"Tevhidin olmadığı yerde adalet olmaz"
Kur'an'a Davet Platformunun "Kur'an ve Adil Toplum" üst başlığıyla düzenlediği panelde "Tevhidin olmadığı yerde adalet olmaz" vurgusu ön plana çıktı.
25-06-2013
Kur'an'a Davet Platformu'nun tertip ettiği, "Kur'an'a Davet Panelleri"nin dördüncüsü, Kalem-Der’in organizasyonuyla 22 Haziran Cumartesi günü, İstanbul Ümraniye Cemil Meriç Kültür Merkezi'nde gerçekleşti.
Asım Şensaltık'ın oturum başkanlığı yaptığı panelde, İlmi ve Kültürel Araştırmalar Vakfı (İLKAV) Genel Başkanı Mehmet Pamak ve Gazeteci Yazar Hamza Er konuşmacı olarak katıldı.
Kalkan: Bütün Problemlerin Başında Kur'an'ı Hayata Geçirmememiz Gelmektedir
Programın açılış konuşmasını Kalemder istişare kurulu başkanı Ahmed Kalkan gerçekleştirdi. Ahmet Kalkan, Taksim Gezi Parkı'ndaki işgallerin sadece işgal olmadığını vurgulayarak şunları söyledi: "İşgal sadece 15 günlük Taksim işgali ya da ülkelerin işgali ile bitmiyor. Evlerimiz, sokaklarımız, gönüllerimiz, zihinlerimiz hemen her şeyimiz işgal altındadır. Kur'an'ı yaşamadığımızın cezasını çekiyoruz. Bireysel sosyal hukuki her alanda yaşamamamız dünyada bile ağır ceza kesiyor. Bütün problemlerin başında Kur'an'ı hayata geçirmediğimiz, hâkim kılmadığımız esası yatıyor. Kur'an'ı anlama ile birlikte doğru dürüst yaşayıp, nasıl yaşayacağımızı anlatan programların tertip edilmesi boynumuza borçtur"
Ahmed Kakan, Kur’an’a Davet Platformu'nun bu amaç için Davet panelleri gerçekleştirdiğini ifade etti.
Daha sonra oturum başkanı Asım Şensaltık ilk sözü "Kur'an'da Tevhid ve Adalet" konulu sunumunu yapmak üzere Hamza Er'e verdi.
Hamza Er: Tevhid ve Adalet birbirinden kopartılamaz
Tevhidin sözlük anlamını vererek konuşmasına başlayan Hamza Er, birlemek, tekleştirmek, bir şeyin tek olduğu hakkında hüküm vermek olan tevhidin terim olarak; Allah’ı zâtında, sıfatlarında, isimlerinde ve fiillerinde tek kabul etmek, eşi ve benzeri olmadığına iman edip ibâdet ile de O’nu birlemektir. Yani ibâdeti O’ndan başkasına yapmamak ve yalnız O’na tahsis etmektir dedi.
Tevhidin sadece kuru fikrî, nazarî ve zikri bir akide olmadığını, eyleme yönelik, pratik çözüm yolları sunan bir sistemi de içinde barındırdığını belirten Er, tevhid kavramının, insanları kullara kul olmanın pençesinden kurtularak yalnız Allah'a kul olmaya yöneltmek ve bunun tabii neticesi olarak da Allah’ın hâkimiyetini kabul etmek; Allah’ın egemenliğinin dışında her gücü, sultayı, otoriteyi, sistemi, fikri, ideolojiyi, dünya görüşünü, hâkimiyet/egemenlik iddiasında bulunan her şeyi reddetmek anlamlarını da içermekte olduğunu söyledi.
Hamza Er, Kur’ân-ı Kerim’in baştan sona kadar tevhidden söz ettiğini, bütün peygamberlerin temel mesajının tevhidi çizgiyle ilişkili olduğunu, Allah’ın elçilerinin, insanlar üzerinde tahakküm kurmuş, Rablik taslayan, onları kendi heva ve arzularına göre ortaya koydukları değerlere itaat etmeye zorlayan egemenlere karşı ses çıkarmak, kıyam etmek, onların karşısında durmak için gönderildiklerini, hem o idarecilere, hem de o idarecilere isteyerek veya istemeyerek teslim olmuş, itaat etmiş halka, “yegane Rabbiniz Allah’tır o halde kulluğu sadece ona yapın” çağrısını yaptıklarını, nübüvvetin temelinin, ana amacının da bu olduğunu ifade etti.
“Senden önce hiç bir elçi göndermedik ki, ona şunu vahyetmiş olmayalım: "Benden başka ilah yoktur, öyleyse bana ibadet edin." (21/Enbiya 25)
Daha sonra Tevhid’in panelin temel konusu olan Adaletle ilişkisine değinen Hamza Er, kendisiyle Adaletin sağlanacağı tek ölçünün Allah’ın hükmü olarak bilinmesinin zorunlu olduğunu söyleyerek, Tevhid ve Adalet’in et ve tırnak gibi birbirinden kopartılamayacağını ifade etti. Er, yalnızca, sadece Allah’ın emrine teslim olunduğunda Adaletin sağlanabileceği bilinmeli, üretilmiş kuralların, kanunların, sözde tecrübelerin mutlak adaletin temsilcisi olamayacağı fark edilmelidir diyerek Tevhid ve Adalet arasındaki kopmaz bağa işaret etti.
Hamza Er, “Tevhid, dengedir, itidaldir. Tevhid, hem bireyin kendi davranışlarında ve insanlar arası ilişkilerinde ve hem de yönetimin tüm alanlarında adâleti sağlar. Şirk en büyük zulüm olduğu (31/Lokman, 13) gibi, Tevhid ve Allah’ın indirdiğiyle hükmetmek de adâlettir. Adâlet tevhidle bağlantısız şekilde, Allah’ın hükmünün dışında gerçekleşemez.” dedi.
Allah’ın insana Adaletli olmayı, davranmayı farz kıldığına da değinen Er, Nahl suresi 90. Ayeti ışığında konuyu delillendirdi:“Hiç şüphe yok ki Allah adil davranmayı, iyilik yapmayı ve yakınlara karşı cömert olmayı emreder.” (16/Nahl 90)
Günümüz de tartışma konusu haline getirilen Adaletin kaynağı meselesine de değinen Hamza Er şunları söyledi:
“İslâm adâletinin kaynağı, insanlığa tebliğ edilen ve bütün câhiliyye toplumlarını ışığa, kurtuluşa, şahsiyet ve medeniyete kavuşturan Kur’ân’dır. Müslümanlar Kur’an’ı Kerîm ile hüküm verir, eşya ve hâdiseleri Kur’ân ölçüsü dâhilinde değerlendirirler. İslâm adâleti, bütün yüceliğini ve erişilmez uygulamalarını Kur’ân gerçeğinden almıştır.
İslâm, adâleti mülkün bekâ esası kabul etmiş ve titizlikle Hakk’ı korumaya gayret etmiştir. Adâlet, Allah’ın sevdiği, övdüğü bir vasıf olduğu için Allah defalarca adâleti emretmiş ve adâletin pratik örneklerini vermiştir. Üstelik İslâm adâleti, sadece müslümanlar arasında geçerli bir hüküm, kâide ve esas değildir, bütün insanlar için yürürlükte olan bir kanundur. Kur’ân’a dayanan adâlet, kişilere göre değişmeyen, objektif ve evrenseldir. Beşerî zaaflardan uzaktır. Bu yüzden Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmeyenler kâfirlerin, zâlimlerin ve fâsıkların ta kendileridir.(5/Maide 44,45,47) Dolayısıyla Kur’ân ahkâmı ne kadar uygulanmaya çalışılırsa o derece âdil, ne kadar da Kur’ân ve hükümlerinden uzaklaşılırsa o derece zâlim olunur, dünya ve âhiret mutluluğu hebâ edilmiş olur.”
Daha sonra Adalet kavramının tanımını yapan Hamza Er, Adaletin bir işi yerli yerine koymak, her şeyi yerli yerinde yapmak, hak sahibine hakkını vermek, hak ve hukuka uygunluk, doğru ve yerinde olmak anlamlarına geldiğini ifade etti. Hak edene hak ettiğini hak ettiği ölçüde Hakk’ın hükmü doğrultusunda vermenin adının adâlet olduğunu vurgulayan Er, “İnsan-eşya ilişkilerini, insanların birbirleriyle olan münasebetlerini ve insanın devletle olan alâkasını, Allah’ın indirdiği hükümlere göre düzenlemeye adâlet denir. Bu, bir anlamda Allah’ın emrini, emrettiği şekilde yerine getirmektir.” dedi.
Adaletin kapsamının geniş olduğunu belirten Er, “davranışlarda, hüküm ve karar vermede, insanların haklarını ödemede, sevmede ve iyilik göstermede, yönetim işlerinde, eğitimde, iş hayatında, komşuluk ilişkilerinde vahyin ölçülerine göre davranmak, zararı bize dokunsa da doğru kararı vermek adaletin göstergesidir” dedi.
Kapsamı bu kadar geniş olan adâletin uygulama sahasının da geniş olduğunu söyleyen Hamza Er, Adaleti sadece hukuk alanında, mahkemelerde düşünmenin yanlış olacağını, Adil bir İslam toplumu, devleti arzu edenlerin onu hak edecek yaklaşımların içerisinde bulunmaları gerektiğini, ahlak ve davranışlarında, insanların işlerini yürütürken ya da hakları sahiplerine verirken dengeli olmayan, cemaat ilişkilerinde insaf ölçüsünde hareket etmeyenlerin eliyle Allah’ın Adil bir toplumu inşa etmeyeceğinin bilinmesi gerektiğini hatırlattı.
Hamza Er daha sonra Allah’ın yaratmasında ve Ahiretteki yaklaşımıyla ilgili Adalete değindi:
“Allah Teâlâ işlerinde hikmet, hükümlerinde adâlet sahibidir. Kur’ân’da bazı âyetler, gerek insan üzerindeki gerekse kâinattaki işleyişte bulunan uyum, ahenk ve estetik görünüme, dolayısıyla Allah’ın yarattıklarında tecelli eden eksiksiz adâletine işarettir. (bkz. 55/Rahman 1…30 – 15/Hicr 19…23)
Allah, adâlet sahibidir. Bu dünyada zâlimler olduğu gibi hakkı elinden alınmış, haksızlığa uğramış mazlûmlar da vardır. Eğer herkesin hakkını alacağı bir âlem yok ise ve ölüm ile hayat tamamen sönüyorsa, böyle bir dünyayı yaratan Allah, onu dengesiz ve adâletsiz yaratmış olur. Oysa kâinatta denge vardır. Kâinatta kanunsuz, dengesiz, düzensiz hiçbir şey yoktur. Herşeye bir denge ve adâlet hâkimdir. Görünen dünyada bu denge ve adâlet tam gerçekleşmiyor. Öyleyse ilahî adâletin tam gerçekleşeceği, haklının hakkını alacağı, haksızın da cezâsını göreceği görünmez bir âlem vardır. İşte o âlem, bedenden ayrılan rûhun gideceği âhiret âlemidir. Orada zerre kadar zulüm görmeyeceklerdir. Herkes yaptığının karşılığını alacaktır. “Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu görür. Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu görür.”
Allah’ın verdiği cezâ da adâletlidir. “Süphesiz ki Allah insanlara hiçbir şekilde zulmetmez, fakat insanlar kendilerine zulmederler.”
“İyi işler yapanlara daha güzeli; bir de fazlası var; yüzlerine ne bir kara bulaşır, ne de aşağılık. Onlar cennet ehli, hep orada ebedî kalacaklardır. Kötülükler kazanmış olanlara gelince, kötülüğün cezâsı misliyledir ve onları aşağılık kaplar; Allah’tan kendilerlnl kurtaracak yoktur; sanki yüzleri gece kaplanmış kapkaranlık! Onlar cehennem ehli olup hep orada ebedî kalacaklardır.” (10/ Yunus 26,27)
Hamza Er konuşmasının 2. Bölümünde özetle şu mesajları verdi:
- Cehalet kentlerinde yaşayanlar gerçek adaleti hiçbir zaman göremediklerinden zulüm sistemlerinin bir takım iyileştirmelerini adalet zannederek memnun olurlar. Onların durumu hürlüğü tam manasıyla tanımayan kölelerin elde ettikleri küçük kazanımlar gibidir. Oysa bu toplumlarda terazinin ibresinin nerede duracağına gücü elinde bulunduranlar karar verirler. Bu ise hiçbir zaman mutlak adaleti sağlayamaz.
- “İşte onun için sen (tevhîde) davet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Onların heveslerine uyma ve de ki: Ben Allah'ın indirdiği Kitab'a inandım ve aranızda adâleti gerçekleştirmekle emrolundum. Allah bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim işlediklerimiz bize, sizin işledikleriniz de sizedir. Aramızda tartışılabilecek bir konu yoktur. Allah hepimizi bir araya toplar, dönüş de O'nadır.” (42/Şura 15)
Ayette görüldüğü üzere Peygamber’in adâlet sıfatını kazanabilmesi, daveti yani risâlet görevini yerine getirmesi, bu konuda insanların keyfi istek ve arzularını hesaba katmadan ilâhî emirlerin gösterdiği şekilde doğru olması ve Allah’ın önceki kitaplarda bildirdiği ebedî gerçeklere inanması şartına bağlanmıştır.
- “Allah size emanetleri, onları taşıyabilecek olanlara yüklemenizi ve insanlar arasında hüküm verirken adalete uygun hüküm vermenizi emreder. Allah size ne güzel öğüt veriyor! Hiç kuşkusuz Allah işiten ve görendir.” (4/Nisa 58) ayetinde adaletle hükmedilmesi emredilmekte bir sonraki ayette bu hükmün kaynağına işaret edilmektedir:“ Ey müminler, Allah'a itaat ediniz; Peygambere ve sizden olan devlet yetkililerine de itaat ediniz. Eğer gerçekten Allah'a ve ahiret gününe inanmışsanız herhangi bir konuda anlaşmazlığa düştüğünüzde o meselenin çözümünü Allah'a ve Peygamber'e havale ediniz. Bu sizin hesabınıza en hayırlı ve en iyi akıbet vaad eden bir tutumdur. İşte yüce Allah bu değişmez ölçüyü bizzat ortaya koyuyor.” (4/Nisa 59)
İnsanlar için ortaya konan bu ilâhi ölçü, emanet ve adalet de dahil olmak üzere bütün değer yargılarına, bütün hükümlere ve hayatın bütün alanlarına ilişkin faaliyet türlerine değişmezlik ve istikrar kazandırmaktadır. Bu ayetlerde Allah bir yandan imanın şartını ve İslâm'ın tanımını açıklarken aynı zamanda müslüman toplumun temel düzenini, egemenliğin dayanağını ve siyasî otoritenin kaynağını da belirlemektedir. Hükümler sırf yüce Allah'tan alınacaktır. Kuşaktan kuşağa ve toplumdan topluma değişen sosyal hayatın dalgalanmaları sırasında ortaya çıkacak olan ve haklarında Kur'an'da ve sünnette kesin kanıt bulunmayan; kendileri ile ilgili değişik yargılar, değişik görüşler ve farklı yorumlar ileri sürülen ayrıntılı meselelerin çözümü yüce Allah'a havale edilecek; böylece değişmez bir ölçü, oynamaz bir kriter elde edilecektir.
“Yarattıklarımızdan, hakka yöneltip-ileten ve onunla adaleti kılan (uygulayan) bir ümmet vardır.” (7/Araf 181) ayetini okuyan Hamza Er, bizleri yaşadığımız çağda Tevhid ve adaletin şahitliğini yapan ve adaletin temsilcileri olabilmeyi başaran mü’minlerden eylemesi için Allah’a dua ederek konuşmasını sonlandırdı.
Pamak: Müslümanlar Seküler Hayata Eklemlendiler.
Panelde ikinci olarak Mehmet Pamak söz aldı.
İLKAV başkanı Mehmet Pamak, “Kur’an’sız Adalet Arayışları ve Güncel Yansımaları” adlı bir sunun gerçekleştirdi. Gelinen noktada kimi Müslümanların bütün dinlere eşit mesafedeki bir yaklaşımın adalet olduğunu söylemlerine taşıdıklarını ifade eden Pamak, sözlerine şu şekilde devam etti:
“Ülkemizde ve bölgemizde bir yandan baskıcı despot, darbeci askeri vesayet rejimlerine, sömürücü, kan dökücü diktatörlere, zalim monarşilere karşı değişim istekleri ve tepkiler yükselirken, bir çok ülkede mazlum halkların ayaklanmaları gündem olurken, bir yandan da hem dışarıdan hem de içeriden çabalarla Müslüman halklar ve İslam algıları dönüştürülmeye, küresel kapitalist sisteme eklemlenmiş, bireysel ibadetler alanına çekilip siyasi, toplumsal ve kamusal alana dair iddialarından vazgeçerek Protestanlaştırılmaya çalışılmaktadır.
Modernitenin ürettiği siyasi, ekonomik, hukuki sistemleri evrensel modeller olarak kabul edip, modern seküler paradigmanın ürettiği liberal-kapitalist ve sosyalist materyalist ideolojileri ve bunlara ait laik-demokratik modelleri önemseyip, bunların karşısında içine düştükleri kompleksli anlayışla kendilerini bu modellere nispet ederek tanımlama ihtiyacı duyan, İslam’ı bunlardan birisine eklemlemeye meyletmiş sentezci anlayışlar ileri sürülüyor.
“Demokratik, liberal İslam” ya da “İslami sol” gibi sentezci anlayışlarca, “bütün dinlere eşit uzaklıkta duran, bütün dinlerden soyutlanmış, hak-batıl uzlaşmasına dayanan, ‘ortak iyi’nin hâkimiyeti adı altında kamu alanını hak ve batıl bütün dinlerin ortak yönetimine tahsis eden devlet” anlayışı oluşturarak, rejimi İslami olmayan ve gayri Müslimlerce de yönetilebilen bu devlet anlayışının İslam toplumunun devleti olabileceği iddia ediliyor.
Müslümanlarca ya da gayrimüslimlerce yönetilebilen gayri İslami rejimlerin de adaleti sağlayabileceğini, Müslüman ya da gayrimüslimlerce yönetilen ve Kur’an hükümlerini esas almayan laik devletlerin Allah’ın muradı olan adaleti tesis edebileceğini iddia eden söylem ve projeler gündeme getiriliyor.
Halbuki, tevhidi uyanış süreci kadroları pragmatizme, dünyevileşme ekseninde komformizme, rehavete ve gönüllü sekülerleşmeye savrulmadan, küresel kapitalist sistemin yerli ve küresel dönüştürme çaba ve projelerini doğru okuyup istikameti korunabilseydiler, ülkede ve bölgede askeri vesayetin, diktatörlerin tasfiye edilerek görece özgürleşmenin sağlandığı bu süreç İslami mücadele ve Kur’ani mesajın daha fazla insana ulaştırılması bakımından çok hayırlı olabilirdi. Bu sürecin sağlayacağı görece özgürlük ortamında, baskı ve zulmün zirve yaptığı dönemde korudukları gibi tevhidi bilinç ve istikametlerini koruyabilselerdi, dünya ve ahret saadetine ulaşmak için tek kurtuluş yolu olan Kur’an’ın karanlıklardan aydınlığa çıkarıcı, sömürü ve zulümden adalete ulaştırıcı mesajını, adalet arayışı içindeki bölge ve dünya insanlığına modelleştirerek sunabilirlerdi. Ancak ellerinde ve zihinlerinde Kur’an bilgisini taşıyan, cemaat önderleri, yazarlar, kanaat önderleri, hatta meal ve tefsir yazarları bile istikameti korumak yerine, çeşitli dünyevi kazanımlar için ürettikleri maslahatlarla pragmatizmin çürütücü girdabında savrulmayı tercih ettiler.”
Ortadoğu da ki gelişmelere de değinen Pamak, Ortadoğudaki gelişmelerin hiçte iyiye doğru gitmediğini, emperyalist devletlerin siyasi, ekonomik ve askeri güçlerini kullanarak buralarda da Türkite örneği benzeri seküler modellerin egemen kılınması için çaba sarf ettiklerini ve bölge Müslümanlarının da farklı endişe ve kuşatılmışlıklar altında bunlara uyumlu söylemlere doğru kaymalar yaşadığını ve böyle giderse Allah korusun temel İslam’i ilke ve değerlerden hızla uzaklaşılma sirkinin giderek artmasından endişe ettiğini ifade etti.
Gezi parkı olaylarına da değinen Pamak, son olaylarda da gördük ki, Müslümanlardan kimilerinin eylemcilerin yanında yer aldıklarını, kimilerinde duygusal hareket ederek hükümetin yanında yer aldıklarını, bunun İslam’ın adalet anlayışıyla bağdaşmadığını ifade ederek şunları söyledi:
“Son zamanda Türkiye’de yaşanan olaylar sürecinde, sokağa çıkanlar İslam düşmanı darbeciler, emperyalist güç odakları kullansalar da, tahriklerle zalimleşip vandalizmle her yanda terör estirseler de, büyük çoğunluğu genç olan bu insanlar aynı zamanda bir arayış içindeler. En azından içlerindeki iyi niyetli ve kullanılan kesimin, tıpkı dünyanın her tarafındaki benzerleri gibi fıtri bir adalet ve özgürlük arayışı içinde olduğunu anlamak gerekiyor. Vahiyden kopuk olunca bu fıtri arayış yön bulmalarına ve doğruya, adalete ulaşmalarına yetmiyor ve sonuçta bu yönsüzlük ve ölçüsüzlük onları istismara, başka amaçlar için kullanılmaya müsait hale getiriyor. Bu sebeple de yıkıp yakmaya yönelik eğilimler ortaya çıkıyor.
Keşke Müslümanlar, tevhidi uyanış süreci bakiyesi kesimler, sistem içi iktidar ve rant kavgasının taraflarına yandaş olacak yerde, özgün Kur’ani örnekliği temsil ederek, arayış içindeki insanlara, gençlere alternatif olabilselerdi. Adil şahidlik sorumluluklarını güç birliği ile yerine getirip hayata müdahil olabilselerdi ve onlara aradıkları adaletin Kur’an mesajında olduğunun ete kemiğe büründürülmüş ahlaki, ilkeli örnekliğini sunabilselerdi. Bunun için bâtılın sistem içi koyu ve gri iki tarafından da uzaklaşıp, Allah’a ve kitabına sarılarak insanlık onurunun kurtulacağına, karanlıklardan aydınlığa ancak böyle çıkılabileceğine, zulüm, sömürü ve baskıdan kurtulup adalet vasatına ancak böylece ulaşabileceklerine dikkatlerini çekebilseydiler.
Ama yukarıda açıkladığımız sebeplerle, Müslümanlar bu süreçte tevhidi zindeliklerini kaybedip parçalandılar ve bir kısmı despotizmi, askeri vesayeti ve zulmü geriletme ve buna vesile olanların namaz kılan, eşleri başörtülü olmalarından kaynaklanan manevi duygusallıkla, kimileri bir takım imkanlara ancak bu iktidar vasıtasıyla ulaşmış, bazı çıkarlar elde etmiş olmanın pragmatizmi ve maddi duygusallığıyla, iktidarın politikalarının savunucusu ve destekçisi konumuna geldiler.
Bazıları da, zaten yıllardır bir kompleksle liberal ve sol kesimlerle ilkesiz ilişkiler kurarak, giderek kendilerini de onların seküler kavramlarıyla tanımlayarak değişim geçiriyor, bunların bazıları demokrasiyi içselleştirerek sadece entelektüel zeminde onlara eklemlendiler. Diğer bazıları da kendilerini doğrudan “ Müslüman sosyalist” ya da “anti kapitalist Müslüman” gibi eklektik, hak-batıl karışımı uyduruk kavramlarla tanımlamaya başladılar. Bu her iki kesim de zamanla özgün İslami kimliklerini bulandırarak, onlara örnek olmak bir yana, onları örnek almaya, onları da İslam akıdesinde uzak halleriyle Müslüman olarak görmeye başladılar. Dolayısıyla bu kesimler, baştan kimi iyi niyetli fıtri arayış içinde olan insanların varlığına rağmen, sonra tamamen darbecilerin, emperyalist kapitalist odaklarının senaryosu uygulamaya konmuşken, bütün bunları görmezden gelerek, abdestli ve abdestsiz sosyalistler, kimi işçi sendikalarıyla da el ele, küresel ve yerel büyük sermayenin, yani abdestsiz kapitalistlerin abdestli kapitalistlere karşı ortaya koydukları oyunda figüran olmak ahmaklığını gösterdiler. Üstelik abdestli sosyalistler, kimi İslami değerleri (Cuma namazı gibi) bile şov mahiyetinde abdestsiz sosyalistlerle birlikte amaçları uğruna kullanılacak bir malzeme konumuna düşürmekten çekinmediler.”
Mehmet Pamak, yine Tevhidi uyanış süreci bakiyesi kimi kesimlerin geldikleri noktayı gündeme getirerek, bu zümrelerin, “Dini çoğulculuk olmalı” “Çoğulculuk ilahi bir nizamdır” gibi anlayışlara kaydıklarını, Kitabı Kur’an ve önderi bütün peygamberlerle beraber Hz Muhammed (a.sv) olan Müslümanların, hak ile batılı birlikte hakikatin parçaları gibi gören, hakikatin tekliği fikrini tahrif eden bu tür anlayışları kabul etmesinin mümkün olamayacağını söyledi.
Son olarak da Kur’an’sız adalet arayışlarının güncel yansımalarına da, onlarca tevhidi kesim öncüsünden alıntılar yaparak değinen Pamak, Kur’an’dan, dolayısıyla da Allah’tan bağımsız bir adaletin mümkün olmadığını ifade ettikten sonra, Kur’an’sız adalet arayışlarına, çoğulculuk ve demokratikleşme söylemlerine kayan çevreler ile alakalı güncel örnekleri vahyin ölçüleriyle ilmi eleştiriye tabi tutarak konuşmasını şu ifadelerle tamamladı:
“Bugün kimi Müslümanların seküler devlet ve demokrasi modeline meyletmeleri karşısında, Rabbimizin Hakkı bâtıla üstün kılmak ve yeryüzünün Hak (adalet) ile yönetilmesini sağlamak için hak din İslam’ı ve onun kitabı Kur’an’ı inzal ettiğini bir daha hatırlamak ve hatırlatmak gerekmektedir. Kur’an’da açıkça ifade edilen ve Resulün ve ilk Kur’an neslinin hayatında apaçık örneklenmiş bulunan bu hakikate rağmen, neden kendimizi iki bâtıldan, despotizm ile demokrasiden yada kapitalizm ile sosyalizmden birisini seçmek zorunda görelim? Sadece ve sentezsiz bir Hakkı hâkim kılma mücadelesi imani sorumluluğumuz, omuzlarımıza yüklenmiş ilahi bir emanettir. Üstelik tüm insanların çıkarı da bunu gerektirmektedir. Çünkü yeryüzünde imtihan sebebiyle bulunan insanların, dünya ve ahiret saadeti bakımından gerekli olan ve alternatifi de olmayan tek sistem, Allah’ın hükmünü nihai otorite kabul ederek hakkı hâkim kılan, ayrım yapmadan Allah’ın tüm kullarına adaletle muamele eden İslami adalet sistemidir.”
Program son olarak sorulan sorulara verilen cevaplarla tamamlandı.
Kur’an’a Davet Panellerinin bir sonraki Programı “Ramazan ve Kur’an” üst başlığıyla 06. Temmuz 2013 Cumartesi günü HAYDER'in ev sahipliğinde İstanbul Fatih’te gerçekleştirilecek.
(Haber: Asım Şensaltık/Küremedya)
-
Muradi 26-06-2013 10:13
Hamza Er'le ilgili özette ruhun bedenden ayrılarak ahirete gideceği şeklinde bir cümle yer almış.Gaybi alana ait bu yoruma Kur'an'dan hiçbir delil bulunamayacağı için yanlış olduğunu belirtmek gerekir. İslamda ruh ve beden ayrımını ifade eden hiçbir delil yoktur. Yunan felsefesi ve doğu dinlerinden kaynaklanan etkilenmelerdir bunlar.
- Siyonazi çetesi, Gazze'de gıda yardımı bekleyen sivillere saldırdı: 150 maktul 1000 yaralı
- Gazze İle Dayanışma ve Şehadet Gecesine Dâvet
- Gazze İle Dayanışma ve Şehadet Gecesi'ne dâvet
- İktibas’a bu cumartesi Ali Kaçar konuk oluyor
- Gazze’ye Yardım Kampanyası
- Siyonist vahşet: İnfaz edip çöpe atmışlar
- Adana ve Mersin seyahatinden sadra düşenler
- Kur'an Nesli İlim Merkezi'nin çadır yardımları Gazze'ye ulaştı
Makaleler
Hava Durumu