Uzlaşma
Dini, hayatın bir parçası haline getirmeyi İslamın dışındaki dinlerde başaran Batı dünyası, bu sonucu İslamda da gerçekleştirmek istiyor. Ve bu isteğini de, ancak dinin içinde yer almış olan şöhret, ünvan ve mevki sahibi seçkin(!) kimselerle gerçekleştirebileceğini biliyor.
15-02-2010
UZLAŞMA
Uzlaşma, farklı düşüncelerin karşılıklı veya tek taraflı olarak birbirlerine ödün vermeleridir. Karşı duruşlarda, taraflar kendi açılarından doğruluğuna veya yararına inandıkları şeyden/şeylerden vazgeçerek uzlaşmayı sağlarlar. Ve bu ödün verme; inandığı doğrulardan vazgeçme, çoğunlukla güçsüzden güçlüye doğru gerçekleşir. O halde bu şu demektir: eğer taraflar eşit güçte değillerse, uzlaşma daima güçlünün lehine olur. Güçlü taraf, kabullerine uymayan, "olmazsa olmazlarına" ters düşen konularda karşı/güçsüz tarafı uzlaşma yoluyla ıslah ederek, onu kendisine uyumlu hale getirir. Diğer bir deyimle uzlaşma, güçsüzün, güçlünün potasında erimesidir.
İslami olmayan iktidarlar/güçler; karşıtlarıyla, gerek kişisel, gerek toplumsal bazda amaçlarına ulaşmak; birlikte yaşamayı sağlamak, bir takım çıkarlar elde etmek, ortak noktalar bulmak, ortak hayat(sivil toplum) kurmak, aralarındaki farklılıkları, ayrı ve aykırı olan hususları gidermek için uzlaşabilirler. Bu onların tasarrufundadır. Zira insanlar kendi iradeleriyle ortaya koydukları şeyden yine kendi iradeleriyle vazgeçme hakkına sahiptirler. Ancak, Müslüman böyle bir hakka sahip değildir. O, inancından vazgeçmedikçe; inancının kurallarını değiştirme veya iptal etme hakkına sahip olamaz. Ne amaçla ve ne adına olursa olsun, bir takım bahanelerle Allah’ın dininden ödün veremez. "O (yolunu şaşırtmış) kimseler, Bizim adımıza vahyettiğimizden başka bir şey ortaya atsın diye seni ayartarak, seni vahyettiğimiz (gerçeklerden) uzaklaştırmaya çalışmaktalar; öyle ki, bunu başarabilselerdi seni hemen kendilerine dost edinirlerdi! Eğer seni(n imanını) pekiştirmemiş olsaydık, belki onlara biraz olsun eğilim gösterecektin. O zaman sana hayatta da ölümden sonra da kat kat (azap) tattırırdık; ve Bize karşı sana yardım edecek kimseyi de bulamazdın! (17/İsra –73-74-75)
Statülerini koruma veya dünya nimetlerinden daha çok nemalanma isteğinin dürtüsüyle izzetleri zedelenmiş kimseler; uzlaşmayı sağlamak için buldukları bahaneler yetmeyince; ucuz yollu suçlamalarla ilkeli ve samimi Müslümanları karalamaya çalışmaktadırlar. Bunlar, aydın olmak, bilimsel olmak, uzman olmak, akademisyen olmak, çağı ve dünyayı doğru okumak/algılamak gibi argümanlara; unvan ve kariyerlerinin desteğini de katarak dini terminolojiyi kendi bağlamından koparmaya çalışmaktadırlar. İslami kavramlara, modernist bir takım giydirmelerle, dinin yaşam ile ilgili taleplerini uzlaşma adına etkisiz hale getirmektedirler. Ve böylece, zulmün egemen olmasının önü açılmış olmaktadır. Zira Kur’an, İslamdan başkasını zulüm olarak nitelemektedir.
Gerçekte, bu kimseler, statülerini ve dünyalık nimetlerini koruma endişesine endeksli bir hayatı yaşamak için dinde tasarrufta bulunmak istemektedirler. Bu girişimlerine karşı çıkanları da radikallik ve terör taraftarı olmakla, İslamı yanlış anlamakla, marjinallikle suçlayarak susturmak istemektedirler. Maalesef, Müslümanların içinde bulunduğu konjoktür de onların gerçek niyetlerinin anlaşılmasına engel olacak bir durumda olduğu için, onların işini kolaylaştırıyor. Onlar, kendileri için yapılan bu ve buna benzer tespitleri, ucuzcu, kolaycı, bilgiden ve bilimden yoksun; suçluluk psikolojisiyle yapılmış suçlamalar nitelendirseler de, gerçek hiç de öyle değil. Zira bu tespit, tek endişesi İslami ilkelere bağlı kalmak ve Kur’an’a uygunluğu esas almak olan bir zihniyetin hassasiyetinden kaynaklanmaktadır.
Dini, hayatın bir parçası haline getirmeyi İslamın dışındaki dinlerde başaran Batı dünyası, bu sonucu İslamda da gerçekleştirmek istiyor. Ve bu isteğini de, ancak dinin içinde yer almış olan şöhret, ünvan ve mevki sahibi seçkin(!) kimselerle gerçekleştirebileceğini biliyor. İslamın, hayatın bir bölümünde etkin olmak değil, tamamında belirleyici olmak istediğini; İslamın kendi ilgi alanına giren konularda, ödün vermek veya uzlaşma yapmak hakkını peygamber de dahil hiç kimseye veya güce vermediğini; bu seçkin(!) laik ve demokrat ulema! da çok iyi bilmelerine rağmen, çıkarları için gerçeği saklamaktadırlar. Kur’an, bunları "dinlerini az bir paha karşılığında satan" kimseler olarak tanımlamaktadır.
İslam, ilgi alanına giren konularda tek belirleyicidir. Bu anlayışın dışındaki her türlü anlayışı küfür ve şirk olarak nitelemektedir. Dinin belirleyici olma hakkını, uzlaşma konusu yapmak; dinin çizdiği sınırların dışına çıkılmadıkça mümkün değildir. Bu sınırı geçenlerin, "İslam ne diyorsa o, nasıl diyorsa öyle, ne kadar diyorsa o kadar" anlayışına sahip olanları marjinallikle suçlamaları ve sanki doğru olmanın, haklı olmanın ölçüsü sayısal çoğunluk veya toplumun kabulü imiş gibi kendilerini haklı göstermeye çalışmaları, ilkesizlikten başka bir şey değildir. Kulluğun yalnızca Allah’a ait olması gerektiğini; Müslümanlığın Kur’an’ı hayata hakim kılmanın mücadelesini vermek olduğunu bildikleri halde; düzenleri bozulur, nemaları kesilir endişesi ile Kur’an’ın hayatın pratiğine yönelik taleplerinin üzerini örtmeye çalışmaları ve bunu hoşgörü ve uzlaşma adına yapmaları Kur’an’ın deyimi ile "dinin bir bölümüne inanıp, bir bölümünü inkar etmektir."(2/ Bakara-85)
Müslüman, belirleyici olma hakkını, İslam’dan başka hiçbir şeye vermeye/tanımaya razı olmadığı gibi; İslam’a uygun olmayan hiçbir şeye de rıza göstermez. Çünkü o biliyor ki: "küfre rıza küfürdür." Uzlaşma adına, hoşgörü adına küfre rıza göstermek "iyi niyetle yapılan masum bir davranış" olarak gösterilemez. Küfürle uzlaşmayı, İslamın ve Müslümanların yararınadır düşüncesiyle sahiplenmek aslında bir acziyetin ifadesidir. Eğer İslam gereğince temsil edilme samimiyetine sahip olunsaydı, böyle bir zaafa düşülmezdi. Çünkü İslam: en güzel ve en üstün olandır; kendine özgü yapısıyla güzel, arı/duru haliyle üstündür. Onun kendi güzelliğini göstermeyi ilke edinmek yerine, basit ve değersiz olana kaçıp uzlaşma adına bu güzellik ve üstünlük kirletilmektedir.
Müslümanca bir şahsiyet ve izzetle temsil edilemeyen İslam, başka şekiller verilerek, insanın heva ve hevesine uydurularak; konjonktürün belirlediği her ton ve desene göre renk verilerek bukalemunca tavırlarla kirletilmeye çalışıldı; sempatik olmak, hoş görülmek, beğenilmek ve takdir edilmek adına. O bakımdan Müslümanım diyenlerin İslama verdikleri zararı hiçbir güç vermemiştir. İslam, "Müslümanlarca" öylesine kirletilmek istenmiş tir ki; kurtuluşun yolu olarak gösterilememekte, insanlar "müslümanım" diyenlerin ahlakına ve hayatına bakıp, onlardan, merkebin aslandan kaçtıkları gibi kaçmaktadır. "Müslümanlar" pratikleriyle ve düşünsel yapılarıyla adeta insanlarla İslam arasında aşılması çok güç engeller koymaktadırlar.
Hayatın tamamı yerine yalnızca bir parçası olmasına; devleti olmayan, siyasete karışmayan, haramlara ses çıkarmayan, günaha göz yuman, ekonomik, sosyal ve kültürel konularda her türlü kabule açık; dileyenin keyfi kararıyla dilediği şekilde uygulayabildiği ve keza bidat ve hurafelerle dinin Allah’a ait olmaktan çıkarıldığı bir "İslamı", insanlara İslam diye takdim ederseniz, bu dinin önündeki en büyük engellerden biri olmuş olmaz mısınız?
Bazı Müslümanlar (!) hoşgörü adına, aydın olma adına, bilimsellik adına, küreselleşme ve globalleşme adına bütün bir insanlığın yazgısını zalimlerin insafına, uzlaşma örtüsü altında terk ederken; tevhidi düşünceye mensup olduğunu iddia eden bir kısım Müslüman da, İslamı, görev ve sorumluluklarına göre yaşamayı öncelemek yerine, önceliği "hak" elde etmeye vermektedir. Ve hakkı güç kullanarak elde edeceğine inanmaktadır. Oysaki Hakk yolundaki mücadelenin tek meşru yolu, İslamı yaşamaktır. Ve şahsi örnekliğiyle ortaya koyduğu islamla, insanları uyarmaktır. Allah Rasulünün örnekliğinde de görüldüğü gibi "hak", Müslümanların "hakkı" kendi şahıslarında yaşamasıyla elde edilmiştir. Üzerine düşen islama uygun bir hayatı (Kur’an’ı ahlak edinmek ) yaşama görevini yerine getirmeyip, sadece hak arayışına koyulmak bu arayışın sahibini sonuçta şiddet kullanmayı uygun görme anlayışına götürür. Oysa ki Kur’an’da da, Peygamberin örnekliğinde de şiddete, zorla kabul ettirmeye veya baskı ile yaşatmaya ve (hakkı yaşamadan) hak aramaya asla yer yoktur. "...Gerçek şu ki, insanlar kendi iç dünyalarını değiştirmeden Allah onların durumunu değiştirmez...." ( 11/Rad -11) Kuvvet ve şiddet yoluyla değişim ve düzelmenin mümkün olamayacağını idrak edemeyenlerin, İslam adına ortaya koydukları eylemler, İslamı, insanların nezdinde mahkum etmektedir. Diğer yandan güya kaba kuvvet ve şiddet karşıtı olduklarını iddia eden konsül üyesi kimi "Müslümanların", bu yanlışı da bahane ederek, ulusal ve uluslararası diyalog toplantılarıyla güya İslamı temize çıkarmak adına onu ruhbanlaştırmaları da en az terör kadar, şiddet kullanmak kadar İslama zarar vermektedir.
Bazen insan "batılın" "Hakk" geldiği zaman ortadan kaybolacağını düşünmediği için, "Hakk’ı" tebliğ etmek ve onu hakim kılmak yerine "batıl’ı" şiddet yoluyla ortadan kaldırmayı düşünür. Ve nefsi bu yolun daha kolay olduğunu telkin eder.
Hz.Peygamberin iktidara "şiddet" yoluyla değil, ilahi yasalara teslim olmak ve onları uygulamakla eldiğini, her nedense kabullenmeye yanaşmıyoruz."
İslam, tüm nesillere ve çağlara Kur’an’daki biçimiyle sunulmalıdır ki: onu kabul eden neyi kabul ettiğini, onu reddeden de neyi reddettiğini bilerek seçimini yapsın. İslam adına ortaya konan, ancak İslamla ilgisi olmayan bir şeyi reddeden; reddettiği şeyi İslam sanarak reddettiği için,gerçek İslamı bulması da bir açıdan engellenmiş olunmaktadır.
Uzlaşma yanlısı olan zihniyetin, İslamdan yana problemi var demektir. İslamı Kur’an’daki biçimiyle algılamamış demektir. İslam bir bütündür ve en mükemmel hayat nizamıdır. Deyim yerinde ise İslam, güneş ışığının mum ışığına olan üstünlüğü gibidir. Güneş ışığını görmeyecek kadar körleşenler, onu mum ışığıyla uzlaştırmaya çalışıyorlar. İslamın en mükemmel hayat nizamı oluşundan ve diğer bütün düşüncelerden üstünlüğünden kuşku duyuluyorsa; onu olduğu gibi ortaya koymayla ancak en güzel şeyin ortaya konulmuş olunacağına inanılmıyorsa, o zaman dileyen dilediğiyle uzlaşsın!
Şu gerçek bilinmelidir ki: problem İslamda değil, onu temsil etmededir. Ve problemi gidermeye, yani İslamı gereğince temsil etmeye(yaşamaya) çalışmak yerine; "mevcut halimizle" islamı temsil etmeyi sürdürmek istediğimizden, sonuç kaçınılmaz olarak uzlaşmayı gerekli kılmaktadır. Diğer bir deyimle İslama uymayı değil, onu kendimize uydurmayı tercih etmiş oluyoruz. Ve bu tercih, "birlikte yaşamak", "ortak proje", "sivil toplum" vb. zeminlerde ifadesini bularak bu arayışın sahibini, "belirleyici gücün" hakimiyetine sokmaktadır. Uzlaşmayı amaçlarına kavuşmak için bir araç olarak görenlerin sonuçta amaçları araca dönüşmektedir. Araç amaca uygun olmadığı zaman sonuç kaçınılmaz olarak böyle olur. Bu bakımdan "İslam davetçisinin en önemli görevi, karşı tarafa, kendini suçlayacak hiçbir açık-gedik bırakmayacak şekilde çağrısını çok net bir üslupla ortaya koymaktır. Hatta onu suçlamak için ısrarla üzerine gidecek olsalar dahi, davet ettiği ve uğrunda canını vermekle şeref duyduğu düşünceden başka bir şeyle suçlanmamalıdır."
Evrenin sahibi ve düzenleyicisi olan Allah, insanın ve onun hayatının da sahibidir. Kulun Allah’a, sana inanıyorum fakat benim hayatıma karışmanı istemiyorum deme gibi bir hakkı olamaz. Kul, hayatını Kur’an’a göre düzenleme sorumluluğundadır. Ve insanın sorumluluğu gücüyle sınırlıdır. Allah kimseden gücünden fazla bir şey istememektedir. Bu sorumluluğun içinde zorla dünyayı değiştirmek olmadığı gibi; zorla inandırmak ve yaşatmak da yoktur. İnsanı Allah’tan daya iyi kimse tanıyamaz. Onun gücünü, kapasitesini, yaradılışına en uygun olanını ve ihtiyaçlarını Allah’tan daha iyi kimse bilemez. Ve ona en uygun yaşam biçimini de ancak onu yaratan belirlemiştir. Uzlaşma, belirlenmiş bu yaşam biçiminde değişikliğe razı olmak demektir. Bu da insanın ifsat edilmesidir. Yapısı ifsad edilmiş insanlardan oluşan dünyamızda, insanlığın nasıl canavarlaştığı, sömürü ve zulmün dünyayı nasıl cehenneme çevirdiği apaçık ortadadır. Uzlaşmaya taraf olmak bu gerçeği görmemek demektir.
Unutulmamalıdır ki, egemen güçler ,küreselleştirdikleri dünyada dine, zulme ve sömürüye katkı sağlasın diye yer vermektedirler. Bugünün dünyasında, dine ve dinin bazı değerlerine yer verilmesinin gerçek nedeni budur. Dinsiz yaşanmayacağı ve onu tamamen yok etmek mümkün olmadığı için, ona biçilen rol, insanı mevcut sisteme uyumlu hale getirmektir. Dine verilen değer ve görev bu olunca; böyle bir yaklaşımla uzlaşmanın ve hoşgörünün din adına gösterilmesi demek, aslında dinin egemenlerin hizmetine girmesi ve adım adım zulme ortak yapılması demektir. Oysaki dinin gerçek amacı yeryüzüne adaleti, kardeşliği, güveni ve barışı hakim kılmaktır...
Bugünün dünyasında, İslamın orijinal haline asla yer verilmek istenmemektedir. "Sen onların inanç sistemine uymadıkça ne Yahudiler ne de Hristiyanlar senden memnun olmayacaklar. De ki: "Dinleyin! Allah’ın rehberliği tek doğru rehberliktir". Ve doğrusu, sana ilim geldikten sonra onların sapık görüşlerini takip etmeye devam edersen ne seni Allah’ın elinden alacak bir kimse bulursun, ne de bir yardımcı (2/ Bakara –120) Hatta pratiği tamamen dejenere edilmiş bu haliyle dahi İslam, tehdit unsuru ve potansiyel bir tehlike olarak görülmektedir. İslamın bertaraf edilmek istenmesi (ne kadar gizlenilmeye çalışılmak istense de) yeni dünya düzenin en büyük hedefidir. Bu amacı gerçekleştirmede en büyük katkı, uzlaşmayı gerçekleştirmek isteyen "konsül" türü çalışmalardan gelmektedir.
Bu gerçeğin bilincinde olanların gösterdikleri tepkilerden rahatsız olanlar, onları, asmak-kesmek, yok etmek-öldürmek, şiddet ve zorbalık taraftarı olmakla suçlayarak/tanımlayarak susturmak, kötü göstermek istenmektedirler. Oysa ki uzlaşmayı reddetmek, şahsiyetli ve izzetli bir duruşun sahibi olmak; kulluğu yalnızca Allah’a has kılmak düşüncesinde olan bir kimsenin, teröre, şiddete ve zorbalığa yönelerek, Allah’ın çizdiği yolun dışına çıkması mümkün değildir. Çünkü bu yolda şiddete, zorbalığa yer yoktur. Bütün insanlığın kurtuluşu için iman ve sabırla çalışmak vardır. Bu dinin önderi bütün hayatını insanlığın kurtuluşuna adamamış mıydı? Yaşadığı onca çile, çektiği onca ızdırap ve yerini-yurdunu terk etmek, taşlanmak, yaralanmak ta dahil onca eziyet insanların kurtuluşu için; onların dünya ve ahiret saadeti için değil miydi? İslam: yok etmenin değil, var etmenin; öldürmenin değil yaşatmanın yoludur. "Bu yüzden Biz İsrailoğulları’na bildirdik ki,-cinayetin ve yeryüzünde fesadı yayma(nın cezası) olarak işlenmesi dışında - eğer bir kimse bir insanı öldürürse bütün insanlığı öldürmüş gibidir; ve bir kimse bir hayat kurtarırsa bütün insanlığı kurtarmış gibi olur." (5/Maide – 32)
Yolu Allah’ın yolundan daha iyi olan kim olabilir ki? Bu yolda, dileyen inanır, dileyen inkar(küfr) eder; dileyen dilediği şeye inanmak hakkına sahiptir ve bu hak her türlü güvence altındadır. Ancak karşı tarafa bu hakkı tanımayı, uzlaşmayla karıştırmamak gerekir. Herkes "kendisi" olarak kalabilir. İsteyene istediğini seçme hakkı vermek ayrıdır, seçtiği şeyi meşru görmek ayrıdır; seçilen şeyi meşru görmek yanlışı onaylamaktır.
"Hoşgörü" ve uzlaşma İslami kavramlar değildirler. Sanki İslam beşeri bir ideoloji, bir kuram veya tepkisel bir hareketmiş gibi, insan zihninin bir ürünüymüş gibi diğer ideoloji ve kuramlarla aynı platformda tartışma ve uzlaşma konusu edilmektedir. Oysa ki Kur’an, uzlaşmaya yer vermemektedir. Kur’an’a göre İslamın dışındaki bütün sistemler batıldır. Bu bakımdan uzlaşma şirk kapsamında değerlendirilmektedir. Zira Allah’ın hükmü ile birlikte başka hükümleri de geçerli saymak, Kur’an’ın suç saydığı bir cürümdür. "Fakat, gerçek onların arzu ve emellerine uyacak olsaydı,şüphesiz gökler ve yer içindekilerle beraber yıkılır giderdi. Oysa, biz (bu ilahi mesajda) onlara akılda tutmaları gereken her şeyi ulaştırdık; ne var ki, kendilerine bahşedilen bu hatırlatıcı mesajdan (umursamazlıkla) yüz çevirdiler!" (Mü’minun- 71)
Bir yandan tarihselcilik, reformculuk, tasavvuf gibi batı düşüncesi kökenli anlayışların, kültürel kuşatması, diğer yandan cahiliyeden kalma veya sonradan din adına uydurulan bidat ve hurafelerle Müslümanların zihni yapısında meydana gelen dejerenasyonla, bugün İslamın gerçek düşmanı, Müslümanların İslam hakkındaki düşünceleri, daha kısa bir ifadeyle "Müslümanların" kafasındaki İslam mefhumu olmuştur.
"Taviz temelinde, itikadı ve ilkesel alandaki uzlaşma, sonuç itibariyle sosyal tavır ve tercihlere de yansır. Uzlaşma; vahiy dışı inanç, kültür ve alışkanlıklarla bir arada yaşamaktır ki; bu inanç duygu ve eylem alanlarının bölünmesi anlamına gelir. Uzlaşma vahiy mesajının parçalanmasıdır."
Dikkat edilirse üzerinde uzlaşılmak istenen konular, dinin ruhbanlaştırılmasını sağlayacak veya dejenere olmasına neden olacak konulardır. Amaç dinin belirleyiciliğini yok etmektir. Ayrıca belirleyici gücün kendisine göre olmazsa olmazları vardır ve hiçbir zaman bu "olmazsa olmazlarında" uzlaşmayı söz konusu etmez. O halde uzlaşmanın temelinde yatan gerçek, belirleyici gücün karşı güç üzerindeki egemenliğini pekiştirmektir.
Sonuç olarak:
"De ki: Biz,Allah’ın yerine bize ne faydası dokunan ne de zarar verebilen şeylere mi yalvaralım? Ve Allah bizi doğru yola ilettikten sonra topuklarımızın üzerinde gerisin geri mi dönelim? Tıpkı kendisini doğru yola çağıran arkadaşları (uzaktan) ‘Bizimle gel!’ diye seslendikleri halde şeytanların ayartmasına kapılıp dünyevi zevkler peşinde körü körüne koşturan kimse gibi (mi olalım?)’"(En’am- 71).
Kaynak : www.kuranislami.com
- Ümmet
- Politik ve Ekonomik Bir Enstrüman Olarak "Holokost"
- Filistin davası, kavramlar çerçevesinde konuşuldu
- Hamd sadece âlemlerin Rabbinedir
- Modern İnsan, Biz Müslümanlar ve “Hayvan Hakları”
- İSLÂM'A GÖRE İLİM VE İLMİN ÖNEMİ - Asım ŞENSALTIK
- Hicretin anlam ve kapsamı üzerine
- Politik ve ekonomik bir enstrüman olarak “Holokost” kavramı
Makaleler
Hava Durumu