, maddeyi kavrayışı bütünüyle “kültür” saymaktayız. Bu anlamda yazı, bir kültürdür.
Biz bu yaklaşımımızla Nurettin Topçu’yu takip etmemize rağmen onu da tenkit etmiş olduk. Çünkü Topçu’ya göre teknik, kültürün çocuğudur. Oysa bize göre teknik zaten kültürdür. Medeniyet demek, sokakta dilencisi olmayan, işsizi bulunmayan, evsizliğe duçar kalmayan toplum demektir. Dağdaki aç kurt için söz söyleyen İslâm, sokaklarda evsiz insan için kayıtsız kalmamıştır. Bekârlardan oluşan bir toplum “civic” (kent) kurabilir, “civil” (fert) insanlar imal edebilir, “civitas” (cite vatandaşlığı) oluşturabilir ve “civilisation”a (uygarlık durumu’na) varabilir. Nitekim muhafazakârların kendi site-gettolarını oluşturması tamamen bununla ilgilidir. Fakat bu durum “medeniyet” değildir.
Yollar, köprüler, barajlar, güvenlikli siteler inşa etmek, medeniyet oluşturmaz. Hz. Peygamber (asv), Mescid-i Nebevi’yi 623 yılında ve 35 m eninde ve 30 m genişliğinde taş temel üzerinde inşa etti. Duvarları kerpiç, çatısı ise hurma yapraklarıyla oluşturulmuştu. Ayasofya ise 360 yılında inşa edildi. Bu kilise isyanlar sonrasında yıkılınca yerine yapılan İkinci Ayasofya’nın açılışı 415’te gerçekleşmiştir. Şimdi bu yapının yanında bir de Mescid-i Nebevi’ye, Hz. Âdem’in-Hz. İbrahim’in inşa ettiği Kâbe’ye bakın. Mimar Sinan, Ayasofya ile yarışıp Selimiye Camii’ni inşa etti. Entelektüeller bu yapılara “medeniyet” diyor. Oysa bu yapılar kültürdür.
Söylediklerimize minareden de örnek verebiliriz. İlk minare 670’lerde Mısır’ın başkenti Yeni Kahire’deki Amr İbn Al-As Camii’nde inşa edilmiştir. Minare “kültür”dür. Bu kültürü kabul etmek ya da etmemek tamamen toplumun iradesiyle ilgilidir.
Türk düşüncesi, Ziya Gökalp’in “Hars” (kültür) & “Medeniyet” terimlerine verdiği anlamlandırmadan çıkamıyor. Ziya Gökalp’in “kültür” kavramıyla “medeniyet” kavramı bizce aynı şeydir. O, civilisation-umran-hadara kavramlarına “medeniyet” anlamı veriyor. Oysa bu kavramlar “kültür” kavramının anlamı içindedir. Medeniyet, din sahibi (ahlâk-adalet üzere yaşayan) toplumdur. Kültür, bu toplumun yeryüzündeki rasyonel davranışı, iktisadî-içtimaî yaşam biçimi, alet-teknik kullanarak ortaya koyduğu sosyal becerileridir.
Medine, medeniyet ve oradan da şehir. Bir de esnaf (sınıf), aile ve mahalle. Dergi ve televizyonlarda mahalle üzerine konuşurken bu kavramlar üzerinde durulmuyor. Daha çok nostaljik bir tavır, özlem var ve bu da fayda sağlamıyor. Mahallelerimiz hakkında konuşmak ve çözüm getirmek için neleri ‘iyi derecede’ bilmemiz ve yorumlamamız gerekiyor?
Bundan 150-200 yıl önce yaşayan bir toplumsallık için bugün “nostalji” deniyor. Bunun sebebi, kültürün tanımlanması ve “kültür değişmesi”dir. Ziya Gökalp, “medeniyet değişir ama kültür değişmez” demekteydi. Önceki sorunuza verdiğim cevapta Ziya Gökalp’in “medeniyet” kavramıyla “kültür” kavramının aslında aynı şeyi imlediğinden bahsetmiştim. Mümtaz Turhan, Gökalp’i eleştirmek için koskoca “Kültür Değişmeleri” kitabını yazdı. Nurettin Topçu da “Kültür ve Medeniyet” kitabında Ziya Gökalp’i eleştirdi. Fakat son tahlilde bu öncü kuşak entelektüellerin tümü kanaatimce teknoloji-bilim-sanat-zanaat-iktisadî faaliyet-ziraî usuller-mimarî uygulamaların tamamının “kültür” olduğu hususuna yaklaşamıyor.
Mahalle ise medeniyet’e dair kavramdır. Mahalle binalarla inşa edilemez. Birlikte yaşama iradesi gösteren hane-ailelerle inşa edilebilir. Dolayısıyla yaşadığımız zamanda insanların mahalle kurabilmeleri için önce “birey” olmaktan vazgeçmesi gerekir. Şerif Mardin’in “mahalle baskısı” dediği şeyi günümüzde Müslümanlar da zikrediyor. Müslüman gençlerimiz (kadın-erkek) aile/hane istemiyor. İslâm toplumunda bekâr kişi ev/hane açamaz ve bekâr odalarında kalırdı. Bekâr odaları mahalle dışındadır. Toplum bekâr kişiye tımar vermezdi. Bekâr kişi esnaf da olamaz. Musa (as) evlenebilmek için çırak olmak zorunda kalmıştı. Buna göre mahalle, ancak ev/aile/hanelerin birlikteliğinden kurulur. Modernite ile karşılaşan Müslümanlar sokaklardan oluşan apartman yığınlarını “mahalle” zannediyor. Mahalle, kırk haneden oluşur. Kırk kapı komşu birbirine kefildir. Avarız akçası da bu kefaletin senedidir. Bir şehir, mahallelerden oluşur. Şehir inşa edemezsek medeniyet de inşa edemeyiz. Şehri inşa etmek için mahalleyi, mahalleyi inşa etmek için ise ev-haneyi yeniden tesis etmek kaçınılmaz.
Medeniyet üzerine okumalar yapan dostlarımız için birkaç kitap önermenizi rica ederim. Zira sizin ne tür kaynaklardan istifade ettiğinizi biliyorum ve bu kaynaklarla bilhassa gençlerin de tanışması gerektiğini naçizane düşünüyorum.
“Medeniyet-Müslüman Toplumsallığın İnşası” kitabında Türkiye’de “medeniyet” kavramı üzerinde çalışma yapan entelektüellerin büyük çoğunun yazılarına eğilmeye çalıştım. Kendi fikri inkişafım açısından önemsediğim mütefekkir Yılmaz Özakpınar. Yılmaz Özakpınar’ın “Kültür ve Medeniyet Anlayışları ve Bir Medeniyet Teorisi” kitabı ile “İslâm Medeniyeti ve Türk Kültürü” kitabı çok önemlidir.
“Şehir Sünnettir” diyorsunuz. Bunun sebeplerini hem kitabın önsözünde hem de içerideki metinlerde açıyorsunuz. Şehrin saklı bahçeler, kentin ise mahşer olduğunu belirtiyorsunuz. Belki en sarsıcı olanıysa şu: Kent; iki yanı kulelerden oluşan boğucu, bencil, soluksuz bir koridor. Şehir ise ağaçların gölgesinde mutlu evler. Şehrin yolunu bulmaya nereden başlamak gerekiyor?
“Şehir Sünnettir” kitabım, diğer şehir-kent kitaplarımdan farklı bir konuya işaret ediyor. Bu kitapta şehir&kent dikotomisi vermekten ziyade, Müslümanların sünnete uygun bir hayat kurmaları için hangi ön-koşulu gerçekleştirmeleri gereği hakkında kelam ettik. Bu kitap, ardından gelen iki kitapla (“Milli Görüş İle Altı Ders”; “Umrandan Medeniyete”) birlikte planladığım üçlemenin ilk bölümüdür. Kent-şehir-medeniyet meselelerine yoğunlaşan çalışmalarımdan sonra yayınlanan “Şehir Sünnettir” kitabımdan başlayarak çalışmalarımı “Sünnet”in “şehir kurmak” meselesiyle bağlarını sağlama kaygısıyla kaleme alıyorum. Bu anlamda kitap, “Kent içinde Sünneti yaşayan Müslüman” tavrına bir eleştiridir. “Müslüman görünülürlük” iddiasıyla kentsel hayatın tüm imkân ve külfetlerine talip Müslümanların “görünürken silikleşme”sine işaret ettik. Müslümanlar, “şehir-medeniyet” kavramı etrafında “Hz. Peygamber’in hicretle bir Müslüman toplum oluşturma sünneti”ni dikkate almadan tartışmaktadır. Gerçek sünnet, Hz. Peygamber (asv)’in “İslam Toplumu-medine-şehir-medeniyet” oluşturan sünnetidir. Medine’nin adı “Dâru’l-hicre ve’s-Sünne”dir. Medine=şehir inşa etmeden sünnet tatbik edilebileceği fikrinde değiliz. Bize diyorlar ki, “nereye hicret edeceksiniz?” Bu soruyu Avrupa’yı hikmet nazarından okumayanlar soruyor. Avrupa bugün kent=civic=civilasition olmayan şeye hicret ediyor. Almanya’nın en büyük nüfuslu kenti 4-5 milyonu geçmiyor. Amerika’da halkın çoğu iki katlı evlerde yaşıyor ve mimaride beton kullanmıyor. Biz de millet olarak, bu “amudî uygarlık”tan çıkacağız ve ufkî şehre, fazıl şehre hicret edeceğiz.
Son yıllarda bazı belediyelerin de desteğiyle hazırlanan şehir-kültür dergileri, sempozyumlar hakkında neler söylemek istersiniz, faydalı olabilirler mi? Fakir, tüm bunların bir tahlilden öteye geçemeyeceğini zannediyorum.
Katıldığım sempozyumlarda, bahsi geçen şehir-kültür dergilerinde söylediğim şeyi burada yineleyeyim: “Anadolu’ya 15-20 şehir kurmak gerekiyor. Mevcut şehirlerimizi büyükşehir haline getirme çabasından vazgeçelim. Şehir, yürüme mesafesinde kurulabilir. Her şehrin çevresinde asgari 5 km. yeşil kuşak vardır. Kadıköy ile Üsküdar’ı birleştiren şehircilik anlayışını kabul edemeyiz. İstanbul tarihi yarımada içinde kalan nüfusu, coğrafyası ile “İstanbul”dur. İstanbul nüfusunu 1 milyona indirmemiz gerekir. İstanbul, on adet yüz binlik şehirden mürekkeptir ve Turgut Cansever’in de ifade ettiği üzere “galaksi şehir” olarak tanımlanmalıdır. Buna göre Bakırköy, Esenler, Zeytinburnu, Pendik vs. İstanbul değildir. Türkiye, şehir kanunu olmayan bir ülkedir. Bayburt 80-90 bin nüfusu ile şehir sayılıyor ve vali ile yönetiliyor. Ankara’da Keçiören 1 milyon nüfusu ile ilçe sayılıyor ve kaymakamla yönetiliyor.”
Geçtiğimiz günlerde Ekşi Sözlük’te “Türklerdeki ev alma manyaklığı” başlığına denk geldim. Başlığı açan arkadaş “Sen eline 55 yaşında almışın tesbihini, seni yaratandan biraz daha para yollamasını istiyorsun diğer evin peşinatı için.” demiş. Malumunuz halk artık bir kimlik numarası olan, borç ödeyen, ev-araba alması gereken varlıktan öteye geçmiyor küresel kapitalist düzen için. Bu düzen Türkiye’de de son 20 yıldır zirve yapmış durumda. Sahi nedir bu bizim ev-araba manyaklığımız? İnsanın kendine önce kışlık sonra yazlık ve bu arada da bir araba, daha sonra hanıma bir araba, emekli olmadan oğlana-kıza bir araba gibi hedefler koyması hakikat namına leke sürmüyor mu?
“Ev hakkı” kavramıyla düşünmeyen kişiler, ev edinmeyi “sapma” görmektedir. Ev sahibi olmak, ülke sahibi olmak, yurt tutmak anlamına gelir. Ayrıca Türkiye’de konutun kira getirisi neredeyse asgari ücrete eşitlenmiştir. Dolayısıyla burada asıl sapma, büyükşehirlerde asgari ücrete çalışmayı göze alıp da köy-kasabalarında topraklarını, geçim usullerini ihmal eden büyük kalabalık davranışında aranmalıdır. Kentlerde konut fetişizmini oluşturan kişiler aslında kentlere yığılan “evsiz” kitlelerdir. Doğduğu toprağı terk ederek ıssızlaştıran kişilerin büyük kentlerde eli tespihli insanlara kızmaya hakkının olmadığını düşünüyorum. Çünkü o kişileri “imal eden”ler aslında onlara kiracı olmaktan gocunmayanlar içinden çıkmaktadır.
Kitabınızdaki “Osmanlı’nın toprağa mührü: Türbeler-Mezarlıklar” başlıklı yazınız bana şunu hatırlattı: Eskiden mezarlar daha görülür ve dolayısıyla her an ziyaret, yürüme imkânı olan yerlerdi. Şimdi şehirden çıkıp kent dışına gömülmüş, hayattan bağımsız, tarihten uzaklaşmış bir yer gibi mezarlıklar. Siz de “Osmanlı ölüleriyle, mezar ve türbeleriyle yaşamıştı” diyorsunuz. Biz mezarlarımızı da kentsel dönüşüme uğrattık galiba, ölülerimizi gerçekten öldürdük. Bu fonksiyon kaybı insanın manevi dünyasını şehir perspektifinden nasıl bozmuştur sizce?
O yazıyı Ziya Osman Saba, Süheyl Ünver, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın metinlerinden aldığım ilhamlarla yazmıştım. Şöyle düşünelim: Eski İstanbul’da “sebil” kültürü vardı. Bildiğiniz üzere seferî olana zekât haktır. İhtiyaç fazlası su, sebildir. Salt bu örnekten hareket ederseniz modernite ile karşılaşan Müslümanların su konusunda ecdat gibi hareket etmekten aciz kaldığını görüyorsunuz. Artık otobüs terminallerinde, gar ve havalimanlarında suya para ödüyoruz. Üstelik ödediğimiz ücretler kent merkezlerindeki ücretlerinden fahiştir. Ziya Osman’ın “Beyaz Ev” şiirini hatırlayın: “Hayat beraber, ölüm beraber / Şu göklerin altında, / Olacağız o kadar bahtiyar / Ki çıkıp mezarlarından annemiz, babamız da, / Beyaz evimize yerleşecekler, / Uzun kış geceleri onlar da aramızda / Göz göze bakışacak, mangalı eşecekler.” Bu şiirde ölüm ve hayat birliktedir, ölüler evlerde hayatlarını sürdürmektedir. Ziya Osman’ın “Ölüler” şiirinde de benzer bir anlatı var: “Ölüler, ölüler her yerdesiniz! / Ne zaman aynaya baksam, / Görünüveriyor babam. / Bahçem, odam, sofam, / Nereye geçsem, nereye çıksam; / Hâtıram! / Her yerde sizden bir eser.” Yahya Kemal’in söylediği gibi biz Anadolu toprağında ölülerimizle tutunmaktaydık. Kentleşme ile bu varlık alanını kaybediyoruz.
“Sürdürülebilir Kentin İmkânsızlığı: Bir İslâm Şehri Teklifi” kitabınızın en uzun soluklu ve hacimli yazılarından biri. Bunca konformizmin ve urban kültürünün büyüsü içinde bu teklif nasıl hayata geçebilir?
Bugün Avrupa sesiz sedasız bu tekliflerimizin gerçeklerini hayata koymanın peşinde ütopyalar ve pratikler üretiyor. Ben o makalemde Batı’daki anlayışlara ve pratiklere referanslar verdim. Batı göreceğiz ki bir gün modern kentlerini çözecek ve o gün biz çok geç kalmış olacağız. ABD’de barajlar sökülüyor. Barajların tabiata büyük tahribat verdiği ortaya çıktı.
Son günlerde İbn-i Sina ve Farabi gibi felsefeciler tekfir edildi. Batı tıp literatürünün kaynak kitaplarından Tıp Kanunları’nı yazmış, Ariflerin Makamları’na dair meseleleri incelemiş, Namazın Sırları’na dair risaleyi yazmış büyük bilge İbn-i Sina ve Erdemli bir Medeniyet için ömrünü tüketmiş Farabi’ye uzatılan bu dil(ler)i, Anadolu irfanının kaybı açısından nasıl değerlendiriyorsunuz?
“Dört Kapı” anlayışının ikinci sırasında “tarikat” kapısı bulunuyor. Marifet ve Hakikat kapısını geçenlerin kelam etmesini bekliyorum.
Söyleşimize vakit ayırdığınız için gönülden teşekkür ediyorum. Son sorumuza geldik. Niyâzî-i Mısrî Hazretleri, “Gördüğüm hep dost yüzü / andan ayırmam gözü / Kâbedir dostun yüzü / çağırıram dost dost” diyor. Kâbe’nin etrafına dikilen putlar, dostla aramızdaki mesafeyi açan modern darbelerden biri oluyor. Biz ne zaman gördüğüm hep dost yüzü diyecek ve ondan gözü ayırmayacak hâle yükseleceğiz? Bu soruyu “umutsuzluk şeytanın vesvesesidir” sözüne hürmeten soruyorum zira tavrım karamsar bir umuttan yana.
Umut-umutsuzluk kaderi aşamaz. Kıyamet kopacaktır. Kıyametin kopuşunu engelleyemeyiz. Umut, kurtuluşun (felahın) peşindedir. Dost arayış ve bulamayışın “umut-umutsuzluk” ile ilgisi olduğunu düşünmüyorum. Benim umut anlayışım, bana, “Kıyametin kopacağını bilseniz elinizdeki fidanı dikiniz” beyanı üzre yaşamaktan başka bir beklentimiz olamayacağını telkin ediyor. Buna karşılık “Dünyada dost ister isen Hazreti Allah yeter.” Bir de şu: “Dost dost diye nicesine sarıldım / Benim sadık yârim kara topraktır.”
Lütfi Bergen, Şehir Sünnettir, Hitabevi Yayınları.
Röportaj: Yağız Gönüler
www.dunyabizim.com