Özgürlük yanılsaması gözetlendiğimiz gerçeğini unutturuyor
Sosyolog Nazife Şişman ile, dijital çağda kurgulanan kimlikleri, gözetlenme ve dikizlemeyi, 7/24 çevrimiçi olmayı bütün bunların eşliğinde dijital çağda Müslüman kalabilmenin mümkünlüğünü son kitabı Dijital Çağda Müslüman Kalmak üzerinden konuştuk.
13-07-2017
Kayıtsız şartsız “şeffaflığın” hayatımızın biricik mottosu olduğu günümüzde, bile isteye hep yanımızda tuttuğumuz telefonlarımızla, tabletlerimizle, her anımızı özgürlük yanılsaması içinde diğerlerine servis ediyoruz. Birilerinin her an bizi gözetlediği gerçeğini unutarak her an kendimizi yeniden kurguluyor, hayatımızın magazinsel detaylarını sosyal medya takipçilerimizle paylaşıyoruz. Yalnız yediklerimizi, içtiklerimizi, gezip gördüklerimizi, ağlayıp güldüklerimizi, sevdiklerimizi değil ibadetlerimizi de kendi sosyal medya şovumuzun bir parçası haline getiriyoruz. Sosyolog Nazife Şişman ile, dijital çağda kurgulanan kimlikleri, gözetlenme ve dikizlemeyi, 7/24 çevrimiçi olmayı bütün bunların eşliğinde dijital çağda müslüman kalabilmenin mümkünlüğünü son kitabı Dijital Çağda Müslüman Kalmak üzerinden konuştuk.
Dijital çağda kurgulanan kimlikleri Semra Kaynana örneğinden hareketle izah ediyorsunuz. Semra Kaynana katıldığı TV programı ile bir kimlik kurgulamıştı ve gerçekte onun nasıl bir kimliği olduğunu bilmedik. Burada gerçek ile imajın yer değiştirmesi söz konusu. O halde, bugün sosyal medya kullanıcılarının imajı haline gelen profilleri, gerçek kimlikleri haline mi geliyor yoksa bu imaj/kurgu yalnızca “motor” sesi, yani çevrimiçi olunduğunda başlayan bir gösteri mi oluyor?
Semra Kaynana sosyal medya öncesi bir döneme, televizyonda reality şovun ilk dönemlerine ait bir fenomen. Semra Hanım gerçek ile imajın yer değiştirdiği, birbiri içine geçtiği temsili bir örnekti. Günümüzde sosyal medya kullanıcıları da mecraları kimlik kurmada önemli bir araç olarak kullanıyorlar. Trolleri ve fake hesapları ayrı değerlendirecek olursak, insanların kendi gerçek kimlikleriyle yer aldığı sosyal medya da bizim bir yüzümüz. Ama bir sosyal medya profili kişinin ne kadarını teşkil eder?
Türkiye’deki sosyal medya kullanıcılarından bazıları bu mecrayı yeni bir kimlik kurmak üzere inşa ediyor. Gerçek hayatıyla bağlantısı olmayan bir ‘ikinci hayat’ gibi kurguluyor. Oysa gerçekle bağlantısı yokmuş gibi inşa edilen bu mecralar, insanların işe alımlarından güvenlik soruşturmalarına kadar kıstas alınan mecralar.
Artık çevrim içi ve çevrim dışı diye ayırmak pek mümkün değil hayatı. Reel ve sanal diye keskin sınırları olduğunu da söyleyemeyiz. Çünkü reel ile sanal bir biri içine geçmiş durumda. Mesela bir yakınımızın ölüm haberini Twitter’dan aldığımızda bu sanal bir duruma tekabül etmiyor, gerçekten de bir tanıdığımız ahirete göçmüş oluyor. Ölümün ardından paylaşılanlara gelince durum karmaşıklaşıyor. Sosyal medya tamamen kurgusal, hikaye yazılan bir sahneye dönüşebiliyor.
Benim asıl merak ettiğim, daha doğrusu endişe ettiğim husus, kişinin kendisinin sosyal medya performansından ibaretmiş gibi kabul göreceği bir geleceğe doğru gidiyor oluşumuz.
Bugün herhangi bir zorunluluğumuz olmadığı halde bile isteye gözetlenmeyi tercih ediyoruz. Kendi kimlik bilgilerimizi, şahsi zevklerimizi piyasaya sunuyoruz. Bunun karşılığında biz de "diğerini gözetliyoruz". Bentham'ın Panopticon projesini bugün sosyal medya için düşünecek olursak görme görünme hiyerarşisinin biraz değiştiğini görebiliriz. Hapishane örneğinde tahayyül edelim. Artık tüm hücrelerdeki mahkumlar birbirlerini görebiliyor, gözetleyebiliyor, ama yine muktedir bir göz onları izliyor, denetliyor diyebilir miyiz?
İçinde bulunduğumuz durumun Bentham’ın Panopticon’undan önemli bir farkı var. Bu fark sadece herkesin birbirini görebilmesi değil. Panopticon’da mahkumlar gözetlendiklerini biliyorlardı, zaten bu bilgiydi kurallara uymalarını sağlayan. Foucault işte bu gözetlenme metaforu üzerinden açıklıyordu hapishane, okul, hastane gibi modern kurumların disipline edici işlevini. Bugünse mobese kameralarından alışverişte kullandığımız kartların şeritlerine, internette arama yaptığımız sitelerde bıraktığımız izlerden hastane kayıtlarına kadar pek çok mekanizma gözetlenmemize yol açıyor. Ama arada önemli bir fark var: Bugün internette dolaşanlar kendilerini özgür hissediyorlar. Hem herkes hem de muktedir başka gözler tarafından izlendiği halde, kendisini kendi isteğiyle sergileyen birey, gözetlenmenin baskısını hissetmiyor. Özgür olduğunu zannediyor. Bu yüzden de kendi arzusuyla her şeyini açık ediyor. ByungChul-Han sınırsız özgürlük ve iletişimin,topyekûn kontrole ve gözetime dönüştüğünü söylüyor Şeffaflık Toplumu adlı kitabında. Sosyal medya da giderek bütün toplumsallığı kontrol eden bir dijital panopticon gibi işlev görüyor. Fark şu: Bu kontrol özgürlük yanılsaması ile birlikte geliyor.
Chat odalarında nick kullanan, kendini olabildiğince gizleyen çocukların bugün sosyal medyada gerçek kimlikleriyle var olması tespitiniz üzerinde bir kaç gün düşündüm. Dünün nick kullanan gençleri bugün kendisine dair her detayı paylaşıyor ve hatta evinin, eşyalarının, kıyafetlerinin detaylarını da showunun bir parçası haline getiriyor. Bu değişimi, mahremiyet algısındaki bu dönüşümü sadece Facebook'un kendini pazarlama stratejisi ile açıklamamız yeterli olur mu?
Her pazarlama stratejisi toplumsal-kültürel bir zemin üzerine bina edilir. 'Bizi bu güzel havalar mahvetti' modunda ne yaptıysa Facebook yaptı şeklinde bir yaklaşımın arkasına ancak ciddiyetsiz insanlar sığınabilir. Teknolojiyle göreceli olarak geç tanışan, ama Facebook kullanımında dünya ortalamasının çok çok üstünde bir orana sahip olan bir toplumuz. Uygulamadaki bu hız, alanın sorunlarıyla yüzleşme noktasında kendisini göstermiyor ne yazık ki.
Gözetlenme ve kişisel verilerin biriktirilmesi, bu yeni teknolojinin ortaya çıkardığı çok önemli bir sorun. Neoliberal ekonomide mahremiyet alınıp satılacak bir metaya dönüştü. Bu bakımdan “büyük veri”nin nasıl ve ne amaçla kullanılacağı, sadece siyasi ve iktisadi bir sorun değil aynı zamanda ahlaki de bir sorun. Bireysel verilerimizin bir takım küresel şirketlerin tekelinde olması üzerinde ciddi ciddi düşünmek ve çözüm üretmek gerekiyor. Ama bu bireysel sorumluluğu üzerimizden kaldırmıyor. Elbette kullandığımız teknoloji, davranış tarzlarımızı etkiler, ama öncelikler sıralaması ile ilgili bir prensibimiz olmalı değil mi? Kişinin kendi mahremiyetini büyük şirketlere bırakmadan kendisinin pazarladığı mecraları dikkate aldığımızda ise başka bir sorun alanına daha giriyoruz. Değişen teknoloji, ahlaki, siyasi, iktisadi ve kültürel yepyeni sorunları da beraberinde getiriyor. Ne ki biz sadece hızın sarhoşluğu içindeyiz.
Telefon ve internet devrimi ile birlikte 7/24 çevrimiçi olan bireyin her an hesap verebilirliği, evinin sınırlarında dahi işverenlerince kontrol edildiği üzerinde durulması gereken bir husus aslında. Teknoloji ile birlikte evin sınırlarının kamusal alana dahil edilmesi söz konusu. Sizce teknolojik gelişmelerden hareketle toplumsal sözleşmelerimizin, iş akitlerimizin yenilenmesi gerekir mi? Ya da mümkün olabilir mi?
Her yeni teknolojinin toplumsal ilişkileri, gündelik hayatı ve bu arada iş tanımını da etkilemesi beklenebilecek bir sonuç. Yeni teknoloji belli iş kollarında belirli mekanlarda bulunmadan da işin sürdürülebileceği imkanlar sağladı. Bu bir bakıma çalışanlar için esneklik ve özgürlük sağlayan bir imkan. Ama bir başka açıdan 7/24 bir mesaiye de açık hale getiriyor kişiyi. İşyerinizden akşam bir mail gelebiliyor. Görmezseniz diye whatsapp’tan uyarılıyorsunuz. Yani bir aile yemeğiniz kesintisiz olmuyor artık. Tabii bunu söylerken zaten herkesin kendi sosyal medyasında dolaştığını göz ardı ediyorum. Bu durumda sanayi sonrası toplumun iş/eğlence ayrımı, mesai tanımı tamamen değişiyor. Bunun etkilerinden biri zamanın kesintisizliği, her şeyin 7/24 yaşanması ki bu insanın her anının tüketime açılması demek. Gece bile reklamlara maruz kalarak ekonominin içindesiniz demek. Tabii ki bu yeni iş tanımının başka sonuçları da olacaktır. Mesela Richard Sennett Karakter Aşınması kitabında esnek işin kişinin kimlik tanımında aile babası rolünde aşınmalara yol açtığından bahseder. Yeni karşılaşılan bu durumlar elbette iş akitlerine, iş tanımlarına yansıyacaktır.
Televizyonu "mavi ışığı sönmeyen imparatorluk" olarak tasvir ediyorsunuz. Yalnız yaşayan pek çok arkadaşımdan en azından yemek yerken o yalnızlık hissini bertaraf etmek için televizyonun sesine ihtiyaç duyduklarını işittim. Bugün televizyonun mavi ışığı sönmeyen imparatorluğa dönüşmesi bireyin hem fiziksel mesafe olarak hem de ruhsal olarak yalnızlıktan kurtaracak ikinci bir taraf olarak göründüğünü söyleyebilir miyiz? Evimizin başköşesine kurulan, ailemizin artı biri olan TV'yi "kişileştiriyor" muyuz sizce?
Televizyon yetmişli yıllarda hayatımıza girdiğinde ayrı bir sosyalleşme ağı oluşturmuştu. Sadece aileyi değil bütün mahalleyi etrafında toplayan bir TV izleme tarzı vardı. Ve zaten fazla determinist bulunduğu için eleştirilen McLuhan’ın “araç mesajdır” sözünün ifade ettiği duruma bir direnç geliştirmenin mümkün olduğu kanaatini bu uygulama üzerinden de savunmak mümkündü. Günümüzdeyse artık televizyon aileyi başına toplayan bir araç değil. Ailedeki her bireyin kendi ekranı var. Bu açıdan da televizyon ile yalnızlık arasında bir bağlantı kurmak mümkün. Özellikle orta yaşın üstü için televizyon evde bir ses demek. Zeki Müren onları görmese de... Bu manada TV’yi kişileştirmekten bahsedebiliriz. Ama eşyayı kişileştirmekte çok şaşırtıcı bir yön yok. Gelecekte yalnızlaşan bireylerin imdadına dinleyen, mırıldanan, başını sallayarak tepkiler veren robotlar yetişecek. Bunların imal aşaması bitene dek, yalnızlar televizyonla idare etmek zorunda... Biz dijital çağda insani iletişimi, sohbeti, muhabbeti tesis etmenin yollarını bulamazsak eğer...
Hayatımıza katılan her teknolojik yeniliğin, gündelik hayat örgütlenmemizi de zihniyet dünyamızı da dönüştürdüğünü söylüyorsunuz. Bu dönüşümü galiba en iyi Ramazan ayında idrak ettik. İdrak ettiğimiz zaman dijitaldi, mekan sanal… Tuttuğumuz oruç; yaptığımız iftar, sahurumuz; kıldığımız teravih namazı Instagram hikayemiz için bir malzeme niteliğindeydi. Artık “direkler arası Ramazan eğlencelerinin” sosyal medya hesaplarımızın ortasında kurulduğunu söyleyebiliriz. Başta soracağımızı sonda soralım. Manevi iklimimizin böylesine şekil değiştirdiği bir zamanı idrak ederken bahsi geçen Dijital Çağda, Müslüman Kalmak mümkün müdür? Yoksa yaşadığımıza Dijital Müslümanlık denilebilir mi?
Ramazan on bir ayın sultanı olarak tanımlanan, içinde Kadir gecesinin bulunduğu, Kur’an’ın nazil olduğu ay. Bize Ramazanın rahmet ayı olduğu ve bu ayda şeytanların ellerinin bağlı olduğu bildirildiği için bu ayın manevi fezeyanının, dijital çağda şikayet ettiğimiz pek çok uygulamayı bertaraf edecek bir kuvvette olmasını arzu ediyoruz. Bu nedenle on bir ay normal karşıladığımız pek çok şey, Ramazanda gözümüze batmaya başlıyor. Hâlbuki Recep ve Şaban’ı nasıl yaşamışsak Ramazan’ı da öyle yaşamamız mukadderdir. İbadetlerin az ama sürekli olanının tavsiye edilmesi, ipliğini eğirip sonra çözen kadın gibi olmama uyarısı, hep bu espriye dayanır. Bu sebeple eğer yerinde bir eleştiri yapmak istiyorsak bütünü görmeliyiz.
Nedir bütünde görmemiz gereken?
Dijital çağda Müslüman kalmak mümkün mü? Sorusunu atlamayalım. Mümkün olmasa sorumlu olmazdık. Unutmayalım ki her çağ kendi imkanları ve zorluklarını barındırır. Bize düşen dünyanın dünyalığını fark etmek ve bugünün içinden hakikati görebilmek. Onu örten bütün düzeneklere rağmen. Bu yüzden dijital çağın ne idüğünü bilmemiz gerekiyor. İçinde yaşadığımız dönem gözün hakimiyeti altında şekilleniyor. Halbuki imanın ikrarında “işittik ve itaat ettik” denilmesinden de anlaşılacağı üzere, dini hitap kulağı esas alır. Ama bugün televizyonlardaki dini programlar başta olmak üzere dini hitap göze dayalı bir izleme kültürüne emanet edilmiş vaziyette. Kişinin ibadetlerini görsel kültürün malzemesine dönüştürmesine ise olmak/görünmek arasındaki zıtlık bakımından dikkat edilmesi gerekir.
Soru şu: İşitmenin yerini görmenin aldığı, görüntünün gerçekten daha gerçekmiş gibi kabul gördüğü bir dünyada feraseti ve basireti nasıl kuşanacağız? Bu soruların cevabı çok kolay değil. Tasvir olmadan tahlil, tahlil olmadan teklif mümkün değildir. Bu sebeple önce dijital kültürle yüzleşmemiz gerekiyor.
Röportaj: Beyza Karakaya/Dünya Bülteni
- “Modern Tasavvura, Yaşam Tarzına, Davranış Kalıplarına İtiraz Ediyorum”
- Sırma: İslamcılık tabirini yanlış buluyorum
- Ahmed Kalkan: Emri bil maruf ve nehyi anil münker can simidine sarılmalıyız
- Doğu Türkistan: Uygur aktivist Arslan Hidayet ile özel röportaj
- Protez psikoloji: Covid-19’un yol açtığı yeni haleti ruhiye
- Vücudunuza bir çöp tenekesi muamelesi yapmayı bırakıın
- Alan: Kur’an varken siyere ihtiyacımızın olmadığı iddiası modern zihne dayanıyor
- Bangladeş: Müslümanların mazlum coğrafyası
Makaleler
Hava Durumu