Pamak'la 12 Eylül, 82 Anayasası ve yeni anayasa arayışı üzerine
1982 Anayasasının değiştirilmesinin ve “sivil” bir anayasa hazırlanması tartışmalarının sürdüğü bu süreçte, Danışma Meclisi’nde Çanakkale üyesi olarak bulunmuş ve darbe anayasasının hazırlık sürecinin de tanıklığını yapmış olan Mehmet Pamak’la, 12 Eylül darbe süreci, 1982 anayasası ve yeni anayasa hazırlıkları üzerine gerçekleştirilen bir röportajı yayınlıyoruz.
13-09-2011
Mehmet Pamak'la 12 Eylül Darbesi, 1982 Anayasası ve Yeni Anayasa Hazırlıkları Üzerine...
1982 Anayasasının değiştirilmesinin ve “sivil” bir anayasa hazırlanması tartışmalarının sürdüğü bu süreçte, Danışma Meclisi’nde Çanakkale üyesi olarak bulunmuş ve darbe anayasasının hazırlık sürecinin de tanıklığını yapmış olan Mehmet Pamak’la, 12 Eylül darbe süreci, 1982 anayasası ve yeni anayasa hazırlıkları üzerine konuştuk. Ancak Mehmet Pamak, öncelikle şu şerhi düşmeden bu konudaki görüşlerini açıklamayı uygun bulmadı: “Bugün o günkü Mehmet Pamak değilim. O gün ülkücü, ulusalcı bir kimliğim vardı. Bugün ise, tevhidi bir imanla bağlandığım İslami kimliği, sentezlerden ve şirkten uzak bir anlayışla savunuyorum. Ayrıca, o günkü şirke bulaşmış kimliğimle bile mecliste red oyu verdiğim darbe Anayasa’sına bugün daha ilkeli bir duruşla ve çok daha köklü bir anlayışla hayır diyorum. Bu sebeple, sorularınıza cevap verirken, eski seküler-ulusalcı duruşumdan beri olduğumu bir daha vurgulayarak, sadece tarihe tanıklık anlamında, olayları anlatacağımı ifade etmek istiyorum.”
-12 Eylül 1980 günü “Bayrak Harekâtı” adı altında gerçekleştirilen silahlı müdahale başarıyla tamamlandı! Darbe yapıldı, Anayasa yürürlükten kaldırıldı, Parlamento ve hükümet feshedildi. Bütün yetkiler Milli Güvenlik Konseyi’nin eline geçti. Siz ne yapıyordunuz o dönemde?
O günlerde ben kamuda bir bürokrat olarak çalışıyordum. Bir yandan Maliye Bakanlığı Gelirler Genel Müdür Yardımcısıydım, diğer yandan ülkücü hareketin önde gelen simalarından biriydim. Darbeyle birlikte başta Meclis ve hükümet olmak üzere bir çok anayasal kuruluş dağıtılmış, partiler kapatılmıştı. Böylece zaten askeri vesayetin sürekli olduğu sitemde, siyasi kadroları tamamen devre dışı bırakarak bütün yetkileri, TSK adına Kenan Evren liderliğindeki Milli Güvenlik Konseyi silahlı müdahaleyle ele geçirmişti. Anayasal sistem, anayasasıyla beraber toptan ve zora dayalı bir müdahaleyle lağvedilmiş, mevcut yasalara göre “idam” cezasını gerektiren bu suçu işleyenler ülkenin tek hakimi haline gelmişlerdi. Asker bürokratlar açısından zaten pratikte çok fazla bağlayıcılığı olmayan anayasa, kanunlar, Meclis, hükümet tamamen saf dışı edilmiş, gerek nazari ve gerekse pratik olarak artık her şeyin beş kişilik konseyden ibaret olduğu gerçeği bütün ülkeye cebren kabul ettirilmişti.
-Evren başkanlığındaki Milli Güvenlik Konseyi ne derse o kanun oluyordu yani?..
Aynen öyle. Konsey, darbeden 46 gün sonra bir kanun çıkardı. Bu metinler, aslında darbecilerin arzularını yansıtan birer “ferman” olsa da, isimleri “kanun”du. Bu ilk kanun, silahlı müdahaleyle yürürlükten kaldırılan anayasa yerine geçmek üzere hazırlanan, Anayasa Düzeni Hakkında Kanun’du. İşte bu kanuna göre, 12 Eylül 1980 tarihinden itibaren Meclis’in bütün yetkileri Konsey’e, cumhurbaşkanının bütün yetkileri, tabii ki “Devlet Başkanı” adıyla yetkileri daha da arttırılarak Kenan Evren’e geçti. Ancak ortada temel bir sorun vardı. Yeni anayasa nasıl yapılacaktı? Belki, Milli Güvenlik Konseyi bir bildiriyle yeni bir anayasayı da yayınlayabilirdi; ama bu yeterince inandırıcı olmayacak, başta darbecilerin destekçisi batılı dostları olmak üzere kamu oyunu tatmin etmeyecekti.
-Kurucu Meclis formülü böylelikle mi benimsendi?
Evet. “Türkiye’nin özel şartları” kamuflajı altında sürekli Batıdan destek gören darbeciler, bu ilişkileri sebebiyle Batıyı da memnun edecek bir formül üreterek, anayasa ve yasaları bir meclise hazırlattıkları imajını vermek istediler ve böylece Danışma Meclisi gündeme geldi. Yunanistan’da darbe olduğunda, AB ile olan bütün ilişkilerini askıya alıp, darbecileri alaşağı ederek ceza evine tıkana kadar zorlayan Batılı devletler, Türkiye darbecilerine her zamanki gibi kıyak geçtiler ve AB komisyonlarında Darbe Meclisinin üyelerini temsilci olarak kabul edecek kadar da tolerans gösterdiler. İşte böyle bir ortamda Batıyı da memnun etmek üzere DM kuruldu ve nihai olarak Konseyin belirlediği, çeşitli meslek gruplarından 160 kişi üye olarak atandı.
-Siz nasıl seçildiniz Danışma Meclisi’ne?
Danışma Meclisi kurulmadan evvel 5 kişilik Konsey, Meclis fonksiyonu görüyordu. Biz de bürokratlar olarak o zaman tasarıları hazırlayıp onlara götürüyorduk. Oradan bir tanışıklık oluşmuştu. Biz bürokratların tasarı haline getirdiği metinler, Kenan Evren’in başkanlığındaki 5 kişilik konsey üyeleri tarafından görüşülüyor, söz alıp teklifler ve düzeltmeler yapılıyor ve sonuçta kabul edenler-etmeyenler şeklinde oylanarak yasa haline getiriliyordu. Sanki bir mecliscilik oyunu oynanıyor gibiydi.
-Şu anki Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde, 5 kişilik Konsey üyeleri ve siz bürokratlar..
Evet. 5 kişilik darbeci ekip ve onların subaylardan oluşan komisyon üyeleri ve sivil bürokratlar.. Bugünkü Meclis binasında yasalar böyle çıkarılıyordu.
-Danışma Meclisi’ne nasıl seçildiğinizde kalmıştık…
Konsey, Anayasa’nın yerine geçmek üzere özet bir metin hazırladı. İşte orda 160 kişilik Danışma Meclisi kurulması da gündeme geldi. Bu meclis için bütün illerden müracaatlar alındı. Her ilin nüfusuna göre farklı sayıda meclis üyeliği kontenjanı vardı. Türkiye genelinde binlerce başvuru yapıldı. Her valilik bu müracaatlar içinden belirlediği kendi il kontenjanının 3 katı kadar adayı Konsey’e bildirdi, Konsey de bunların 1/3 ünü atadı. Çanakkale ilinden 65 kişinin müracaatı vardı, valilik bu sayıyı üçe indirdi, Konsey de bu 3 kişi arasından Çanakkale ilini temsil etmek üzere beni seçti, aslında atadı demek daha doğru olur. Konsey bürokratik ilişkilerden dolayı bizi iyi tanıyordu. Hatta Konseyin Mecliste görevli Komisyon başkanlarından General Muzaffer Başkaynak da müracaat etmemi tavsiye etmişti. Ben o zaman ülkücü, devletçi ve ulusalcı bir kimliğe sahibim. Vergi, ekonomi ve maliye konularında da nitelikli bir bürokratım. Sağın en büyük gazetesi olan Kemal Ilıcak’ın Tercüman Gazetesinde de haftada bir yazılar yazıyorum. Anayasa ve yasalar hazırlanacak, dinamik ve nitelikli insanlara ihtiyaçları var. Gerekirse gece yarılarına kadar çalışmak gerekecek. 30 yaşındayım, gencim ve en önemlisi ulusalcı, yanlış ifadelendirmeyle “milliyetçi” fikirlere sahibim. Yani özetle, o günkü düşünce yapımla, ulusalcı darbecilerin aradıkları adamım. Zaten o gün MHP için “kendi hapiste fikri iktidarda” tanımlaması yapılıyordu. Çünkü darbeci generallerin tutumları ve fikirleri Türkeş’ten farklı değildi. Nitekim Türkeş’in liderliğini yaptığı “Türk-İslam sentezi”, yani İslam’ı ulusalcı renge boyayıp sekülerleştirerek, ulusalcı politikaları ve ulus devletçi statükoyu halka benimsetmek ve sürdürmek amacıyla kullanma stratejisi, bir süreliğine de olsa darbe sürecinin ve sonrasının resmi ideoloji stratejisi haline bile getirildi.
-Anayasa yapma yetkisi bütünüyle Danışma Meclisi’ne mi verildi?
Hayır… Anayasal kuruluşların, oligarşinin belirlediği sınırları tekrar aşmamasını, halkın fazla söz sahibi olmamasını, resmi ideoloji kuşatmasının bütün toplumsal alanları tahakküm altında tutabilmesini sağlayacak, oligarşiye iktidar ve rant sağlayan statükoyu sürdürecek tedbirleri almak için anayasaya son şeklini yine Konsey vermeliydi. Ancak bunun için de, göstermelik de olsa yine bir hukuki zemin oluşturmak gerekliydi. Bu da hiç zor olmadı. Hemen “Kurucu Meclis Hakkında Kanun” çıkarıldı. Kurucu Meclis’in iki organı vardı.Birincisi, 160 kişiden oluşacak Danışma Meclisi, ikincisi, beş kişiden oluşan Milli Güvenlik Konseyi. Son söz hep MGK’ne aitti. Danışma Meclisinde de askerler ve asker düşünceli insanlar hakimdi, ama yine de tam güvenilmediği için darbeciler son sözü ellerinde tutuyorlardı.
-Ve başladınız Anayasa hazırlamaya?..
Önce, zahiren sivillerden oluşmuş gibi görünmesine rağmen zihniyet itibariyle çoğunlukla ulusalcı-militarist zihniyete sahip kişilerden teşkil edilen DM üyeleri içinden seçilen bir Anayasa Komisyonu kuruldu ve çalışmalarına başladı. Konsey üyeleriyle ve Danışma Meclisi üyeleriyle de görüşerek, ilk anayasa taslağını bu komisyon hazırlayıp, DM Genel Kuruluna getirdi.
-İllerden seçilen 160 kişi ne kadar halkın içinden kişilerdi?
DM üyelerini atayanlar, ülkenin ve devletin sahibi olduklarına inanmış, halkı ve değerlerini hakir gören, halka asla güvenmeyen, her şeyin en iyisini kendilerinin bildiğine inanarak “halka rağmen” hareket etmeyi ilke edinmiş elitist, aristokrat asker bürokratlardı. Üstelik, önce bir sivil bürokrat olarak, sonra da DM üyesi olarak yakın temasta olduğum bütün askerlerde şu ruh halinin bulunduğunu gözlemledim: Kendilerinin özel insanlar olduğuna, çok nitelikli bir eğitimle herkesten üstün ve nitelikli olduklarına, ülkenin, devletin ve hatta halkın sahibi olduklarına, asker olmayanların (sivil bürokratlar dahil) geri ve yönetilmeye, yönlendirmeye muhtaç olduklarına, halkın ise kendi menfaatine olanın bile ne olduğunu bilemeyecek kadar geri olduğuna inanıyorlardı. Bu sebeple onların belirleyiciliğinde DM’ne seçilenlerin, gerçek anlamda halkın içinden ve halkı temsil kabiliyeti olan kişiler olması mümkün değildi. Bu sebeple, benim de içinde bulunduğum çok az sayıda üye hariç, büyük çoğunluk, halka, halkın İslami kimliğine ve değerlerine yabancı insanlardı. Buna rağmen çoğunluk, tekrar seçim söz konusu olduğunda milletvekili olmayı da arzu ettiklerinden, zaman zaman halkı hoşnut edecek popülist çıkışlar yapmaya da meyilliydiler. Darbeciler, bilinçli olarak, İslami eğitim almış, Müslüman halkın hak ve özgürlüklerini savunabilecek derecede İslami kimlik ibrazı olan tek kişiyi DM’ne almamışlardı. Benim İslami değerlere sahip çıkan konuşmalarımla karşılaşınca da çok kızmışlar ve “adamı Maliyeci diye aldık, ilahiyatçı çıktı” demişlerdi. Kenan Evren de, daha sonra yayınladığı hatıratında, beni Meclise almakla büyük hata yaptıklarını bilahare anladıklarını ve çok pişman olduklarını ifade etmişti.
-Peki bu üyeler 5 kişilik Milli Güvenlik Konseyi karşısında ne kadar özgürdü?
Danışma Meclisi kesinlikle özgür değildi. Baskı altındaydı ve özgürce konuşan az sayıda insan da, generallerin odalarına çağrılıp tehdit ediliyordu. İstifaya zorlanıyordu. Bu sebeple DM’de hazırlanan anayasa “sivil” zihniyetteki insanların özgürce hazırladıkları bir anayasa değildi. Asker baskı ve hegemonyası her safhada kendi arzularını dayatıyordu. Tabii ki, buna rağmen anayasaya halkın arzularına uygun hiçbir şey sokulamadı denilemez. Bizim, Türkiye çapında “Din Görevlileri”nden istifade ederek yaptığımız organizasyonla üyelere illerinden baskı oluşturmak suretiyle bu kuşatmayı aşarak “İslam dini eğitimi” ve “Diyanet İşleri Başkanlığının İslam hükümlerine göre hizmet edeceği”ne dair bazı hükümleri DM’de kabul ettirmemiz de bunlardan bazılarıydı. Ancak bu tür askere rağmen yapılan eklemeler de MGK safhasında tek tek ayıklandılar ve sonuçta tamamen askerin arzularını yansıtan bir darbe anayasası çıktı ortaya.
-Meclis’te siz nasıl bir duruş sergilediniz?
Ben bugün iman ettiğim tevhidi sahih İslam’dan habersiz, Allah’ın dinini başka ideolojilerle, hem de İslam’ın açıkça reddettiği kavmiyetçilikle sentez eden eklektik/karışık bir anlayışla “Türk İslam sentezi”ne inandığım için, ilk dönemde Türkçü, ulusalcı konuşmalar yapıyordum. Uğur Mumcu da benim Mecliste olmamdan rahatsız olarak, Cumhuriyet gazetesinde aleyhimde yazılar yazmaya başlamıştı. “Pamak-Mamak Olayı” başlıklı yazılarla, benim MHP’li olduğumu Konsey üyelerine ihbar etmeye, MHP’liler Mamak’ta iken benim Meclise alınmamı çelişki olarak ortaya koymaya çalışıyordu. O sırada MHP’nin ileri gelenleri Mamak’ta tutuklu bulunuyorlardı. Ben direk partide görevli değil de bürokrat olduğum için o sürecin içinde yer almamıştım. O günlerde, Hergün gazetesinde, Yeni Düşünce ve Ülkücü Kadro Dergilerinde müstear isimle yazılar yazmaya devam ediyordum. Aslında o günlerde, Alpaslan Türkeş’in de ifadesiyle MHP “kendi hapiste, fikri iktidarda” bir hareket olarak nitelendiriliyordu. Çünkü Kenan Evren ve arkadaşları da “milliyetçi/ulusalcı”, devletçi söylem ve uygulama bakımından MHP’den çok farklı değildiler. İşte Uğur Mumcu bundan rahatsız olarak, “O Meclis’te, arkadaşları Mamak cezaevinde” şeklinde yazılar yazıyor, bir yerlere ihbarda bulunuyordu. Ben de Meclis’te, Türkçü, ulusalcı konuşmalar yaparak Mumcu’ya meydan okuyordum. İşte bu Türkçü, ulusalcı konuşmalarımı yaptıkça Meclis’ten büyük alkış ve destek alıyordum.
MECLİS KÜRSÜSÜNDE BAŞÖRTÜSÜNÜ SAVUNDU, SOLCULAR, KEMALİSTLER, “MÜLLİYETÇİLER”, ULUSALCI DARBECİLER ve YANDAŞLARI YUHLADI
-Hoşlarına gitmeyen konuşmalarınız olmadı mı hiç?
O zaman inandığım “Türk-İslam sentezi” fikrinin Türkçülük boyutunda yaptığım konuşmalar hep alkış alırken, ilk defa sentezin İslam tarafıyla ilgili konuştuğumda ise, bizzat “milliyetçiler” de dahil herkes sıra kapaklarına vurup protesto etti. İşte ondan sonra ben “Türk-İslam sentezi”ni ve “milliyetçiliği” sorgulamaya başladım ve bu süreç sonunda da Allah’ın lütfuyla, İslam ile ulusalcılık sentezini reddeden tevhidi inanca ulaştım. Türk-İslam senteziyle şirke bulaşmış bir inancın sahibiyken, Allah ile ulus devlet arasında bir tercihe zorlandığımda, samimiyetle Allah’ın tarafında yer alıp ilahlaştırılmış ulus devletin baskı ve yasaklarına karşı çıkınca, “milliyetçi” arkadaşlarımın bile ulus devletin safında yer alıp, ilahi olanı savunan konuşmamı protesto etmesiyle yaşadığım şok üzerine yaptığım sorgulama, Rabbimizin lütfuyla hidayete giden yolu önüme açıverdi.
- Sıra kapaklarına vurularak yapılan protesto neden ve nasıl gerçekleşti?
DM’nin sıra kapaklarına vurularak gerçekleştirilen ilk ve son protestosu bana karşı yapıldı. Olay şöyle gelişti. 1981 yılının Aralık ayında İmam Hatip öğrencilerine başörtüsü yasağı getirildi. Milli Eğitim Bakanı, emekli Korgeneral Hasan Sağlam’dı. Bu yasak gelince, ben çıktım Meclis kürsüsünden Ahzap ve Nuh suresi ayetlerini hatırlatarak başörtüsünü savundum ve yasağa karşı çıktım. Başörtüsünün Allah’ın farz kıldığı bir emri olduğunu söyledim. “Nasıl başörtüsünü yasaklarsınız?” diye sordum. İnsanlara zulmedip, Allah’ın farz kıldığı başörtüsünü yasakladığı için emekli general Milli Eğitim Bakanı’nı protesto ettim. O anda Meclis şok oldu. Darbe sürecinde ve darbe meclisinde bir adam çıkıyor, Meclis kürsüsünden Allah’ın ayetlerini, emirlerini hatırlatıyor ve “Başörtüsü Allah’ın emridir. Tıpkı namaz, hac ve oruç gibi farzdır” diyor ve yasakçı darbecileri protesto ediyordu. İşte bu konuşma üzerine, her zaman alkışladıkları konuşmacıyı herkes ‘yuhhh’ “yeter artık” diye bağırarak ve güm güm masalara vurarak protesto etmeye başlıyordu. Evet daha önceki ulusalcı konuşmalarımı alkışlayanlar da, hatta “milliyetçi”ler de dahil herkes, artık beni protesto ediyordu. Masaları yumrukluyorlardı. Meclis Başkan Vefik Kitapçıgil müdahale ediyor, “Sayın Pamak, yeter artık” diyerek sözümü kesmeye çalışıyordu. Ben aldırmıyor, yasağa karşı eleştirilerime devam ediyordum. Kürsüye hücum başladı sonra. İbretlik durum ve belki de birilerini gelecek adına ürküten olay şuydu, “Meclisin en genç üyesi, laikliğin mabedi kılınan Meclisin kürsüsünden Allah’ın ayetlerini savunuyor, emekli Orgeneral Eşref Akıncı, Profesör Hamza Eroğlu gibi en yaşlı üyeler ise laiklik ve Kemalizm adına ona saldırıyorlardı.”
KENAN EVREN ÇOK KIZDI ve İSTİFAYA ÇAĞIRDI
-Peki ya sonra.. Askerlerin tavrı ne oldu?
Bu yaşananlardan sonra beni, MGK Genel Sekreteri Orgeneral Necdet Üruğ çağırdı. Gittim, yanına oturdum. Bana, “Sen kimsin arkadaş, MSP’li misin?” dedi. Cevap verdim: “Ben, halkımızın da dini olan İslam’a ve İslami değerlere bağlı, haksızlıklara, yasaklara karşı çıkan ‘milliyetçi’ bir insanım.” Org. Üruğ bunun üzerine “Seni MSP’li sanacaklar, nasıl böyle konuşursun?” diye sordu. Parti temsilcisi olmadığımı ve bürokrat olduğumu söyledim. Bir Müslüman olarak başörtüsünün Allah’ın emri olduğuna inandığımı ve yasaklanmasına karşı çıktığımı belirttim. Org. Üruğ, “Kardeşim, bizim de eşlerimiz mevlitlerde başlarına bir örtü alıyorlar. Ancak yasaklanan öyle değil. Onlar başörtüsünü sürekli kılıp, siyasal simge ve propaganda konusu haline getiriyorlar” diye çıkıştı. “Ben sadece, Allah’ın emirlerinin yaşanmasına yasak getirilmemesini istiyorum” dedim. Bunun üzerine Org. Üruğ, Kenan Evren’i kastederek “sayın devlet başkanımız çok kızdılar ve eğer bize uyumlu çalışmayacaksanız istifa etmenizi istediler” dedi. Ben de, istifa etmeyeceğimi ve beni atmalarını istedim.
-Neden atmalarını istediniz?
İstifa etsem işlerine gelecekti. Ama ben işlerini zorlaştırmak istedim.
-Nasıl zorlaştırmak?
Dünya kamuoyuna açıklama yapmışlardı, “Biz dokunulmazlığı olan, düşüncelerin özgürce ifade edilebileceği bir Meclis oluşturduk” demişlerdi. Dolayısıyla bana dokunamazlardı. Ayrıca, eğer istifa etsem, darbecilerden kaynaklanacak tehlikelere daha açık hale gelirdim.
-Meclis kürsüsünde başörtüsünü savunmak yanınıza kâr kaldı anlaşılan?
Tabii öyle bırakmadılar. O süreçte bana çok tehditler geldi. Kapısı kırılarak büroma girildi. Bütün dolaplarım, evraklarım allak bullak edildi. Danışma Meclisi’nin Konya üyesi Osman Yavuz beni aradı. Yavuz’un askeri çevrelerle ilişkisi çok kuvvetliydi. Aradığında, “Mehmetçiğim dikkat et, trafikte karşıdan karşıya geçerken temkinli ol, kontrollü ol. Bir kazaya kurban gidebilirsin” dedi. Dolaylı da olsa bu kadar açık tehditler almaya başlamıştım. Meclis’te idare amiri olarak görevli olan Tuğgeneral Şamil ise, “ASALA Türkiye’ye sızmış ve önemli hedeflere suikastlar düzenleyeceklermiş. Bunlardan biri de sen olabilirmişsin dikkatli ol” dedi. Beni korkutmaya ve geri adım attırmaya çalışıyorlardı ve hatta belki de muhtemel bir suikasta zemin hazırlıyorlardı. O sırada hükümette Sanayi ve Ticaret Bakanı olan Kemal Cantürk’le iyi dostluğumuz vardı, ikimiz de Tercüman gazetesinin yazarıydık. Başörtüsü yasağına karşı çıkan konuşmamdan sonra bir gün makamında oturmuş konuşuyorduk, bana şunları söyledi: “Pamak, başörtüsünü savunup askerleri eleştirmekle kendi siyasi istikbaline zarar verecek çok kötü bir şey yaptın, bunlar artık sana en az on yıl bu ülkede siyaset yaptırmazlar”. Hakikaten de öyle oldu. Gerçi, benim tevhidi bilince ulaşmam için lehimde bir sonuç olsa da, önce siyasette, sonra devlette tekrar görev almam askerlerce, hem de Danışma Meclisine seçmeleriyle çelişkiye düşmek pahasına engellendi. Önce, bugünkü MHP’nin ilk ismi olan Muhafazakar Parti’yi kurup Genel Başkanı oldum ve Evren ve darbeci arkadaşlarının oluşturduğu MGK tarafından veto edildim. Daha sonra Konya’dan bağımsız Milletvekili adayı oldum yine veto edilerek seçimlere katılmam engellendi. Bunlara ilaveten, kanuni hakkım olan tekrar bürokrasideki görevime dönmem de engellendi. Ve geçimimi temin etmek için serbest mali müşavirlik yapmak zorunda kaldım. İbret verici ve uyarıcı bir durumu yaşıyordum. Ulusalcı, sentezci olduğum dönemde bile sırf İslami bir fariza olan başörtüsünü savunduğum için neredeyse bir linçe muhatap kılınıyordum. Tevhidi bilinçle gerçek Müslüman olduktan sonra ise, tam bir sindirme ve yok etme politikasıyla karşı karşıya bırakılıyordum. “Milliyetçiliği” terk edip sadece Müslüman olduğumu söyleyip, Allah’ın vahyinin kurtarıcı, karanlıklardan aydınlığa çıkarcı mesajını, önce kendim yaşamaya ve bilahare de bütün insanlara yaymaya başladıktan sonra, hakkımda onlarca dava açılıyor, bir çok keyfi ve ideolojik mahkeme kararlarıyla üzerime geliniyordu. Halbuki, ulusalcı iken, devletin en üst bürokratik kademelerinde yer veriliyor, müfettişlik, Genel Müdür yardımcılığı, parlamenterlik makamlarında görev yapıyordum.
-Darbecilerle ters düştüğün ve ikaz edildiğin başka konular oldu mu?
-İçişleri ve Milli Eğitim Bakanlıklarının bütçeleri görüşülürken,darbeci generallerden olan bu iki bakanın icraatlarını eleştirip ikisinin de istifalarını istedim. Bunun üzerine yine çok kızdılar ve yine istifa etmemi isteyerek sıkıştırdılar. Hatta bir keresinde Kenan Evren DM Başkanı Prof. Sadi Irmak’la haber gönderdi. Kendisini Çin’e uğurlarken hava alanında yaptıkları görüşmede Kenan Evren Sadi Irmak’a benimle ilgili çok sert bir konuşma yapmış, “kim bu adam, ne yapmak istiyor, buna haddini bildirmeli, bize uyum sağlamayacaksa istifa etsin gitsin” gibi laflar etmiş. Sadi Irmak, onun bu kızgınlığının yüksek dozajından çok korkmuş bir halde bana geldi ve “Mehmetçiğim çok gençsin, istikbalin var, bunlar sana çok büyük kötülük yapabilirler, ne olur onları eleştirme, biraz daha dikkatli ol, bugün onların günü, her şeyi yapabilirler, sana acıyorum, yazık olacak” gibi oldukça samimi bir yaklaşımla ve evladını tehlikelerden korumak isteyen bir baba üslubuyla beni uyarmaya çalıştı. Yine bu süreçte, TSK’da görevli 350 general ve amiralin adreslerini temin edip, onlara Mecliste yaptığım konuşmaları (Başörtüsü yasağına karşı yaptığım konuşma dahil) ve o zaman “milliyetçi” çizgide yazdığım 3 kitabımı postaladım. Amacım, o gün ülkeye emir komuta zinciriyle tahakküm eden ve benim meclisteki konuşmalarımı basındaki saptırılmış haberlerden takip eden generalleri konuşmalarımın ve fikirlerimin aslıyla muhatap etmekti. Darbe sürecinde böyle bir çalışma yapmam, Ankara’daki MGK’ni ve Kenan Evren’i hiç beklemediğim kadar kızdırdı ve yine Org. Necdet Üruğ tarafından davet edildim.
- Kenan Evren kızdı mı, hemen Org Üruğ çağırıyor galiba.
Evet öyle... Üruğ’un odasına girdiğimde, ayakta ve çok sinirli bir biçimde tepki göstererek, Kenan Evren’in bu çalışmama çok kızdığını ve “bu adam kim, arkasında hangi güçler var, ne yapmak istiyor, benim ordumu mu ele geçirmek istiyor, ordumu bölmek mi istiyor, bu cesareti nereden alıyor” gibi sorular sorarak bana haddimin bildirilmesini ve yine istifa etmemin sağlanmasını istediğini söylüyordu. Ben de “sizin general ve amirallerinizin gazete okumaları yasak mı?” diye sordum. “Tabii ki yasak değil” cevabını alınca da, işte ben, okudukları gazetelerde çıkan hakkımdaki haberlerin aslıyla/doğrusuyla onları muhatap kılmış oluyorum dedim. Buna rağmen bu yaptığım büyük suç gibi algılanıyordu. İşte bu kızgınlıkla büyük tepki göstermeye ve istifamı istemeye devam ettiler. Kenan Evren, muhtemelen şöyle düşünüyordu. “Ordu benim emrimde, MİT benim emrimde, Polis benim emrimde, CIA ve MOSAD, ABD ve AB beni destekliyor, peki bu Mehmet Pamak, bu güce karşı böyle çalışmalar yapma cesaretini nereden alıyor?”. Son derece masum ve pratik yaklaşım ve düşüncelerle, kendimi ülkede egemen TSK üst kademesine anlatma teşebbüsüm, orduyu ele geçirme çabası olarak algılanıp, korkuya dayalı sert bir tepkiyle karşılaşıyordu. Aslında darbecilerin, yaptıkları zulüm ve takip ettikleri hukuka aykırı politikalar sebebiyle ne kadar korkak olduklarını, çok güçlü olukları süreçlerde bile, halka ve hukuka yaslanmamaları sebebiyle ne kadar kırılgan bir konuma ve ne kadar ürkek bir kimliğe sahip olduklarını da ortaya koymaktadır. Onlar, bu kadar güçlü, bu kadar örgütlü, bu kadar silahlı ve bu kadar uluslar arası desteğe sahip bulundukları, benim destekçim olabilecek kesimin önderleri ise ceza evlerine doldurulduğu halde, yine de benim halka ve değerlerine dayalı itirazlarım onları bu kadar rahatsız edebiliyor, İslami duyarlılığı yansıtan bireysel cılız çalışmalarım bile arkamda büyük güçlerin yer almış olabileceğini vehmetmelerine yol açacak derecede onları korkutabiliyordu. Ne kadar güçlü ve örgütlü olsalar da, hakka ve halka dayanmayan, hukuksuzluğu, keyfiliği, dogmatik militarizmi ve despotluğu esas alanlar, her zaman halktan ve haktan korkarlar. Zulme itiraz edenler, adaletsizliğe karşı çıkanlar ise, haklı olmanın büyük ve yenilmez gücüne sahip olduklarını hiçbir zaman unutmamalıdırlar.
-Generallere kitap ve konuşmalarınızı göndermeniz onlar tarafından nasıl karşılandı?
İnanın hiç beklemediğim olumlulukta cevaplar aldım. Mesela bir Tümgeneral yazdığı cevabi mektupta, bu tavrımdan dolayı çok teşekkür ettikten sonra “sayın Pamak, göndermiş olduğunuz kitapları sadece kendim okumakla kalmayacağım, tümenimin bütün subaylarına da okutacağım” diyordu. 15 civarında general övgü ve teşekkürlerini sunan mektuplar yazdılar. Ya kendileri gibi ulusalcı birinin fikirlerini kendilerine yakın buldukları için yada DM’de yer aldığıma göre MGK nezdinde çok muteber biri olacağımı zannederek (çünkü benim yaşadığım arka plandan onlar haberdar değildiler) bana büyük bir itibar göstermişlerdi. Belki Kenan Evren de, bu ilişkinin böyle diyaloglara yol açabileceğini ve bazı generallerin emir komuta içinde rahatsız konuma geçebeliceği ihtimalini düşünerek bu kadar büyük tepki göstermişti.
BENİ ORGENERAL, KAMER GENÇ’İ TUĞGENERAL ÇAĞIRMIŞTI
-Farklı sesler bu şekilde susturuldu mu hep?
Zaten çoğunluk darbecilerle uyuma dikkat ediyordu. Az sayıdaki farklı sesler ise hep susturulmaya çalışıldı. Güya sivil bir Danışma Meclisi vardı ve özgürce düşüncelerini açıklayacak, dokunulmazlığı olacaktı. O günlerde, benim gibi Divan Katibi olan Kamer Genç de gündem dışı bir konuşma yaparak, darbeci kadronun asker kökenli Ankara Belediye Başkanının icraatlarını eleştirmiş, minibüs ve otobüslere yapılan zamları kınamıştı. Biz Başkanlık divanının katip üyeleriydik ve aynı odada oturuyorduk. Bu konuşmasından sonra Tuğgeneral Şamil, Kamer Genç’i odasına çağırdı. İmren Aykut, Evliya Parlak ve ben oturup bekledik. Genç, bir saat sonra döndüğünde rengi sap sarı olmuştu. Evliya, “Hayırdır bu halin ne, fırça mı attı?” diye sordu. Genç bana döndü ve “Pamak, seni de çağırmışlardı, değil mi?” dedi. Ben de, “evet beni de çağırdılar ama aramızda bir derece farkı var, beni Orgeneral seni ise Tuğgeneral çağırdı” dedim ve gülüştük.
-Böyle bir Meclis, bu tartışmalar içinde hazırladı anayasayı, öyle mi?
Evet, anayasayı hazırladığı iddia edilen Danışma Meclisi işte bu haldeydi. Tam anlamıyla özgür değildi. Baskı altındaydı ve özgürce konuşanlar odalara çağrılıp tehdit ediliyordu. İstifaya zorlanıyordu. Bu mecliste olduğum süre içinde hiç mutlu olamadığımı, baskı ve kuşatma altında, sürekli bir gerginlik ve stres içinde geçen günlerin sonunda binanın dışına her çıkışımda, o zaman çok kirli olan Ankara havasını bir özgürlük havası olarak ciğerlerime çektiğimi itiraf etmeliyim.
“HALKA RAĞMEN HALK İÇİN” SİSTEMİN TEMEL DEĞİŞMEZ İLKESİDİR
-Anayasa hazırlanırken Cumhurbaşkanını halkın seçmesi önerildi mi?
Bunu hem de ben önerdim. Anayasa Komisyonu’nda yaptığım uzun konuşmada “Cumhurbaşkanını Halk seçmelidir” teklifinde bulundum. Ayrıca “Kürtaj, AB, başörtüsü gibi önemli konularda halkın görüşüne baş vurulması amacıyla referandum maddesi konulmasını” teklif ettim. “Halka rağmen halk için” elitizmine son verilmesini ve halkın değerlerine düşman jakoben politikaların terk edilmesini, halkın kaderi üzerinde söz sahibi olmasının önünün açılmasını istedim. “Laiklik ilkesi bugün din ve vicdan hürriyeti üzerinde bir baskı vasıtası olarak kullanılıyor. Dindara baskı aracı olarak kullanılıyor. Bu olmasın. İnsanlar özgürce istedikleri dini tercih edip yaşasınlar. Devlet laik olabilir ancak insanlar birey olarak laik olamaz. Bunun dayatılmaması gerekir” dedim. “Ben Müslümanım ve bu sebeple laik değilim ve laik olamam” dedim. Bunun üzerine Anayasa Komisyonunda uzun uzadıya kişilerin laik olup olamayacağı, bir Müslümanın laik olup olamayacağı tartışıldı ve Komisyon üyeleri ısrarla benim de laik olduğumu söylememi sağlamaya çalıştılar ama başarmadılar. Halkın İslami kimliğine düşman bir laiklik anlayışının Devlet ilkesi olmaktan da çıkarılması gerektiğini ifade ettim. Halkın iradesinin belirleyici olmasını ve referandumla halkın seçim dışındaki zamanlarda da söz sahibi kılınması gerektiğini vurguladım. (Tutanaklardan okuyor)
“Dünyada mevcut bir çok anayasa tamamen göstermeliktir. Anayasa, adeta mevcut rejimi gizleyen bir paravan vazifesi görür... Bu dış görünüşe rağmen, bu sahte demokrasilerin hâkim olduğu memleketlerde, milyonlarca insan tahakkümden, istismardan, zulümden, kanunsuzluktan, baskılardan, işkencelerden, sürgünlerden, rüşvet ve iltimastan, imtiyazlardan, adaletsizliklerden, esaretten, güvensizlikten şikayet etmektedir. Yine bu memleketlerde sahte seçimlerden, uydurma parlamentolardan, göstermelik anayasalardan, gayri ahlaki yollarla kurulmuş hükümetlerden, mağdurların ve mazlumların seslerini boğmaya memur yüksek mahkemelerden, halkı ezen idarecilerden, milleti öz yurdunda garip ve parya durumuna getiren kişi ve zümrelerden şikayet eden milyonların çığlıkları ayyuka çıkmaktadır… (Tutanak Sh. 76-77) Otokrasilerde, anayasa şu veya bu yolla iktidara gelen kadroların ‘halka rağmen halk için’ düşündükleri plan ve programları geliştirmenin vasıtası olan paravan bir belgeden ibarettir… bir tek felsefenin (resmi ideolojinin) veya tek partinin kitlelere empoze edilmesi ve iktidarın daima belli bir zihniyeti ve felsefeyi temsil eden zümrelerin (oligarşinin) inhisarında kalması biçiminde bir gelişme görülür. (İşte böyle süreçlerde, ‘Halka rağmen halk için’ olduğu iddia edilen yanlış politikalarla hareket edilerek halk iradesi edilgenleştirilip tahakküm altına alınmıştır)….(Tutanak Sh. 81) … bir takım kimseler, kendilerini milletin iradesi üzerinde ve milleti hiçbir şeyden anlamayan, cahil halk sürüsü olarak görmeye başladığı anda hukuk devleti yerini keyfiliğe bırakır… (Tutanak Sh. 86) Millet iradesi şu veya bu şekilde kuvvetli (etkili) olmaktan alıkonularak, bir takım tehdit müesseseleri hakim kılınmıştır….(Tutanak sh. 87) Anayasa Mahkemesi ve Danıştay, birincisinin parlamento, ikincisinin yürütme üzerindeki tasarrufları (tahakkümü) kaldırılmalı, buralar sadece hukukiliğin tartışıldığı müesseseler olmalıdır. Anayasa Mahkemesinin,… yasama yetkisine dolaylı yollarla müdahalesine (onun yerine geçmesine) imkân verilmemelidir. (Tutanak Sh. 90) Doğrudan doğruya milletin seçeceği Cumhurbaşkanı,.. konusunda milletin ortaya koyacağı iradeden korkulmamalıdır. (Tutanak Sh.92) Anayasada halk oylaması (referandum) maddesine yer verilmelidir. Dört yılda bir hakemliğine müracaat edilen millete, arada geçen zaman zarfında bir takım hadiseler karşısında ne düşünüyor diye sorulması pek çok tartışma ve tatsızlığın nihai olarak önlenmesi bakımından lüzumludur. Herkesin kabul edebileceği ve saygı duyabileceği bir çözüm yolu olan referandumun Anayasada yer almasına mutlak bir zaruret olarak bakmak gerekir. (Tutanak Sh.93)” dedim.
Halkın kaderi üzerinde söz sahibi kılınmasını, devlet iktidarı olarak tanımlanan kurumların ve bürokrasinin halka tahakkümünün sona erdirilmesini talep ettiğim bu konuşmam çok tepki aldı. Komisyon Başkanı Orhan Aldıkaçtı, bu fikirlerime katılmadığını, referandumun tehlikeli bir silah olabileceğini, bu konuda rahat hareket edilemeyeceğini söylemişti. Bir çok üye de, hem laiklik eleştirilerimi hem de halkın söz sahibi kılınmasına yönelik tekliflerimi, halkın kültür seviyesinin düşüklüğünü de ileri sürerek endişe ve itirazla karşıladılar.
-Anayasa Komisyonu üyesi askerlerden bir tepki gelmedi mi?
Tabii ki, çok çarpıcı tepkiler geldi. Mesela Anayasa Komisyonu Üyesi E. Orgeneral İhsan Göksel, “’Halka rağmen halk için’ ifadesinde olduğu gibi tehlikeli bir istikamete gidilmemesini ve halkın doğrudan söz sahibi kılınmasını istediniz. Aslında bu ‘Halka rağmen halk için’ terimi bize Atatürk’ten miras kalmış bir deyimdir. Halk menfaatinin nerede olduğunu kestiremeyecek kadar düşük bir kültür seviyesindedir. Fakat halka rağmen elit ve bürokrat kadrolar tarafından öyle şeyler yapılabilir ki, halkın çıkarına olabilir. Ama halkın kültür seviyesi düşük olduğu için halk bunu göremez ve anlayamaz… hilafetin, tekke ve zaviyelerin kaldırılması, kıyafet inkılabının yapılması, harf inkılabının yapılması, halkın reyine baş vurulsaydı belki yapılamayacak şeylerdi…” “Halka rağmen halk için” çok yerinde bir tutumdur” demişti. (Tutanaklardan okuyor)
“Eğer yanılmıyorsan, yanlış anlamadıysam, ‘Halka rağmen, halk için’ gibi tehlikeli ve yanlış bir istikamete gidilmemesi lazımdır’ manasında bir şey kulağımda kaldı. Aslında bu ‘Halka rağmen halk için’ terimi bize Atatürk’ten miras kalmış bir deyimdir. Yani bazen öyle durumlar olur ki, halk menfaatinin nerede olduğunu kestiremeyecek kültür seviyesindedir; fakat halka rağmen öyle şeyler yapılır ki, uzun vadede halk onun faydalarını görür ve bunu belki de dünyada en iyi uygulamış kişi Atamızdır. Saltanat ve Hilafetin kaldırılması,…. Tekke ve zaviyelerin kaldırılması, Kıyafet inkılabının yapılması, Harf İnkılabının yapılması, eğer o zamanlar halka müracaat ederek onun reyi alınsa idi belki yapılamayacak şeylerdi… Aslında terim olarak çok yerinde bir terim: Halka rağmen halk için…” (Tutanak Sh. 122-123)
Hatta toplantı arasında sohbet ederken, Komisyon üyelerinden bazıları Cumhurbaşkanını halka seçtirmeye kalkarsak, kültür seviyesi düşük halk ya Zeki Müren’i seçerse ne olacak? diyorlardı. Halkın konumunu bu kadar aşağılayan aristokratlar, aslında halkın, ülke üzerindeki hakimiyetlerini sona erdirebileceğinden ve sonuçta, ele geçirdikleri iktidar ve rantı kaybedeceklerinden korkuyorlardı. Halk özgür olursa, kaderi üzerinde söz sahibi kılınırsa, halkın seçtiği yönetimler halka dayalı politikalar güderlerse, özgür olan halk yeniden köklerine ve özgün değerlerine dönmeye kalkarsa, uzun yıllar halka zulmederek ve şiddeti de kullanarak dayattıkları modernleştirme-batılılaştırma projesi, İslam’dan koparma, sekülerleştirme politikaları akamete uğrar ve kendilerine iktidar ve rant sağlayan statüko tehlikeye girer diye korkmaktadırlar. İşte bu sebeple, sınırlı yetkili, oligarşi güdümlü “siyasi iktidar”lar dışında, özellikle de “devlet iktidarı”nı oluşturan bürokratik oligarşi üzerinde halkın ve seçtiklerinin söz sahibi olmaması için her türlü tedbiri almaya çalışmaktadırlar. Ve işte 1982 anayasası da böyle hak, hukuk, özgürlükler ve halk iradesi konusunda hastalıklı bir zihniyetin dogmatik ve ideolojik bir ürünü olarak ortaya çıkmıştır.
-Anayasanın hazırlanış sürecinde, askeri yönlendirmeyi ortaya koyan başka somut olay hatırlıyor musunuz?
Emekli Orgeneral Adnan Orel’in öncülüğünde bir grup vardı. O grubun verdiği tüm önergeler öncelikle oylanıyor ve kabul ediliyordu. Şüphelendim. Ara verilmişti. Onlar yokken o taslağı aldım, gittim fotokopisini çektirdim. O zamanlar ben de onlarla ulusalcı birtakım konularda örtüşüyordum. Baktım taslakta benim de hoşuma giden yerler var. Benimsediğim yerleri önerge haline getirdim ve Meclis’te sundum. Bir baktım benim önergem hemen destek gördü ve oylamayla da kabul edildi.
“EVET, AYNI YERDEN”
-Nasıl olur, sivri açıklamalarınız ile hayli tepki çekiyordunuz?
Evet, onu anlatmaya çalışıyorum. Başörtüsü yasağına karşı çıkıp, Allah’ın ayetlerini savunduğumdan dolayı yuhalanmış ve dışlanmış bir adamım. Ondan sonra ilk defa benim önergem destekleniyordu. E. Org. Adnan Orel yanıma geldi, “Hayırdır Pamak, aynı kaynaktan mı, biz MGK’dan alıyoruz, ya siz?” diye sordu. “Evet, aynı yerden” diye cevap verdim. O zaman anladım ki, komisyonda yönlendirdiler yetmedi, genel kurulda görüşülürken de böyle bir taslakla yönlendirdiler. Hatta Meclis Başkanı Vefik Kitapçıgil, başkanlık divanında birlikte görev yaptığımızda, önüne gelen bir notu göstererek, “Pamak, bunlar, biz MGK’dan destekliyiz, önce bizim önergeleri oylayacaksın diyorlar, böyle şey olur mu, oyun mu oynuyoruz” diye şikayet etmişti, böyle bir baskıyı hazmedemiyordu. Ama neticede itiraz edecek iradeyi de gösteremiyor ve öncelikle o önergeleri gündeme alıyordu.
-Anayasaya girmesini sağladığınız, katkınız olan kim hususlardan dolayı sonradan pişmanlık duyduğunuz oldu mu?
Olmaz mı? Her şeyden önce ilahi olana başkaldırıyı temsil eden böyle laik bir anayasanın hazırlanmasında katkıda bulunduğum dönem de dahil tüm cahili geçmişim için zaten tevbe etmiş ve 1986 yılında Müslüman olmuş bulunuyorum. Ayrıca bu darbe anayasasına daha o gün mecliste yapılan oylamada “red” oyu veren 7 kişiden biriyim. Bunlardan birisi Kamer Genç, birisi emekli bir asker, diğerleri de işçi sendikası temsilcileriydi. Dolayısıyla, darbecilerin tam egemen olduğu süreçte bile, hem de cahiliye dönemimde bu anayasaya red oyu vermiş birisi olarak, bugün daha da ilkeli bir yaklaşımla tümünü eleştiriyorum. Bu, genel anlamdaki pişmanlığım. Ancak bir de, iyi niyetle, ancak o günkü şirke bulaşmış inancımla, sözüm ona bu laik anayasayı biraz İslamileştireceğim zannıyla anayasaya İslam kelimelerini koydurmaya ve böyle yaparak kimi alanları İslam’a uygun hale getirmeye yönelik önergeler verdiğimi, din konusundaki cehaletin insanı ne hale düşürdüğünü ibretle ve pişmanlıkla hatırlıyorum.
-Ne tür önergelerdi bunlar, anayasaya neleri koydurdunuz bu önergelerle?
Birisinde, Anayasanın başlangıç bölümünün “Allah ve tarih önündeki sorumluluklarını müdrik olan Türk Milleti” ifadesiyle başlamasını teklif etmiştim de, Meclisten, başta mason olduğu söylenen üyelerden Hayri Seçkin olmak üzere kimi üyelerin “bu teklif yakışmaz bu meclise” itirazı ve aşağılamasıyla karşılaşmıştım. İsviçre ve Almanya anayasalarının bu şekilde başladığını referans gösterdiğimde ise, aynı üyelerin “sen oralara git” saldırılarına muhatap olmuştum. Tevhidi bilince ulaştığımda ise, bu teklifin ne kadar bâtıl olduğunu ve şirke dayalı bir sistemin seküler anayasasına Allah’ın adıyla başlamanın aslında İslam’la bağdaşmadığını anlamış oldum. Bir diğeri ise, Anayasanın din özgürlüğünü düzenleyen maddesine, “İslam dini eğitimi ilk ve orta dereceli okullarda mecburidir” hükmünün anayasaya girmesini temin etmekti.
- Yani bugün çok tartışılan “mecburi din dersi”nin anayasada yer alması da sizin önergenizle mi gerçekleşti?
Evet ancak bizim DM’deki taslağa koyduğumuz ile Konseyden çıkan son şekil çok farklı oldu. Bu konuda bir grup arkadaşımla hazırladığımız önergeyi, iyi bir organizasyonla, milletvekili seçilmek isteyen üyelere kendi ilinden din görevlilerinin katkılarıyla, halkın zaten var olan bu konudaki talepleri eksenindeki baskılarını organize ederek yaklaşık 70 üyeye imzalatmayı ve Meclise binlerce telgraf çekilmesini sağlayarak DM’de kabul edilen metne bu hükmü koydurmayı başardık. Hatta bu çalışmamızı fark eden Anayasa Komisyonu başkanı Orhan Aldıkaçtı, bir sabah elinde tomarla telgrafları göstererek, “ya Pamak, bari biraz daha dikkatli olsaydın, Türkiye’nin bütün illerinden gelen telgraflarda satır satır aynı metin yer alıyor” demişti. Çünkü benim örnek olarak hazırladığım metin, çoğunlukla hiç değiştirilmeden bütün illerden gönderilmişti. Bunun yanında bir de, Diyanet İşleri Başkanlığı maddesine “Diyanet İşleri Başkanlığı İslam’ın değişmez hükümlerine göre faaliyet gösterir” hükmünü koydurmaktı, ki bu da iyi bir çalışmayla DM’de kabul edilen anayasa metninde aynen yer aldı. Ancak DM’de kabul edilen bu taslak Anayasa, daha sonra son şeklini vermek üzere MGK’ya gittiğinde, bütün bunlar anayasadan ayıklandı. Bizim DM’de kabul ettiğimiz “İslami eğitim mecburiyeti”, zorunlu “din kültürü ve ahlak bilgisi öğretimine” dönüştürüldü. Diyanetle ilgili madde de, “Diyanet İşleri başkanlığı laiklik ilkesine göre faaliyet yapar” şeklinde kesinleştirildi ve böylece Diyanet’in İslam’a göre değil laiklik ilkesine göre faaliyet gösteren laik bir kuruluş olduğu hükme bağlandı. Şirke bulaşmış sentezci anlayışla gerçekleştirdiğim tüm bu çabaların, aslında sistemi halkın gözünde meşrulaştıracak ve İslam’ın da laik sistemce istismarına yol açacak çabalar olduğunu ise, ancak tevhidi bilince ulaşınca anlamış oldum. Kamer Genç ise, Anayasanın bu iki maddesine İslam kelimelerinin girmesine ve İslam dinine atıf yapılmasına çok bozulmuş, MGK bunları ayıkladığında ise, DM’de verdiği red oyunun artık kabule döndüğünü bile ifade edebilmişti.
- Demekki 1982 Anayasasında, Diyanetin İslamın değişmez hükümlerine göre değil de laik devletin seküler ilkelerine göre hizmet yapması anayasa hükmü haline getirilmiş bulunuyor, öyle mi?
Evet, zaten bir Cumhuriyet projesi olarak diyanet, baştan beri laik bir kurumdur. Amacı, dini ve dindarı laik devletin ilke ve inkılaplarının kuşatmasında, kontrol ve denetim altına almak, dinin, devletin istemediği alanlara yansımasını engellemek ve laik devlete uyumlu resmi, ulusal bir din anlayışı oluşturmaya çalışmaktır. Kurulduğundan beri Diyanet ve işgali altındaki camiler, laik devlet tarafından hep bu amaçla ve laik devletin politikalarını halka kabul ettirmede etkin bir zemin olarak kullanılmıştır.
- Anayasaya, ulusalcı bakış açısıyla da teklifleriniz de oldu mu?
Tabii ki oldu. Bunlardan bir tanesi ise, oldukça ibret vericidir. Anayasa Komisyonunda yaptığım sunumda, özellikle komünist fikirleri kastederek yıkıcı ideolojilerin müntesiplerinden ulus devleti korumak üzere “Devlet Güvenlik Mahkemeleri”nin kurulmasını teklif etmiştim. İslam ile şereflendiğim sonraki süreçte ise, Anayasada yer almasını teklif ettiğim DGM’lerin ideolojik yargılamasına benim de muhatap olmam gerçekten ibret verici olmuştur. Son 15 yılda DGM’lerde yaklaşık 18 defa yargılanıp, toplam olarak yaklaşık 8 yıl mahkumiyet almış bulunuyorum. Çünkü maalesef o günkü ulusalcı anlayışımıza göre devlet kutsaldı, “devlet-i ebed müddet” fikriyle ilah devletti. Halbuki Müslüman olunca anladım ki, devlet halkına hizmet ettiği, halkının dinine ve değerlerine bağlı ve saygılı olduğu kadar anlamlı ve değerlidir. Halkına zulmeden, halkının İslami kimliği ve değerleriyle savaşan devlet ise, asla korunmaya ve değerli bulunmaya layık değildir. Esas korunması gereken, ceberut devlete karşı halkın hak ve özgürlükleridir. Hem de ayrım yapılmadan herkesin hak ve özgürlükleri… Ancak 1982 anayasası, hazırlanması sırasında pek çok hususu yaşayarak tespit eden biri olarak ifade ediyorum ki, devleti ve kurumlarını tahkim edip, statükoyu korumayı ve oligarşinin halka tahakkümünü pekiştirmeyi, resmi ideolojinin baskısını güçlendirmeyi esas alarak, halkın hak ve özgürlüklerini tırpanlamayı hedef alan bir zihniyetle hazırlandı. Amaç devleti halkından korumak, halkı edilgen konumda tutup sömüren statükoyu tahkim edip sürdürmekti. Daha doğrusu, devlet iktidarını ve rantı ele geçirmiş bulunan oligarşik gücün, Kemalizm adı altında çıkarlarını korumak isteyen seçkinlerin, egemen bürokrat-büyük sermaye ortaklığının, gasp ettikleri iktidar ve rantı halka kaptırmamak, bu ayrıcalıklarını sürekli kılmak için kendi güdümlerinde halka karşı kullanacakları daha güçlü kurumlar, devlete ve ülkeye hakim adacıklar, derebeylikler oluşturup onlarla halk üzerindeki tahakkümlerini pekiştirip sürdürmek amaçlandı ve bu amaca uygun bir anayasa hazırlandı. Yani anayasa bireylerin, sivil toplumun ortak bir akıl ve ortak bir irade oluşturup bir sözleşme hazırlamaları olmadığı gibi, devletle bireyler yada halkın arasında bir sözleşme metni de değildi. Devlet, daha doğrusu devlete hakim oligarşi tek taraflı bir irade ile halka kendi tercihlerini dayatıyor, halkı hizaya sokmaya, zapturapt altına almaya çalışıyordu. Çünkü “devlet-i ebed müddet” anlayışında devlet asıldır, daimidir, hizmetkar ve teba olarak gördüğü halkına kurallar koyar, hukuk belirler ve onlara, egemen sınıfın çıkarları adına tahakküm eder. Kemalistler önce halka rağmen ulus devleti kurmuşlar ve halkı edilgen kılarak, sahibi ve maliki oldukları teba kılarak aşağılamışlar ve tepeden jakoben bir tutumla halka kendi tercihlerini dayatmışlar, bu amaçla halkı sindirmek için de binlerce kişiyi hukuksuz sözde yargılamalarla katletmişlerdir. İşte bu tarz bir zorbalıkla halka rağmen kurulan ulus devleti halk karşı kortuma altına almışlar, anayasa ve yasalara hep bu zihniyet yön vermiştir. Yani önce halka rağmen kurulan bir devlet, sonra da o devlete hakim oligarşik kadronun düşünce, ideoloji ve ilkelerine uygun bir halk inşa etmek, nevzuhur bir ulus oluşturmak için yine zorbaca dayatılan dönüştürme, modernleştirme projeleri söz konusudur.
-O kadar anayasa maddesi, bu zihniyetin yönlendirmesiyle bir bir kabul edildi öyle mi?
Evet, günler süren tartışmalar, önergeler, yönlendirmeler ve oylamalarla anayasa tasarısı mümkün olduğunca MGK taslağına uygun bir biçime sokularak, devleti ve kurumlarını tahkim edip, hak ve özgürlükler tırpanlanarak DM’de kabul edildi. Ancak yine de, DM’nin kabul ettiği bu metne son ve kalıcı şeklini Milli Güvenlik Konseyi verecekti. Ancak, DM’deki yönlendirmelerle, kendilerinin yapacakları değişiklikleri mümkün olduğunca azaltmak ve böylece, bir yandan anayasanın sivillerce hazırlandığı imajını vermek, diğer yandan da bu tasarının faturasını asker yerine daha çok DM’ne kestirmek istiyorlardı.
-Anayasa’daki şekliyle Cumhurbaşkanı, yargı ve YÖK üçgenini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu kurumlar, TSK’nın doğrudan kontrol edebileceği ve yönlendirebileceği bir formda dizayn edildiler. Bütün bu kurumlar, asla güvenilmeyen, tercihlerine saygı duyulmayan ve düşük kültürlü olarak nitelenen halkın oluşturacağı siyasi iktidarların üzerinde bir konuma oturtuldular. Halkın siyasi iktidarının anayasa ve yasalara itaata zorlayamayacağı, tam tersine keyfi ve ideolojik tutumlarla halkın siyasi iktidarını tahakküm altına alacak derebeyi kurumlar olarak “devlet iktidarı”nı oluşturmak, resmi ideolojiyi dayatmak, oligarşik statükoyu korumak üzere dizayn edildiler. Hukuk dışı yetkiler de kullanmaya elverişli bu konumlarından kaynaklanan keyfilikleri sebebiyle, halkın seçtiği iktidarın bu kurumları anayasa ve hukuk sınırlarına çekme imkanları da yok edilmiştir. TSK, her bakımdan ayrıcalıklarla donatılmasına, büyük ölçüde sivil idarenin denetimi dışına çıkarılmasına, ekonomik büyük avantajlarla en büyük sermaye kuruluşu haline getirilmesine rağmen, ayrıca bünyesinde oluşturulan “askeri yargı”, “askeri Yargıtay” gibi kurumlarla adeta devlet içinde başka bir bağımsız devlet ve esas devletin de sahibi bir başka (derin) devlet haline getirildi. Bugün TCK’yı ve Askeri Ceza Kanununu sürekli ihlal eden siyasi açıklamalar ve darbe hazırlıkları yapan ve çetelere bulaşan yada koruma sağlayan subaylar hakkında hiçbir şey yapılamamakta, ne askeri savcılar ne de diğerleri bir soruşturma açmaya teşebbüs etmemekte/edememektedir. Böyle bir askeri vesayet rejiminde, Cumhurbaşkanlarını belirleme yetkisi de, “cumhuriyeti koruma ve kollama” gibi geniş ve denetimsiz bir yetki alanı içinde fiilen asker bürokratların inisiyatif alanına bırakıldı. MGK’da askeri bürokratların hegemonyası oluşturuldu. YAŞ kararları yargı denetimi dışında bırakılarak TSK içindeki ideolojik dogmatizme uyum sağlamayanların despotça ayıklanması imkanı tanındı. HSYK (Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu) kararları yargı denetimi dışında tutularak, bu kurumun yargı kesimi üzerinde despot bir otorite oluşturmasına yol açıldı. Asker bürokratların kontrol ve yönlendirmesine açık bulunan, aslında tam anlamıyla askeri vesayet altında tutulan Cumhurbaşkanı’nın atamasını yaptığı YÖK üyeleri vasıtasıyla, YÖK ve onun despot merkezi yönetimine tabi kılınan Üniversiteler, militarizmin ve resmi ideolojinin beyin yıkama merkezleri haline getirildi.
-Sanki bugünler tahmin edilerek, yargı organları, YÖK, üniversiteler üzerinde Cumhurbaşkanına bunca yetki verilmiş? Neler söyleyeceksiniz?
Batı çizgisindeki oligarşinin despot iktidarı “Devlet İktidarı” olarak nitelenip, Ordunun öncülüğünde, Cumhurbaşkanlığı, Yargı, YÖK, TÜSİAD-Medya gibi kurumlar eliyle ve “derin güçler”in tam desteğinde, 80 yıldır hiç değişmeden sürdürülmektedir. Anayasa profesörü YÖK Başkanının bile “Anlaşılan siyasi çoğunluk devlet iktidarını ele geçirmek istiyor” diyerek varlığını kabul ettiği ve halktan korunması gerektiğini ifade ettiği, Anayasa ve yasalara aykırı “Devlet İktidarı”, hukuk dışında ve askeri vesayet gereği kullandığı yetkilerle, bir nevi “derin devlet ve yargıçlar diktatörlüğü” oluşturuyor. İşte bu diktatörlükle kuşatılmış ve tek tipleştirilmiş partiler üzerinden kısmen halka bırakılmış gibi gösterilen “siyasi iktidar” ise, oligarşinin kendisine bıraktığı alanlarda ve yine oligarşinin tahakkümü ve yönlendirmesiyle sınırlı bir yetkiye sahip bulunuyor. Bürokratik kadronun, halka, halkın iktidarına tahakküm kurmasını bu kurumlar temin ediyorlar. Bu sebeple de, anayasal olmayan “devlet iktidarı”nı temsil eden bu kurumlara atama yapan Cumhurbaşkanlığının halkın eline geçme ihtimalinden büyük rahatsızlık duyarak, muhtıralar veriyor, mitingler düzenliyorlar, darbe hazırlıkları yapıyorlar. Ne pahasına olursa olsun halkın seçtiği birinin Cumhurbaşkanı olmasını engellemek istiyorlar. Halkın seçtiklerini işlevsiz kılacak yada denetim altında tutacak aşırı yetkilerle donatılmış bu kurumlar (TSK-Cumhurbaşkanı-Yargı-YÖK vb) ve topyekun eğitim sistemi, resmi ideoloji dayatan, militarizmi, askeri vesayeti kutsayan merkezler haline getirildi. Özellikle eğitim kurumları ve üniversitelerin ilim, tefekkür, düşünce ve akletmenin imkanlarını hazırlayan, tekâmülü sağlayan ilim ve düşünce merkezleri olmaktan çıkarılıp, resmi ideolojinin kulu tek tip vatandaşlar yetiştirmeyi hedefleyen ideolojik beyin yıkama merkezleri haline getirilmesi anayasa hükmü haline getirildi. Bitmiş, tükenmiş ve artık pek çoğu terk edilmiş, fiilen uygulamadan kaldırılmış “Atatürk ilke ve inkılapları” 1982 anayasasında koruma altına alınmış, “değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez” put maddeler haline getirilerek, böyle dogmatik ve geri bir anayasayla bu ülke halkları dünya nezdinde gülünç konumlara düşürülmüştür. Böylece, dogmatik, geri ve özgürlük düşmanı bir anayasa ile fıtratı bozan, insani erdemleri aşağılayan, insanlık onurunu ayaklar altın alan, aklı devre dışı bırakan, akletme kabiliyetini, düşünce ve tefekkürü dumura uğratan resmi ideolojik bir kuşatma gerçekleştirilmiş, sömürü, zulüm ve hukuksuzluğa dayalı oligarşik çete düzeni oluşturulmuştur.
-Bir de sizin “Atatürk Milliyetçiliğinin” anayasada yer almaması mücadeleniz oldu galiba?
Evet, Anayasa görüşmelerinde “Atatürk milliyetçiliği” kavramı geliştirildi ve anayasa bu kavram üzerine oturtulmaya çalışıldı. Ben o zaman bir “Türk milliyetçisi” olarak bu kavramlaştırmaya ve bunun anayasada yer almasına da karşı çıktım ve bir şahsın kişiliğine bağlı “milliyetçilik” olamayacağını savundum. Ama başarılı olamadım. Hem bu kavram hem de “Atatürk ilke ve inkılapları”nın oluşturduğu Kemalist resmi ideoloji anayasanın bütününe damgasını vurdu ve sonuçta anayasa bir ideoloji kitabı hüviyetini aldı. Devlet iktidarını oluşturan tüm kurumlar da işte bu ideolojinin bekçiliğine getirildi. Özellikle TSK ve (DGM’li) yargı, devletin, halkın ve resmi ideolojinin sahibi ve bu ideolojinin halkı terbiye eden kırbacı rolünü üstlendiler. Yargı, ideolojik eğitim ve askeri vesayet altındaki Cumhurbaşkanlığı da kullanılarak, resmi ideoloji ve askeri bürokrasi tarafından kuşatılıp keyfice yönlendirilebilir hale getirildi. Sonuçta, 1982 anayasası, 1961 anayasasıyla verilen kimi özgürlüklerin anarşiye yol açtığı iddiasıyla ve özgürleşmeye tepki olarak düzenlendi. Bu sebeple, devleti ve kurumlarını halka karşı koruma amacıyla temel hak ve özgürlükleri yok eden bir muhtevaya kavuşturuldu. Halkın kaderi üzerinde söz sahibi olmasını engelleyici, halk iradesini sınırlayıcı bütün tedbirler alındı. Yürürlükteki anayasayı cebren ortadan kaldırma hakkını kendinde görenlerin hazırladığı anayasa ancak bu kadar olabilirdi.
-Cumhurbaşkanı’nı halkın seçmesi konusu bugün de gündemde. Bu düzenlemeye karşı çıkanların gerekçesi de bu mu sizce?
Tabi, tabi. Aynı zihniyetle hareket ediliyor. Yani onlara göre halk kendisi için hangisinin doğru olacağını bilemeyecek kadar cahil ve kültürsüzdür, ehil değildir. Dolayısıyla bu halk, kendi kaderi üzerinde belirleyici olmamalıdır! Asker-sivil bürokratlar, kimi aydınlar, entelektüeller ve elit bir kadro söz sahibi olmalıdır! Ülkenin iktidar ve rantını gasp etmiş bulunan bu kadro, kendisine çıkar sağlayan statükoyu ne pahasına olursa olsun sürdürmek istemektedir. Halkın seçtiği kadroların, iktidar ve ranttan halkı da pay sahibi yapması mutlaka engellenmek, zorbalıkla gerçekleştirilen modernleştirme-sekülerleştirme projesini zaafa uğratacak, halkın köklerine ve İslami kimliğine geri dönüşüne yol açacak her özgürlüğün önü kesilmek istenmektedir. İşte darbecilerin anayasası da bunu sağlayacak biçimde, “halkın iktidarı”nı kuşatıp işlevsizleştirecek kurumlarla, statükonun ilahı “devlet iktidarı”nın oluşumuna zemin hazırlayacak, bürokratik despotizmi güçlendirecek şekilde düzenlenmiştir.
- Anayasa hazırlığı sürecinde, bu bürokratik tahakkümü tahkim edici düzenlemeler yapılırken, ciddi bir ititaz oldu mu?
Maalesef olmadı. Zaten mecliste, bürokratların yada resmi ideoloji yanlısı kişilerin ağırlığı vardı.Üstelik asker bürokratların ciddi baskı ve yönlendirmesi altında idi. Ben de hem bir bürokrat hem de ulusalcı kirlenmeyle malül bir kişiydim. Buna rağmen eklektik, sentezci bir anlayışla da olsa kendimi samimiyetle İslam’a da nispet ettiğim için, yine de, hatta Kemalist solculardan bile daha fazla özgürlükçü tutum sergiyenlerden biri de bendim. Bu sebeple bürokrasinin tahakkümüne karşı tek önergenin sahibi de ben oldum. Bürkrasinin halk üzerindeki zorbalığına, tahakkümüne engel olmayı amaçlayan bir hükmün anayasaya eklenmesini teklif ettim.
- Ne oldu, her halde büyük destek görmüş olamazsınız.
Daha sonra SHP’den Milletvekili de olan solcu bir bürokrat başta olmak üzere, bir kısım üyeler büyük tepki gösterdiler, önergemin oylanmasını ve kabulünü engellediler. Üstelik, kutsal bir değere karşı çıkmışım gibi, bana ağır suçlamalarda bulundular. Sonuçta anayasa, bürokratik despotizmi tahkim edecek şekilde düzenlendi. Buna rağmen ben, o günkü eklektik anlayışımla bile halkın yanında yer almaya ve halkın özgürlüklerini savunmaya çalıştım. Bana bu duyarlılığı kazandıran, halkın ve halkın değerlerinin savunuculuğunu yapmamı sağlayan, tabii ki, öncelikle eklektik de olsa Müslüman kimliğimle “musalli” yaşantımla, halkın içinden birisi olmamdı. Aynı zamanda, bürokrasiden gelsem bile, halkın içinden gelen, halkın ıstıraplarını yaşayarak bilen, halktan birisi olmamdı. 20 yaşlarına kadar köyde yaşayan bir köylü çocuğu olarak, en üst bürokratik makamlara gelmiş olsam da, bu değerlerle, köklerimle bağımı koparmamış olmamdı. Bu bağlamda, halkın özgürleşmesini savunan başka önergelerim de oldu. Anayasa Komisyonunda yaptığım konuşmada “Bürokrasinin, Jandarmanın vatandaşa tahakkümü, vatandaşın taleplerinin devlet nezdinde sürüncemede bırakılması, ya da bir takım güçlülerin vatandaşın yolunu kesmesi, onu bazı şeylere zorlaması, devlet otoritesi değildir, zulümdür. (Tutanak Sh. 88) TC Devletinin altına imza koyduğu BM İnsan Hakları Beyannamesinin 18. maddesi aynen yeni anayasaya girmeli, hiçbir surette bu hakkın özüne dokunulmamalıdır. ‘İnsanlar dinini ve kanaatini tek başına ve topluca, açık olarak veya özel surette öğretim, tatbikat, ibadet ve ayinlerle izhar etmek hürriyetine sahiptirler’ ifadesi aynen yeni anayasada yer almalıdır (Tutanak Sh.106)” dedim.
Bir yandan bu şekilde halkın özgürleşmesine yönelik önerilerde bulunurken, diğer yandan her maddeye önerge yetiştirmek imkanı bulamadığım için, zaman zaman başka üyelerin özgürlükler lehine verdikleri önergeleri de destekliyordum.
- Bu konuda bir örnek verebilir misiniz?
Mesela, önrge vermeye yetişemediğim “konut dokunulmazlığı” maddesi görüşülürken, Tunceli üyesi Kamer Genç’in “Konut Dokunulmazlığı”nı sınırlayan maddenin değiştirilmesi ve özgürlük lehine genişletilmesini teklif eden önergesi okundu. Başkan, “önergenin lehinde ve aleyhinde söz almak isteyen var mı?” diye sordu. Ben, hemen elimi kaldırıp söz almak istedidiğimi ifade ettim. Bunun üzerine Başkan Vefik Kitapçıgil, “sayın Pamak, elinizi indiriniz, önce sayın Genç’in önergesinin lehinde söz almak isteyenlere söz vereceğim, aleyhte söz isteyenlere ise sonra söz vereceğim” dedi. O güne kadar ben, “milliyetçi-ülkücü ve İslami duyarlılıkları da temsil eden” bir üye, Kamer Genç de, “solcu ve alevi duyarlılıkları temsil eden” bir üye olarak tanınmıştık. Bu sebeple Başkan şabloncu bir yaklaşımla ve alışıldık bir tarfgirlikle, Mehmet Pamak, olsa olsa Kamer Genç’in önergesinin aleyhinde konuşur diye bir ön kabulle hareket ediyordu. Ben “hayır sayın başkan, ben Kamer Genç’in önergesinin lehinde söz istiyorum” deyince mecliste bir şok yaşandı. Kürsüye çıktım ve Kamer Genç’in haklı bulduğum önergesini destekleyerek “Konut Dokunulmazlığı”nın genişletilmesini, konutlara mahkeme kararı olmadan keyfice müdahalelerin önünü açacak maddenin değiştirilmesini talep ettim. Ertesi gün, aynı ön kabule sahip medya da şaşkınlığını haberlerine yansıtmıştı. “Danışma Meclisine bir haller oldu. Kamer Genç’in önergesini Mehmet Pamak destekliyor” deniyordu.
- Bütün bu çabalara rağmen özgürlükler tırpanlandı ve bürokratik oligarşi güçlendirildi öyle mi?
Evet, maalesef öyle oldu ve sonuçta, özgürlük düşmanı, bürokratik tahakkümü güçlendiren ve darbecileri koruma altına alan 1982 anayasası doğdu. Ve ben o gün bu anayasaya mecliste yapılan oylamada, halkın özgürlük ve değerlerini savunarak red oyu veren neredeyse tek kişiydim.
- Mecliste red oyu kullananlar 7 kişi değil miydi?
Evet 7 kişiydik. Bunlardan birisi Kamer Genç’ti ve Konsey İslam kelimelerini anayasadan ayıkladığında, “oyum evete döndü” diyebilmişti. 4 kişi ise, Meclisteki işçi temsilcisi sendikacılardı ve ağırlıkla sendikal haklardaki geri gidiş sebebiyle red oyu kullanmışlardı. Bildiğiniz gibi, darbeciler, oligarşinin önemli bir kanadını oluşturan büyük sermayedarların desteğine her zaman sahiptirler. Zaten OYAK vasıtasıyla, aynı egemen, sömürücü, kapitalist sınıfın içinde birlikte yer alırlar ve hep dayanışma içindedirler. Statükodan birlikte beslendikleri için, onu hep birlikte korumaya çalışırlar. Bu yüzden de darbe süreçleri sonunda hazırlanan yeni mevzuatta hep bu büyük sermayedarlar karlı çıkarlar. İşte 1982 Anayasasında da işçi haklarında çok geriye giden düzenlemeler yapılmış ve işçi temsilcileri de sırf bu gerekçeyle hayır demek zorunda kalmışlardı. Bir de emekli bir albayın, resmi ideoloji yanlısı olmasına rağmen farklı nedenlerle red oyu kullanması söz konusu olmuştu.
- Siz “red” oyu verince diğer üyelerden, özellikle sağcı, ulusalcı arkadaşlarınızdan bir tepki almadınız mı?
Tabii ki aldım. Hem meclisten hem de meclis dışından. Öncelikle mecliste ismim okunduğunda “red” demem bu kesimde şok etkisi yaptı. Çünkü anayasanın bir çok maddesine benim de istediğim istikamette düzenlemeler yapılmasına vesile oloduğuma ve bu sebeple bir “milliyetçi” olarak memnun olmam gereken bir anayasa doğduğuna inanıyorlardı. Hakikaten de, kimi özgürlükler ve haklar haricinde, bizim bir çok isteğimiz de DM’den çıkan taslakta yer almış ve bunların bir kısmı daha sonra Konsey’de çıkarılmıştı. Ama buna rağmen ben halkın değerlerine yabancı, özgürlükler açısından yetersiz, Atatürkçü resmi ideolojiyi ve bürokratik despotizmi tahkim eden, halk karşıtı bir anayasa olarak görerek red oyu vermiştim. İşte bu oylama sonrasında, Meclis lokantasında öğle yemeği için bulunduğum bir sırada, üyeler için masalar yeterli olmadığı ve bütün sandalyeler de dolu olduğu halde benim masamdaki 3 boş sandalyeye kimse oturmuyordu. Herkes vebalı gibi benden uzak durmayı tercih ediyor, diğer masalardaki sandalyelerin boşalmasını bekleyenler ayakta bekliyorlardı. İşte böyle bir manzara içinde, yan masada oturan DM Adıyaman temsilcisi “milliyetçi” Mahmut Nedim Bilgiç bana şöyle seslendi. (Kendisi bugün DP Genel Başkan Yardımcılığı görevinde bulunmaktadır). “Pamak, red oyu vermekle çok ayıp ettin, bizi yalnız bıraktın. Üstelik istediğin pek çok konu anayasada yer almıştı” dedi. Ben de, “Ben red oyunda da yalnızım ve şimdi şu masada da yalnızım, hiç kimse yanıma oturmaya cesaret edemiyor, siz ise hem kabul oyunda çoksunuz, hem de şu anda masada 4 kişi birlikte oturuyorsunuz, nasıl oluyor da yine de ben sizi yalnız bırakmış oluyorum” dedim. Mahmut Nedim Bilgiç yanındaki diğer arkadaşlarının da katıldığını zannettiğim ve gerçekten ibret verici şu açıklamayı yaptı. “Kardeşim, yakında seçimler yapılacak, bizler de aday olup halktan oy isteyeceğiz. O zaman halk bize, böyle bir anayasaya neden kabul oyu verdiniz diye sorduğunda, ‘o gün darbe süreciydi, kabul etmek zorundaydık’ mazeretine sığınacaktık, sen red oyu vermekle bu imkanımızı elimizden alarak bizi halkın karşısında yalnız bıraktın, Pamak red oyu verdi siz niye vermediğiniz diyecekler” dedi. Bir de dışarıdan tepkiye örnek vereyim. O zamanlar ülkücü camiada yakın tanışıp görüştüğümüz ve hatta Hergün ve Ortadoğo Gazetelerinde birlikte yazı yazdığımız bugün Profesör yapılmış olan Zekariya Beyaz’dan da sert tepki geldi. İstanbul’daki ortak arkadaş çevremize yaptığı konuşmasında Z. Beyaz, benim TSK’nın yaptığı bir anayasaya red oyu vermekle, çok büyük bir hata ve hatta ihanet çapında bir yanlış yaptığımı söyleyerek, bunun “şerefli ordumuzun generallerine karşı bir tutum olmak bakımından bir Türk milliyetçisine asla yakışmayacağı” mealinde tepkiler gösterdiğini öğrendim. Bu olaydan sonra da bir daha hiç görüşmedik.
- Peki Anayasa’ya red ouyu verdikten sonra, bu istikamette halk oylamasını etkileyici bir çalışma yapmadınız mı?
O zaman darbecilerce çıkarılan bir yasayla, Anayasanın lehinde konuşmak, mavi oyları desteklemek serbest bırakılmış, ancak red oylarını, kırmızıyı çoğaltmak amacıyla Anayasa aleyhinde propaganda yapmak suç sayılmıştı. Buna rağmen ben her türlü riski göze alarak, medyası da olan bir takım geleneksel cemaatleri dolaşıp, red oyu vermenin büyük bir sorumluluk olduğunu anlatmaya çalıştım. Birinci olarak, Türkiye gazetesini çıkaran camia idi. Enver Ören ve Abdulhakim Işık ile görüşüp Hüseyin Hilmi Işık’a konunun önemini anlatmak istedim. Daha önce bizzat kendiler çağırıp beni uzun uzun H. Hilmi Işık’la görüştürmelerine rağmen, bu sefer görüştürmemek için ellerinden geleni yaptılar ve bu camia anayasaya destek verdi. İkinci olarak, Milli Gazeteyi ziyaret ettim ve bu anayasaya red konusunda Müslümanların sorumluluklarını hatırlattım. Maalesef bir süre sonra Abdülkadir Özkan Milli Gazete’deki köşesinde, beni darbecilere ihbar edercesine, “bu adam kim, ne yapmak istiyor, siyasete mi hazırlanıyor” mealinde ifadeler kullandığı bir yazı yayınladı. Üçüncü olarak “Süleymancı” olarak tanınan kesimin çıkardığı Sabah Gazetesine gittim, daha sonra nasıl bir tutum sergilediklerini bilemem ama, o süreçte onlar, annayasaya red gerekçelerimi gazetelerinde yayınladılar. Bir de Nurcu kesimin önderlerinden Mehmet Kırkıncı ve aynı camiadan Anayasa Prof. Servet Armağan ile görüştüm. Onlar, görüşmek üzere Ankara’daki büroma gelmişlerdi. Bu görüşmemizde, Anayasa’daki tuzakları ve başta din özgürlüğü olmak üzere, özgürlükleri yok eden hükümleri anlatarak red oyu verilmesi gerektiğini söyledim. Ancak onlar da, bilahare Tercüman gazetesinde yazılar yazarak anayasaya açıkça evet kampanyası açtılar. Böylece, özgürlüklerin katili, bürokratik oligarşinin güçlendiricisi 1982 Anayasa’sı yürürlüğe konuldu. Ama kısa süre sonra, herkes aleyhinde konuşmaya, herkes redçiler içinde yer aldığını göstermeye çalıştı.
- 1982 Anayasa’sının hazırlanmasıyla ilgili olarak, 25 yıl öncesine dair anlattıklarınız, bugünkü tartışmalarla ne kadar da örtüşüyor, öyle değil mi?
Aslında, bugünkü tartışmalarda da, egemenler aynı zihniyetle, halka tahakküme ve sömürüye dayalı statükoyu, toplumu çürüten resmi ideolojiyi ve Kemalist dogmatizmi, başta eğitim olmak üzere bütün alanlara hakim kılan bürokratik diktatörlüğü koruma refleksi ve azgınlığıyla hareket etmektedirler. DM’de de laiklik ve resmi ideoloji ortak paydasında darbecilerle birleşip halkın özgürleşmesini engellemeye çalışan Kemalizm yanlısı “sözde” sol kesim, laikçi aydınlar ve bürokrasi bu amaçla son çırpınışlarını ortaya koymaya çalışıyorlar. Kemalist sistemin jakoben modernleştirme projesiyle, baskı, zor ve şiddet kullanılarak sürdürülen, Müslüman halkın hayat tarzına yönelik köklü ve temelden bir saldırı, 1982 Anayasası ile bir daha güvence altına alınmıştır. Müslüman halkın hayat tarzına yönelik bu kapsamlı müdahalenin, bürokratik oligarşinin tahakkümü altında sürdürülmesinin mekanizması daha da güçlendirilmiştir. Kemalist laik kesimler, ileride hayat tarzlarına müdahale edilebileceği endişesiyle, yani hayali bir iddiayla yaygara koparırken, kendileri yaklaşık 80 yıldır, İslami kimliğe ve hayat tarzına yaptıkları ağır ve şiddete dayalı saldırıyı, baskı ve yasakları ise daha da tahkim ederek sürdürmenin tedbirlerini almaktan, hatta bunları kendini İslama nispet eden kadrolara yaptırmaktan utanmamaktadırlar. Üstelik darbecilerle el ele veren, kimi solcu aydın ve siyasiler de bu faşist tutumun bayraktarlığını yapmaktadırlar.
-Oysa Türkiye’de darbeden en fazla şikayet eden solcular değil miydi?
Bir kere Türkiye’de sol adına ortada bulunanların büyük çoğunluğu, ulusalcı-Kemalist-seküler ortak payda da darbecilerle ve statükoyla bütünleşmiş bulunuyorlar. Onların darbe karşıtlığı bile iki yüzlülüğü ifade etmektedir. Darbeye karşıymış gibi yaparken bile aslında darbecileri savunurlar. İşte cumhuriyet mitingleri; onun tertipçileri darbe ve şeriata karşı olduklarını ilan ettiler. Tamam da günümüzde yaşananların şeriatla ne alakası var. Bugün halkın çektikleri, gerçekleştirilen baskılar, yasaklar, zulümler, sömürüler hep resmi ideoloji dayatmasından ve darbecilerin hukuksuzluklarından kaynaklanıyor. 27 Nisan muhtırasıyla başlayan süreç yine bir darbe süreciydi. Ülke İslam şeriatıyla yönetilmiyor ki, içine düşülen sıkıntılardan dolayı şeriat suçlansın. Şeriat düşmanlığı yapmalarını gerektirecek, şeriattan kaynaklanan bir baskı mı var üzerlerinde, tam tersine kendi resmi ideolojileri ve destekledikleri oligarşi, bütün zulüm ve sömürülerin müsebbibi konumunda bulunuyor. Onların yaptıkları kesinlikle darbe karşıtlığı değildir. Türkan Saylan, askerin organizasyonda katkısı olduğunu, askerin desteğiyle bu kadar insanı topladıklarını itiraf etti. Askerlerin ve darbeci paşaların belirleyici olduğu mitingler nasıl oluyor da darbeye karşı oluyor. Üstelik içlerinde darbeciler de varken, darbeye karşı olduğunu söylemek tam bir iki yüzlülüktür. Açıkça halkı aldatmaya çalışmaktır. Aslında, işleyen darbe sürecinin planlanmış bir unsurudur bu mitingler. Özden Örnek’in anılarında, “yandaş STK’lar öne çıkarılmalı ve onların öncülüğünde kamuoyu oluşturulmalı, sokağa inilmeli” deniliyordu. İşte darbe sürecinin bütün bu unsurları işliyor. Yine günlükte, önemli olayların cereyan edeceği de yazılıydı. Ve bombalar patlıyor birbiri ardına. Generaller, Türkiye’de yapılması muhtemel katliam provokasyonlarını içeren senaryoları Amerikalılarla ve Talabani’nin oğluyla oturup konuşuyorlar. Emekli askerlerin yönetiminde, ölmeye, öldürmeye yeminli üye kaydı yapan “Kuvay-ı Milliye” dernekleri ve darbeci paşaların yönetiminde, “Devlet iktidarı”nın ve Cumhurbaşkanının maddi ve manevi desteği altında ADD (Atatürkçü Düşünce Dernekleri) ülke sathında militarist bir örgütlenmeyle yayılıyorlar. Askerler sivil alanları da kuşatıp, kontrol ve denetimleri altına almaya ve halkı yönlendirerek sokaklara dökecek eylemliliklere hazırlanıyorlar.
MEYDANLARDAKİ BOŞLUĞU DARBECİLER DOLDURDU
-Meydanlar darbecilere kaptırıldı mı demek istiyorsunuz?
Kesinlikle. Darbe olmaması için, sivil halkın özgürlüklerine sahip çıkarak meydanlara inmesi gerekir. Meydanlarda, sivil zeminlerde, haksızlıklara, hukuksuzluklara, keyfiliklere, çetelere, muhtıralara ve darbelere itirazlar yükseltilmelidir. Meydanlar darbecilere bırakılmamalıdır. Bu süreçteki en büyük hata meydanların darbecilere kaptırılmış olmasıdır. “Biz darbe istemiyoruz” diye ve muhtıralara karşı çıkmak için sokağa çıkılması gerekirken, darbecilerin tezlerini, resmi ideoloji tahakkümünü, geniş halk kitlelerinin İslami hayat tarzını baskı altında tutmayı savunan faşist söylemler, meydanları ele geçiriyor. Halbuki, despotizmin böylesine yoğun olduğu, askeri vesayetin böylesine belirleyici bulunduğu bir ülkenin meydanları, özgürlük ve adalet şarkılarıyla inlemeliydi. Halk, adalet ve özgürlük taleplerini haykırmak üzere alanları doldurmalıydı. Meydanlar, Susurluk, Şemdinli, Atabeyler, Sauna ve en son bombalarla yakalanan Vatansever Güç Birliği ve Kuvay-ı Milliye benzeri çetelerden ve onları koruyup kollayanlardan hesap sormak için doldurulmalıydı.
-Bunda AK Parti iktidarının “engelleyici” bir rolü olmuş olabilir mi?
Meydanlara çıkmayı, haksızlıklara, baskılara, yasaklara karşı sivil itirazlar yükseltmeyi engellemede AKP önde gelenlerinin önemli bir fonksiyonu oldu. Halkı ürkütüp, sindirdiler. Erdoğan’ın “Bedeli var bu işin, ödeyebilir misiniz? Biz ödeyemeyiz” demesiyle halk korkutuldu, sindirildi. “Meydanlarda olmaz bu iş, biz masa başında “konsensüs” sağlayarak meseleleri çözeceğiz, gerginlik çıkarmayın” diyerek halkı edilgenleştirip, pasifize ettiler. Aslında böyle yapmakla kendi bindikleri dalı kestiler. Çünkü kendilerini iktidara taşıyan da, halkın darbecilere tepkisi ve özgürlük ve adalet talepleriydi. Halbuki akıllıca iş, halkı korkutup, pasifize etmek değil, tam tersine yüreklendirerek meydanlara giden yolu halka açmaktı. Ancak maalesef tam aksi yapılarak bu yol tıkandı. Halk meydanlara çıkıp AKP’yi de eleştirmeli, vaadlerini hatırlatarak özgürlük ve adalet taleplerini gündemleştirmeli, darbecilere, çetelere tavır koymalıydı. Buna imkan ve destek vermeliydi AKP, çünkü bu durum neticede oligarşiye karşı onun elini güçlendirecekti. Halk, iktidardan, “İmam hatipler, başörtüsü, Kur’an kursları, düşünce ve din özgürlüğü” gibi konularda gereğini yapmasını istemeliydi. Milyonlar meydanları doldurup bunları söyleseydi AKP mecburen yapacak ve bürokrasi de önlerini kesmekte zorlanacaktı. Çünkü o zaman AKP halkın meydanlardaki desteğini arkasına almış olacaktı. Ancak AKP halkı diskalifiye etti. “Germeyelim”, “Kurumlar arası konsensüsü sağlayalım” düşüncesiyle meydanları boş bırakınca bu boşluğu darbeciler doldurdu. Bu yanlış bir süreç oldu. Milyonlarca insan adalet ve özgürlük talebiyle meydanları doldursaydı darbecilerin önü ve sesi kesilirdi.
-Geç mi kalındı meydanlara çıkmakta?
İşte halen meydanlar büyük ölçüde boş. Darbecilerin doldurma çabaları henüz yeni. Meydanlar boş bırakıldıkça birileri çıkacaktır. Özgürlüklerin güvencesi meydanlardır. Birileri meydanları arkasına almadan özgürlükleri verse bile, iki gün sonra bu özgürlüklerin kaybedilmesi de o kadar kolay olur. Nitekim AB baskısıyla AKP döneminde verilen kimi özgürlüklerin bir kısmı, daha AKP dönemi bitmeden oligarşinin baskısıyla tekrar geri alınmadı mı? Son TCK yasasında ve son Polis Selahiyetleri yasasında yaşandığı gibi. Sanal dünyada insanlar özgür olduklarını sanıyorlar. Halbuki bu aldatıcı ve sanal bir özgürlüktür. Gerçek özgürlükler sanal dünyada değil ancak meydanlarda elde edilebilir. Özgürlük isteyenlerin sesleri meydanlarda yükselmelidir. İşte o zaman gerçek özgürlüklere ulaşılabilir. Baskıların, yasakların kaldırılmasının da, darbecilerin geriletilmesinin de yolu ancak budur. İşte gelinen noktada darbeciler bile meydanları kullanmaya çalışıyorlar. Artık onların da direk darbe yapma imkanları yok. Halkı birbirine kışkırtmaya yönelik açıklamalar yapılıyor. Kürt-Türk çatışmasına yol açabilecek tahrikler yapılıyor, farklı düşünenlere karşı “ulusalcı bir refleksle tepki gösterilmesi” isteniyor. Oysa gerçekten herkes için özgürlük istenmesi gereken yerdir meydanlar. Müslümanlar, Laikler, Atatürkçüler, Hıristiyanlar, Yahudiler, sağcılar, solcular, kısacası ayrım gözetmeden bu ülkenin bütün insanları özgür olsunlar diye meydanlara çıkılmalıdır. Kimsenin kimseye din ve ideolojisini dayatmamasını, herksin insan haklarını güvence altına almayı sağlamak, herkesin iyi komşuluk ilişkileri ve barış içinde, kendi kalarak bir arada ve özgürce yaşayabilmelerinin önünü açmak için, hakkı haykırmak üzere meydanlara çıkılmalıdır. Darbecilere karşı meydanlarda adalet, özgürlük ve temel haklar savunulmalıdır. Oysa cumhuriyet mitingleri başkalarına baskı kurmak ve faşist bir dayatmayı savunmak üzere yapılmıştır. Bunlar, TCK 216. maddede yer alan “halkı bir birine karşı kin ve düşmanlığa tahrik” suçunu işleyen, geniş toplum kesimlerine hakaret ve aşağılamayı esas alan mitingler olmuştur. Darbecilerin desteklediği mitingler başka türlü olamazdı zaten.
- Bazıları şöyle söyleyebilir, “Türkiye’de kaç gayrimüslim var ki, onların da hakları mitinglerde gündeme gelsin”, buna ne cevap vermek istersiniz?
Özgürlük talebimiz herkes için olmalı. Biz diyoruz ki, bu ülkede zaten azınlıklar bize göre daha özgürler, biz daha baskı altındayız ama biz onların da özgür olmaya devam etmesini, yeni talepleri varsa onların da karşılanmasını istiyoruz. Biz Müslüman’ız. Adaleti temsil ediyoruz. “Onlara vermeyin bize verin” diyemeyiz. Allah kullarını yaratmış ve dünyada imtihana tabi tutmuştur. Allah’ın adaleti gereği şudur: Bu dünyada Allah’ın tüm kulları kendilerini özgürce gerçekleştirebilmelidir. “Dinde zorlama yoktur” ve “Dileyen iman etsin dileyen inkar etsin” ayetlerinde ifade edildiği üzere insanlar diledikleri inanç ve düşünceyi özgürce tercih edebilme vasatına kavuşturulmalıdırlar. Tabii ki, herkes bu dünyadaki tercihlerinin, inkar edenler de bu tercihlerinin hesabını ahirette vereceklerdir. Biz de Müslümanlar olarak, bütün insanların özgürlüklerinin güvencesi olmak, insanlara bu adalet vasatını hazırlamak zorundayız. Onlar, çifte standart uygulasalar bile, biz yine de adil olmaktan vazgeçemeyiz. Bizim dinimiz, bütün insanların yaratıcısı olan Allah’ın dini olduğu için, biz bütün farklılıkların, özgürlüklerin ve herkes için adaletin güvencesi olmak zorundayız. Bu ülkede yaşayan herkese sesleniyoruz: bırakın silahları, rütbeleri, baskıları ve şiddeti, gelin el ele verelim, bu ülkeyi özgürleştirecek bir vasatı birlikte oluşturalım. Fıtratın yolunda ve fıtri değerler, insani erdemler ortak paydasında buluşalım. İnsani erdemleri ve insanlık onurunu ortak payda olarak öne çıkaralım, barış içinde birlikte yaşamanın yolunu birlikte açalım. Özgür ve dayatmalardan, baskılardan ve yasaklardan uzak, keyfilik ve zulmün son bulduğu bir ortam oluşturalım. Ancak, maalesef bu adil ve özgürlükçü çağrımıza bile tahammül edemeyip, susturmaya, düşünceye karşı terör estirmeye çalışıyorlar. Kimileri silah, muhtıra ve darbeler ile halkın İslami kimlik ve değerlerine saldırıyorlar, kızların başörtülü bir şekilde ilahi söylemelerine bile tahammül edemiyorlar.
-Meydanlarda özgürlük ve adalet eksenli itirazlar için geç mi kalındı?
Ne kadar geç kalınırsa kalınsın, zararın neresinden dönülürse kardır. Mutlaka sivil toplum meydanları doldurup zulme ve darbecilere itirazlarını dile getirmelidir. Genelkurmay, “Gelin meydanlara çıkın ve farklı düşünenlere karşı ulusalcı refleksle tepki gösterin” diyor. Ben ise, bütün dinlerin, düşüncelerin, ırkların müntesiplerine diyorum ki, “Gelin Genelkurmay’ın bu tavrını protesto için, düşünce ve inanç özgürlüğünü savunmak için çıkalım meydanlara.” Genelkurmay değil hiç kimse insanları parçalara ayırıp bir birlerine tavır koymak üzere meydanlara çağırmamalı. Tam tersine insanlar, bu ülkenin bütün insanlarının özgürleşmesi için, darbecilere, muhtıracılara, ülkeyi kan gölüne çevirme senaryolarını emperyalistlerle görüşenlere, onların bu tür provaktif eylemlerde tetikçiliğini üstlenen çetelere karşı tavır koymak için meydanlara çıkmalı.
-Bugün halkın iradesine yapılan müdahaleleri, askeri vesayet altında hazırlanan bir anayasanın kaçınılmaz sonuçları olarak mı görüyorsunuz?
Bu ülkede halkın iradesi hiçbir zaman belirleyici olmamıştır. Zaman zaman halkın iradesinin kısmen de olsa yönetime yansıdığının görülmesi karşısında -işte Menderes, Erbakan ve Erdoğan dönemleri- hemen darbeler, bildiriler, muhtıralarla halk hizaya sokulmaya, halk iradesinin belirleyici olması engellenmeye çalışılmıştır. Türkiye’de oligarşi iktidardır. Partilerin hepsi CHP gibi olmak zorundadır. Bütün partileri bağlayan CHP ilkeleri anayasanın değiştirilemez, putlaştırılmış maddeleri haline getirilmiştir. Böylece, seküler-laik-ulusalcı-Kemalist resmi ideoloji, sistemin bütün topluma dayattığı anayasal bir din haline getirilmiştir. Siyasi partiler ne zaman halka ve halkın değerlerine biraz yakınlaşmaya çalışsa, hemen darbeler yapılmaktadır. Egemen asker bürokratlar ile büyük medyaya da hakim kimi sermaye gruplarının öncülüğünde oligarşi tahakkümünü sürdürüyor. Anayasa da bu oligarşik tahakküme zemin hazırlayan bir biçimde dizayn edilmiştir. İşte bu sebeple, Türkiye’de gerçek iktidar bu zeminde oluşan bürokratik oligarşik güçtür. İktidar ve rantın yüzde seksenini elinde tutan da bunlardır. İktidar ve rantın çok az bir kısmını da halkın isteğiyle Meclis’e giren siyasi partinin kullanmasına ve kontrollü bir biçimde izin verilir. Onlar da, o kadarıyla idare edip, yandaşlarına bu cüz’i kısmı dağıtarak onları memnun etmeye çalışırlar.
- Ülkede yaşanan kavganın arka planında, oligarşinin, ele geçirdiği iktidar ve rantı paylaşmama hırsı mı yatmaktadır?
Evet, tarihsel süreçte, halkın içinden farklı sesler çıkmaya başladı. Özellikle Anadolu sanayicisi, tüccarı ve esnafı biz de bu ülkenin insanlarıyız, iktidar ve ranttan payımızı istiyoruz diyorlar. Oligarşi ise olmaz diyor. 80 yıldır onların elinde, verirler mi? İşte kavga buradan çıkmaktadır. Rantı daha önce kapanlar ve o ranttan pay almak isteyenler arasında süren bir kavgadır bu ve işte asıl sorun da budur. Tabii ki, oligarşi kendine rant ve iktidar nimetlerini sunan statükoyu üreten resmi ideolojiyi yaşatmak da istiyor. Bu sebeple de, bu sömürü düzenini sona erdirecek bir İslami uyanışa yol açacak özgürleşmeye, adalet ve tevhdi dinine karşı düşmanca projeler hazırlayıp uygulamaya koyuyor. Tıpkı, Mekke oligarşisinin, nemalandığı statükoyu korumak için, sömürü sistemini adalet eksenli dönüştürme iddiası olan “tevhid dini”ne karşı çıkarak, “Atalar dinine” sahiplenmeyi ve mustazaf insanları da bu dine sarılmaya çağırarak, aslında kendi sınıfsal mücadelesi uğrunda kullandmayı hedeflediği gibi. Bugün AKP, asla İslami bir parti değil, böyle olma iddiasında da değildir. Buna rağmen bilinçli bir şekilde AKP üzerinden, aslında satükoyu sarsacak ve adaleti getirecek olan İslam’la savaşılmaya çalışılıyor. Hem işktidar ve ranttan pay isteyenlerin önü kesilmeye, hem de onlar üzerinden, zulüm sistemi için sahici tehlike olarak gördükleri İslami uyanış durdurmaya çalışıyorlar. Halbuki AKP halkı temsil ettiğini söylüyor ve bu halkın payını istiyor. İşte halkın payını isteyince de bu kavga çıkıyor. Aslında oligarşi, ele geçirdiği iktidar ve rantı koruma anlamında bir egemen sınıf mücadelesi veriyor ve kimi ulusalcı refleksleri tahrik ederek, ezdiği kimi kesimleri de bu çıkarları uğrunda kullanmaya çalışıyor. AKP ise, uygulamada beceremese de, halkın özgürlük ve adalet taleplerini temsil ettiğini söylüyor. Gasp edilen haklarını istiyor. Ama bunun arkasında duramıyor. Halkın önünü de tıkayıp, masa başında çözüm arayınca olmuyor işte… Erdoğan, ilkeli ve tutarlı davranamadı ve oligarşiye teslim olup halkı korkuttu. Emrindeki askerlerle hukuk dışı anlaşmalar yaptığı iddia edildi. Buna rağmen, Şemdinli soruşturmasından muaf tutup üst görevlere getirdiklerinin muhtıralarından kendini kurtaramadı. Darbecilere tepki gösteren halkın oylarıyla geldi, ama halkın meydanlara çıkmasını engelledi, meydanları da darbecilere kaptırdı. Bunu yapmamalıydı. Böyle yaparak, çetelere ve darbecilere arka çıkarak, tıpkı daha önce Hocalarının Susurluk için “fasa fiso” demesi gibi, Hudson senaryolarına, çete provakasyonlarına “deli saçması” diyerek aynı delikten ısırılmaya yönelmemeliydi. AKP bu dönem daha akıllı davranmalı, bindiği dalı keserek aynı zelil akıbete doğru sürüklenmekten sakınmalı.
-Bugün sivil bir anayasa hazırlanması gündeme taşınıyor, bu oligarşik kuşatmaya rağmen halkın seçtiği meclis böyle bir irade ortaya koyabilir ve başarabilir mi?
Sivil ve görece özgürlükçü bir anayasa hazırlanabilmesi ve askeri vesayetin sona erdirilebilmesi için, öncelikle halkın seçtiği siyasi kadroların, emperyalist devletlere ve yerli despot oligarşiye sığınmaktan, onlar arasında denge kurarak ayakta durmaya çalışmaktan vazgeçip, arkasına doğrudan halkı alıp, sadece hukuku dayanak noktası haline getirmesi ve biraz da yürekli olması gerekir. Bugün halk, seçimlerde ortaya koyduğu performansla, özgürlükçü bir değişim iradesi ortaya koymuştur. Şimdi sıra bu büyük desteğe sahip kılınan siyasi hükümettedir. Şimdi sıra, birinci dönemde bu iradeyi yeterince dürüstçe ve yetkin bir biçimde temsil etmekte zaaf gösteren AKP kadrolarının, artık halkın iradesini hakkıyla temsil edip, seçim meydanlarında vaat ettikleri adalet ve özgürlük söylemlerinin arkasında adam gibi durmalarına gelmiştir. AKP, halkın değişim taleplerini ve değişim iradesini, siyasal alana taşıyabilmek dirayetini göstermek durumundadır. Halktaki bu görece özgürlük yanlısı değişimi, sistemi yeniden yapılandırarak devlet planına taşımak siyasi kadroların yüklendiği ahlaki sorumluluklarıdır. Eğer halktaki bu değişim potansiyeli, “sivil” ve özgürlükçü bir anayasa hazırlanarak ve devlet (TSK, Yargı ve Eğitim başta olmak üzere) bütün kurumlarıyla insan hakları ve hukuk temelinde yeniden yapılandırılarak, siyasal sistem alanına yansıtılabilirse, işte o zaman, sistem içi değişim yöntemiyle, zulumatın koyu tonlu karanlıklarından, daha özgürlükçü gri tonlarına doğru, Kemalist şirk sisteminden, görece olarak daha özgürlükçü bir şirk sistemine doğru sistem içi değişim süreci tamamlanmış olacaktır.
- Bir Müslüman bu değişimle yetinebilir ve bu değişim içinde rol üstlenebilir mi?
Bir kere bu tür şirk sistemi içindeki değişimler, biz Müslümanların razı olacağı, yeterli göreceği değişimler değildir. Bizim ne böyle bir tercihimiz, nede böyle bir mücadelemiz olur. Ne de böyle bir sistem içi değişim çalışmasında rol üstleniriz. Bu tür çalışmalar, tevhidi mücadeleyi esas almış mü’minler için değil, sistem içi mücadele yöntemini benimsemiş, mevcut sistemi görece değişime uğratmayı hedefleyen eklektik anlayışlar için geçerlidir. Bizim bu konudaki değerlendirmelerimiz ise, sadece, içinde yaşamak zorunda bırakıldığımız mevcut sistemi ve toplumu anlama, doğru analiz etme ve toplumsal gidişatı gözlemleyip muhtemel gelişmeler karşısında, uzun soluklu tevhidi mücadelemizde dikkate almamız gereken şartları gözetmekten ibarettir. Biz her şartta, taviz vermeden, ertelemeden, yanlış yollara sapmadan, Nuh (as) misali ısrarla tevhid gemimizi inşa etmeyi sürdürmeliyiz. Topluma karşı sorumluluklarımız çerçevesinde, örnek bir Kur’an nesli yetiştirmeye yönelik tevhidi davet ve eğitim mücadelemizi, ümmeti geleneksel ve modern cahiliyeden arındırarak ıslah etme ve vahiyle yeniden inşa etme çabalarımızı ilkeli ve onurlu bir temsille sürdürmeliyiz. Tabii ki, toplumdaki, darbeci, resmi ideoloji yanlısı, Kemalist despotizmden, görece daha özgürlükçü gri tonlara doğru değişimi de görece bir olumluluk olarak görmek ve zulumatın bütününü redle nura doğru sıçramayı temsil eden gerçek tevhidi değişimin temsilcileri olarak bu görece olumluluktan da istifade etmek ve bu gelişmeler karşısında yapmamız gerekenlerin fıkhını geliştirmek sorumluluğumuzu da yüklenmek durumundayız. Görece özgürleşme dönemleri, bir yandan daveti ve İslami eğitim faaliyetlerini yaygınlaştırmaya, diğer yandan insanların bu davete baskı ve yasaklardan azade bir biçimde, korkusuzca cevap vermesine müsait ortamlar olduğu dikkat alınarak en iyi şekilde değerlendirilmelidir. Ancak bu görece olumlulukla beraber, bu tür özgür ortamların, buna sebep olan sistem partileri üzerinden muhalif kitleleri sisteme entegre etme fonksiyonu görmesi, uzlaştırma ve sağlanan rehavetle, refahtan dağıtılan payla konformizmin öne çıkması, bu partiler üzerinden dağıtılan makam, menfaat, kredi, ihale, ikbal ve iktidar nimetleriyle dünyevileşme ve sekülerleşmenin temin edilmesi sonucunda bir çok bilinçli mü’minin bile savrulması riski de söz konusudur. Böylece, zulumattan nura değişimi temsil etmek üzere yola çıkan bir çok kişinin bu süreçlerde, rehavete ve dünyanın süslerine ram olarak, sistem içi görece değişimi yeterli görüp, gerçek İslami hedefinden vazgeçmesi, konjonktürel özgürleşme ve refahtan pay kapma mücadelesini kalıcı ve belirleyici hale getirerek, Allah rızasını gaye edinen stratejik yürüyüşünü terk etmesi söz konusu olabilmektedir. Tabii ki, böyle bir risk söz konusudur diye, böyle sistem içi bir görece özgürleşme olmasın, zalimler geri adım attırılmasın ve zulüm bütün şiddetiyle devam etsin diyemeyeceğimize göre, (ki bu tür zulümlerin de menfi değişime ve savrulmalara yol açtıkları da bir vakıadır) bu sistem içi görece özgürleşmeye yönelik değişimin gerçekleşmesini her hâlükârda halk açısından bir olumluluk olarak değerlendirip, halkı daha iyi olana, sahici iyiye, vahye dayalı iyiye doğru götürecek çalışmaları biz yapmalıyız. Bu arada, söz konusu riskler konusunda uyarılarda bulunmalı ve savrulmaları, sisteme eklemlenmeleri, zulumat içindeki görece değişimden razı olup, esas tevhidi değişim sürecini terk etmeleri engellemeye yönelik gerekli tedbirleri de almalıyız.
- Bu şartlarda, sistem içi bu değişim ve “sivil” anayasa hazırlığı sağlıklı olarak gerçekleştirilebilir mi?
Doğrusu, askeri vesayet altında ve darbe tehditleri sürerken, hâlâ bir takım korkular, endişeler belirleyiciyken “sivil” anayasa yapılabileceğini söylemek, görüşlerin özgürce tartışılamadığı vasatlardan özgürlükçü bir anayasanın doğabileceğini beklemek fazla iyimserlik olur. Salt sivil insanların hazırlamasıyla anayasalar “sivil” ve “özgürlükçü” niteliğini kazanamaz. Önce zihniyetlerin sivilleşmesi, gerçekten hak ve özgürlüklerden yana hale gelmesi, askeri baskı ve tehditlerin üzerine gidilmesi, anayasa hazırlık ortamının askeri baskı ve yasaklardan arındırlıp özgürleştirilmesi gerekir. Mevcut anayasa ve yasalara göre de suç olan darbeleri, muhtıraları engelleyecek dirayeti ve cesareti gösteremeyenlerin, yeni anayasa ile bunları engelleyeceğinin garantisi nedir? Mevcut anayasa ve yasalarda yer almadığı halde ısrarlı bir biçimde sürdürülen başörtüsü yasağını kaldıramayanlar, Kürt sorununu çözecek adımları atma cesareti gösteremeyenler, mevcut anayasada yeri olmadığı halde, anayasa ve yasalara aykırı bir askeri muhtırayla yönlendirilen Anayasa Mahkemesinin, anayasayı da çiğneyerek “karar nisabının 367 olduğu”na dair siyasi karar almasını engelleyemeyenler, yani mevcut anayasayı uygulamada acz içinde olanlar, anayasa değişince yeni anayasa aynı kurumlar tarafından aynı şekilde ihlal edildiğinde ne yapacaklar? Şu anda sahip olmadıkları yürekli ve cesaretli tutumu nasıl kazanacaklar? Bu bakımdan, öncelikle mevcut anayasa ve yasalar uygulanarak, yürürlükteki anayasa ve yasalara aykırı siyasal açıklamalar yapan ve daha önce darbe yapmış ya da darbe hazırlıkları ifşa olmuş asker bürokratlar, yargı bürokratları, Devlet Denetleme Kurulu, Başbakanlık Teftiş Kurulu harekete geçirilerek ve Meclis Araştırma ve Soruşturma Komisyonları kurulup üzerlerine gönderilerek, acilen hesaba çekilmeli, yargılanmaları mutlaka temin edilmeli, bunların koruması altındaki bütün çeteler de süratle çökertilip tasfiye edilmelidir. İşte bu mücadeledeki kararlılık ortamında da söz konusu “sivil anayasa” çalışmaları aynı süratle tamamlanıp halkın oyuna arz edilmelidir. Ayrıca söz konusu anayasa hazırlığı sürecinde, halkın desteği sürekli canlı tutulmalı, sivil toplum kuruluşları ve halkın özgürlük taleplerinin medyada ve meydanlarda ortaya konması ve yaygınlaşması teşvik edilmelidir. Darbecilerin ve çetelerin karşısına halkın meydanlardaki gücü çıkarılmalıdır. Ve halkın bu desteğinin sürekliliği sağlanarak temin edilecek, askeri baskıdan arınmış ortamda yeni anayasa hazırlıkları tamamlanmalıdır. Yeni anayasada, 1982 anayasası ve fiili durumla oluşturulan, halk iradesini sınırlayan bürokratik kuşatmayı kaldıracak, hak ve özgürlüklerin önünü açacak düzenlemeler yapılarak halka yapılan vaatler yerine getirilmelidir. Ancak, AKP’nin bu bakımdan pek umut vadetmediğini de üzülerek izliyoruz. Yeni hükümette, İnsan haklarından sorumlu devlet bakanlığına, devletçi, ulusalcı refleksleriyle hep düşünce özgürlüğünün karşısında yer alan ve hep derin devletin paralelinde hareket eden Cemil Çiçek’in getirilmesi, sözde “Adalet” Bakanlığına da, daha önce keyfiliği, adaletsizliği ve başörtüsü yasağına karşı yapılan onurlu mücadeleyi küçümsemesiyle maruf M. Ali Şahin’in getirilmesi, Milli Eğitim Bakanının da bu ikinci dönemde bile, hâlâ ders kitaplarının içeriğini tespitte asker bürokratlara danışması ve daha ilk tepkiler üzerine hemen Anayasa’nın ideolojik hükümlerine, değişmesi teklif dahi edilemez maddelerine dokunulmayacağının ilan edilmiş olması, resmi ideolojiden arındırılmış nötr bir anayasa hazırlanacağı vadinden bu kadar kolay dönülüvermiş olması, AKP kadrolarının, özgürleşme ve “sivil” anayasa vaadlerinde, bu dönemde de duramayacaklarının işaretini vermektedir.
-Sistem içi bu görece değişimin temsilcisi kadrolar, sivilleşme ve özgürleşme iddialarını gerçekleştirme sürecinde nelere dikkat edilmelidirler?
Öncelikle bu tür mücadeleyi benimsemiş siyasi kadroların, askeri vesayeti ve oligarşik tahakkümü sona erdirecek sivil bir anayasa hazırlamakta samimi olmaları ve bunun gereği olarak da bazı riskleri göze alarak hareket etmeleri gerekir. Halktan aldıkları destekle, yürekli ve ferasetli bir tutum içinde olmaları, halkın iradesini kuşatan devlet iktidarını sona erdirecek, bürokratik tahakkümü yıllardır sürdüren kurumlara sağlanan dokunulmazlıkları kaldıracak, bütün kurumları ve kişileri halkın hesap sorabileceği bir konuma getirmek için gereken değişiklikleri yapmaları icap etmektedir. Bu tür bir değişimi gerçekleştirmeye talip olan kadroların, halkın ve meydanların desteğini arkalarına alarak, halk iradesini bütün bürokratik kurumların üzerine çıkarmaları ve bu uğurda riski göze almaları gerekmektedir. Anayasayı vaat ettikleri hak ve özgürlüklerin güvencesi, bürokratik diktatörlüğün de en büyük engeli halinde dizayn etmeleri gerekmektedir. Anayasayı gerçekten sivil ve özgürlük eksenli olarak hazırlamak istiyorlarsa, bütünüyle resmi ideolojiden arınmış, mümkün olduğu kadar nötr bir içeriğe kavuşturmaları, ulus devleti her şeye karışan, her alanı düzenleyen ve uğruna hak ve özgürlüklerin kurban edildiği ilah devlet konumundan çıkarmaları ve yetkileri mümkün olduğunca sınırlandırılarak halkın hizmetkarı konumuna indirgemeleri gerekmektedir. Sistemi başta TSK, Cumhurbaşkanlığı, Yargı ve YÖK olmak üzere tüm devlet yapısını hak, hukuk ve özgürlük ekseninde yeniden yapılandırmayı sağlama hedefinden asla taviz vermemelidirler. Özellikle de TSK ve Yargı, ideolojik tutum sergileyen, siyaset yapan ve halkın İslami değerlerine düşman kurumlar olmaktan kurtarılarak, insan haklarına saygılı bir zeminde hizmet kurumları olarak yapılandırılmalıdır. Yine başta askeri eğitim olmak üzere bütün eğitim sistemini Kemalist resmi ideolojinin ve dogmatizmin çürütücü kuşatmasından kurtararak, fıtri insani erdemler ve insan hakları temelinde özgürleştirmelidirler. İşte ancak bunlar yapılarak, sistem içi değişim gerçekleştirilebilir. Ancak böylece, halkın yaşadığı görece özgürlükçü değişim sisteme yansıtılabilir. Halkın iradesini dikkate alarak bunları yapacak irade ve cesareti göstermeyen kadrolar ise zelil biçimde tarihe gömülecek, halktaki değişimi sisteme yansıtacak bir kadro bir gün mutlaka gelecek ve Kemalist sistem mutlaka halkın layık olduğu daha özgürlükçü sisteme yerini bırakacaktır. Tıpkı Stalinist zulüm sisteminin yerine daha özgürlükçü ve daha liberal sistemin Rusya’da egemen hale geldiği gibi. Sonuçta, Allah’ın toplumsal yasası gereğince “halk nasılsa ona uygun bir sistemle yönetilecektir”. Toplum daha özgürlükçü bir şirk sistemine layık oluğunda, özündekini buna uygun hale dönüştürdüğünde bu sistem gelecek, özündekini İslam’la yönetilmeye layık olacak kadar tevhidi bir değişimle değiştirdiğinde ise, bu toplum için Allah İslami adalet sistemini takdir edecektir.
- Yeni anayasa hazırlık çalışmalarının gündeme geldiği bu süreçte, halka daha yakın bir partinin büyük bir çoğunlukla mecliste ve hükümette olmasından rahatsız olanlar, üstelik Cumhurbaşkanlığını da halka kaptırmanın paniği içerisinde ülkede kaos ve gerginlik çıkararak, halka ve temsilcilerine sopa sallayarak, kendilerine iktidar ve rant sağlayan Kemalist statükoyu korumaya çalışıyorlar. Bu bağlamda, tam bir mahalle kabadayısı cüretkarlığıyla, halkın hak ve özgürlüklerini yok ederek oligarşik despotizmi güçlendiren darbe anayasasını savunarak, halkın özgürleşmesine karşı çıkıyorlar. Müslüman halkımıza, İslami kimlik ve değerlerimize, namazımıza, başörtümüze ahlaksızca saldırıp aşağılıyorlar. Bu gelişmeyi nasıl değerlendiriyorsunuz?
AKP’nin ilkeli ve yürekli bir duruş sergileyememesi, halka yaptığı adalet ve özgürlük vadinin arkasında adam gibi durup, gerekirse bir takım bedeller ödemeyi göze alamaması, her tepki üzerine hemen geri adım atıp taviz vermesi, bu tür despotizm yanlılarının daha cüretkar davranmalarına, her tavizden sonra daha fazla azgınlaşmalarına yol açıyor. Kendi ellerinden gasp ettikleri iktidar ve rantı kısmen de olsa alıp halka vermek isteyen AKP’yi yıpratmak ve haksız çıkarlarını, sömürü ve hortumculuklarını sürdürebilmek, zalim statükoyu koruyabilmek için can havliyle darbe anayasasına sahip çıkarak, AKP üzerinden İslam’a, İslami değer ve şiarlarımıza, İslami hayat tarzımıza yönelik hukuksuz ve ilkel baskı ve yasakları savunarak ısrarla sürdürmek istiyorlar.
Halbuki AKP, sistemin, Muhafazakar-Demokrat ve laik kimlikli bir partisidir. Kurumsal olarak İslam’la hiçbir ilgisi yoktur. İslamı ve Müslümanları da temsil etmemektedir. AKP’nin beş yıldır yaptıkları ve söylemleri ortadadır. İslam dışı laik bir parti olmak yanında, üstelik proje ve uygulamalarıyla İslam’a zarar da vermekte olduğu apaçık ortadayken AKP üzerinden İslamı vurmaya kalkmak ahlaksızlıktan başka bir şey değildir. Dürüstçe ve ahlaki olmayan bu tutumu sergileyenler, medyasıyla, yazarıyla, siyasetçisiyle, bürokratıyla, aslında bilinçli bir İslam düşmanlığı içinde oldukları halde, bu tutumlarını AKP karşıtlığıyla örtmeye çalışmaktadırlar. Aslında onlar da çok iyi bilmektedirler ki, AKP, halka yakın duruşu, halkın kimi değerlerine saygılı tutumu ve kimi AKP kadrolarının bazı bireysel ibadetlerini yapmaları, kimilerinin eşlerinin örtülü olması, halkın sorunlarına daha yakınlık göstermeleri ve bu yüzden oligarşinin baskısına muhatap olmaları gibi sebeplerle halkı etkilemekte, sonuçta da halkı sisteme eklemleme, görece bir özgürleşme karşılığında egemen sistemle uzlaştırma fonksiyonu görmektedir. Bir anlamda, tükenmiş ve çürümüş olan sistemin ömrünü uzatacak taze kan sağlamaktadır.
- AKP’nin İslam ve Müslümanlarla ilgili, mevcut yerel ve küresel sistemin içine gelen başka riskli faaliyetleri de yok mu?
Tabii ki var. AKP, mesela BOP, AB, “Medeniyetler Arası İttifak” vb emperyal projelerde yer alıp, ön planda sorumluluk üstlenerek, İslamı ve Müslümanları sekülerleştirme, dönüştürme misyonunu da üstlenmiş bulunmaktadır. Bundan dolayı da destek görmektedir. Sonuçta uygulamaları ve söylemleriyle AKP, İslami kimliği bireysel alana hapsedip, kapitalist tüketim kültürünü ve modern seküler yaşam biçimini yaygınlaştırmaktadır. Nasıl oluyor da, İslami kimliği yozlaştıracak ve dönüştürerek sisteme eklemleyecek bütün bu uygulamalarına rağmen AKP sanki İslamın temsilcisi yerine konularak, AKP üzerinden İslam’a saldırılmaktadır? Bunu yapanlar, aslında bir taşla kuş sürüsü vurmaya çalışmaktadırlar. Bir yandan, AKP’yi daha çok mağdur duruma düşürerek, halkı onun üzerinden sisteme eklemleme planına hizmet edilmektedir. Diğer yandan AKP kadroları ürkütülerek, Halkın özgürleşmesine dair kimi adımlarını geri çekmesi sağlanmaktadır. Üçüncü olarak da, direkt İslam’a karşı ortaya konamayan kin ve düşmanlık, sanki AKP politikaları eleştiriliyormuş gibi yapılarak ortaya konmakta, halkın İslami kimlik ve değerlerimize yönelik teveccühü yıpratılmaya, engellenmeye çalışılmaktadır. Yoksa, bu İslam düşmanları da, aslında AKP’nin İslamı ve Müslümanları protestanlaştırıp dönüştürme misyon gördüğünü çok iyi bilmekte ve bunun adını da “gönüllü modernleşme” koyarak, artık tükenmiş bulunan despot modernleşme projesinin yerine ikame edilmesinden memnun bulunmaktadırlar.
- Böyle olduğu halde AKP üzerinden İslam’la hesaplaşmak isteyenlere ne demeliyiz?
Böyle bir tutum sergileyen bürokratlar TÜSİAD’çı sermayedarlar ve onların besledikleri İslam düşmanı yazarlar, İslam düşmanı manşetleri atan gazeteciler, ahlaki ve dürüst davranmamaktadırlar. Doğrudan İslam’la yüzleşme cesaret gösteremeyip, sahtekarlık ve ikiyüzlülük yaparak, AKP üzerinden İslam’a savaş açanlara sesleniyoruz. AKP İslamı ve Müslümanları temsil etmemektedir. Biz Müslümanlar kendimizi temsil ederiz. İslam’la ve Müslümanlarla sorunu olan varsa, İslamla hesaplaşmak, yüzleşmek isteyen varsa, İslamla alakası olmadığını sürekli vurgulayan AKP’yi değil bizi muhatap almalıdır. İslama, İslami kimlik ve değerlerimize saldıranlar, aşağılayanlar, baskı ve yasaklarla İslami hayat tarzımızı yok edenlere sesleniyoruz: Yüreğiniz yetiyorsa, düşünce, fikir ve ideolojinize güveniyorsanız, biz tevhidi ilkelerini koruyan Müslümanlar olarak size düşünsel manada meydan okuyoruz. Aslında bir kamu hakkı olduğu halde kendi çıkarlarınıza payanda yaptığınız medyanızı, ekranlarınızı açın, baskıcı, yasakçı ve hukuk dışı despot tutumunuzu da terk edin, yani her fikrin kendisini özgürce ifade edebileceği, temel hakların korunduğu özgür ortamlar oluşturun. Ondan sonra adam gibi oturup halkımızın önünde tartışalım. Bakalım kimin dini yada ideolojisi, ilkel, geri ve dogmatik apaçık ortaya çıksın. İslam’la Müslümanlarla tartışmak, eleştirmek ve hesaplaşmak, gelecekteki hayat tarzınız için duyduğunuz kaygıları konuşmak istiyorsanız, bırakın İslam’dan uzak ve hatta İslam’a zarar veren bir partiyi de doğrudan Müslümanlarla konuşun. Dürüstçe geçin karşımıza adam gibi konuşalım ve aydınlatıcı mesajın, gözlerinizi kamaştıracak adaletini size anlatalım. Tüm endişe ve sorularınıza, İslamın karanlıklardan aydınlığa çıkarıcı ve insanlık onurunu yüceltici mesajını taşıyan Yüce Kur’an’la cevap verelim. Kur’an’ı aydınlatıcı, arındırıcı ve kurtarıcı mesajını size de ulaştıralım
-
Abdullah Said Özcan 22-04-2013 08:18
Hocam Allah sizden razı olsun. sözünü eğip bükmeden konuşanlarımızın sayısını artırsın. Sizin gibi değerli bir hocamızın yazılarını bu ümmet ne zaman okuyacak merak ediyorum.
- "Boykot bir kampanyanın parçası olmalı ve hedefleri açıkça belirtilmeli"
- “Hak İle Dalâlet Arasında Ara Form Yoktur”
- Ercümend Özkan'la, Ehl-i Sünnet üzerine söyleşi
- Akif Emre: Müslümanlar hiç Kur'an okumuyorlar mı?
- Ramazan Yazçiçek ile Ahlâk üzerine
- Hristiyan misyoner nasıl Müslüman oldu?
- Kürşad Atalar: Tarihte savrulan, dönüşen bir Peygamber olmamıştır
- İtalyan genç Andera Lazaro ile, hidâyet serüveni üzerine söyleşi
Makaleler
Hava Durumu