Post-Kemalist devrin reklamı
Akif Emre / Yeni Şafak
Kapitalist dünyanın soğuk savaş dönemindeki en büyük başarısı Çin'de gerçekleştirdiği dönüşümdü. Çin gibi nüfus avantajına ve küresel aktör olma potansiyeline sahip bir ülkenin Sovyet sisteminden koparılması başlı başına stratejik bir kazançtı zaten. Ekonomik sistemin kapitalizme açılması da küresel ölçekte bir ivme kazandırdı çok uluslu şirketlere. Pek akıl erdirilemeyen bir yapı gibi görünüyordu; siyasal sistem totaliter ve komünist, ekonomik yapı kapitalist… Siyasal sistemle ekonomik yapı arasında kalan, ayda bir çuval pirinç karşılığı emek gücünü satan bir Çinli için hayatında değişen bir şey olmasa da Komünist Parti seçkinlerinin yerini yabancı şirketler ya da onların ortağı yerli 'girişimci'ler almıştı; patronları çeşitlenmişti…
Küresel kapitalizme farkına varmadan entegre oldukça aslında Türkiye'de de yaşanmakta olanların daha farklı ölçekte bir Çin deneyimi olduğu bile söylenebilir. Tek fark şu ki ekonomik yapı ile birlikte siyasal sistem de dönüşmüş görünüyor… Daha doğrusu siyasal sistem, küresel kapitalizmin neo-liberal politikalarına göre kendine çekidüzen veriyor.
Dışarıdan bakılınca tüm bu dönüşümler 'İslamcı' kadrolar eliyle gerçekleştiriliyor. Hatta yine dışarıdan bakanlar için İslamcı bir iktidar eliyle Türkiye küresel kapitalizme eklemleniyor, neo-liberal politikaları uygulamaya geçiriyor. Bu durumda İslamcı değerlerle kapitalist iktisadi ilişki biçimlerinin nasıl bir arada yürütülebildiği sorusunu birileri de soruyor olmalı?
Çin'deki çelişkiyi anlamlandırmak, bir noktaya kadar anlamak mümkün; komünizmle kapitalizm, önerdikleri insan tipi, beklentileri, modernlikle kurdukları ilişki farklı (üretim-paylaşım) yöntemlerle de olsa aynı insan-toplum tasavvuruna sahip. Oysa Müslüman bir toplumun hayatla kurduğu, bireyin evrenle, eşya ile kurduğu ilişki, buna dayalı toplum modeli temelden farklı.
Bunca zıtlığa rağmen küresel kapitalizmin her iki toplumda da geçer akçe sayılmasında bir tuhaflık olmalı değil mi?
Türkiye'de Kemalist dönemin dünya sistemiyle kurduğu ilişki biraz mahcup bir ilişkiydi. İçe kapalı yapısıyla modernliği hedefleyen ama bunu seçkinlerin alameti farikası sayan, ekonomisini de, modernliğini de seçkinciliğin belirlediği bir ilişki biçimi… Ne zamanki post-Kemalist döneme geçildi modernlik de ekonomik ilişkiler de belli bir kesime münhasır olmaktan çıktı. Ülke tamamen küresel pazarlara açılıp neo-liberal politikalara uyumlu hale getirilirken yeni bir insan tipi de ortaya çıktı. Her şeyi rekabete döken, hayatın özünü sekülerleştiren, görüntüde muhafazakarlaşan bir manzara… Post-Kemalist dönem bu açıdan sistemin özünü değiştirmeden, Kemalist kökleriyle irtibatlı ama farklı tezahürlere imkan veren bir dönemi işaret ediyor. Seçkinci yapı yerine daha geniş kitlelerin pay almasına kapı açan, kapıdan içeri alındıkları oranda da sistemi tahkim eden yeni bir modernleşme türü…Bu durum paylaşımın adaletli olduğu anlamına hiçbir zaman gelmeyecektir.
Rekabet hissi o denli merkezi, ontolojik bir hal alacaktı ki, tasfiye edildiğini düşünen Kemalistler bile serbest piyasada sahne almaktan çekinmeyeceklerdi. Bu açıdan bakılınca 10 Kasım törenleri Kemalist ideolojinin simgesel ifadeler üzerinden yaşatılmasının serbest piyasacı-anamalcı bir rekabet konusu olmasıydı.
Kemalist semboller mağduriyet travması içindeki belli kuşağın elinde bir tür dini ritüel haline gelirken, törenlerin, aslında bazılarının iddia ettiğinin zıddına, hiç de sivil olamayan ve de resmi yanı baskın bir 'dini' gösteriye dönüştüğünü ibretle seyrettik.
Rekabetçi insan tipinin ve ilişki biçiminin post-Kemalist dönemde tipik temsilcileri ve Kemalist dönemin eseri seçkinci kapitalistlerle yeni oluşan muhafazakar, -Batılıların deyimiyle (renk körlükleri burada da geçerli)- İslamcı sermaye ilişkisi 10 Kasım sembolizminde kendini gösterdi.
'Olmasaydın… Olmazdık.' reklamının 'muhafazakar' medyada boy göstermesini rekabetin, piyasa şartlarının her tür değeri metalaştırma gücü olduğu açıklamasıyla geçiştirilmesi mümkün değil. Reklamda yer alan ifadenin hem reklamı veren hem de yayınlayan açısından çelişkili ve kendini inkarı ihtiva eden anlamı, neo-liberalizmin ne türden bir tipoloji ürettiğine çarpıcı bir örnek.
Devlet eliyle adeta rekabetsiz kapitalistleşen, şimdilerde küresel sisteme entegre olmak adına, üretmekten çok düşünce ve mal distribütörlüğü yapmaktan başka hiçbir kapasitesi olmayanların dini bir vecd haliyle bizzat sözün muhatabıyla da çelişmeleri... Hayatı ve bireyi sekülerleştirmeyi amaçlayan, seküler algıyı merkeze alan, salt modernleşmeyi hedefleyen bir projenin sembolik mimarına dini anlam yüklenerek adeta tanrılaştırılması… Bu örnekler Cumhuriyet'in ilk döneminde bir tür akıl ve inanç sapması olarak bazı şairlerin dizelerine yansımıştı. Onlar olsa olsa yıpranmış kitap sayfalarında ve resmi söylevlerde kalan hatıralardı. Şimdilerde ise serbest piyasanın bir reklam aracı olarak metaya; hem de mistik bir metaya dönüştürüldü.
Yayıncı açısından rekabet ve 'reklam, reklamdır' pragmatizmiyle geçiştirilemeyecek, inanç konusu bir ifadenin para karşılığı takas edilişi söz konusu. Eğer akaid kitapları yeniden yazılacak olsaydı bu ifadenin nereye konulacağı ve tevilinin mümkün olup olmayacağı konusu herhalde epey tartışılırdı ulemamızca.
Reklam sadece sahte gerçeklikler üretmiyor, bazıları için sahte inançlar da üretiyor.