3. Bölüm: Bu Dinin Tabiatı
İslâm, sabit bir merkezdir. İnsan hayatının - değişmez bir çerçevede - etrafında döndüğü bir merkez. Eğer insanlar bu çerçeveden çıkarsa, eğer insanlar bu merkezden tamamen koparsa - o zaman -onlar kim, İslâm kim?! İslâm dışı davranış ve eylemlerin İslâm'a mal edilmesi mümkün mü?! Bu davranışlarla İslâm'ı yorumlamaya kalkışmak mümkün mü? Doğrusu böyle bir durumda; yani İslâm hayat sisteminin dışına çıkıp onu bizzat yaşamamaları durumunda onları "Müslüman" diye nitelemek bile mümkün değildir. Çünkü onlara "Müslüman" demek, isimle Müslüman olmalarına veya ağızlarıyla kendilerine "Müslüman’ız" demelerine değil, İslâm hayat sistemini hayatlarında uygulamalarına bağlıdır.
13-11-2013
BU DİNİN TABİATI
Sürekli olarak ortalıkta dolaşan yalancı bir kuşku ve sitemkâr bir arayış vardır. Niye ey Rab?
Hak niye yaralı, batıl niye başarılı?
Hak ehli niye belâda, batıl ehli niye kurtuluyor?
Hak-batıl kavgasında hak niye mağlup, batıl niye galip?
Ganimetler niye batılın. Galip olması gereken hak değil midir?
Batılın bu baskınlığı neden?
Batılın bu kavgada başarılı çıkması neden?
Hele de bu, gönüllerin sarsılıp fitneye uğramasına neden olurken?..
Uhud savaşında Müslümanların hayret ve dehşetle; "Bu da nereden geldi?.." demesi, fiilen gerçekleşmiş bir olaydır...
Yüce Allah ise yorgun gönüllere huzur veren, bu yönden akla gelebilecek kötü düşünceleri gideren bir cevap veriyordu. Kanununu, kaderini ve tedbirini açıklıyordu. Düne, bugüne ve yarına yetecek bir cevaptı bu...
Batılın bir savaştan galip çıkıp belirli bir süre daha şişmeye devam etmesi, hiç şüphesiz Allah'ın onu kendi halinde bırakması demek değildir. Bu, batılın yenilmez nitelikte bir güç olması veya hakka kesin bir zarar vermesi demek de değildir. Hakkın her hangi bir savaşta belaya uğrayıp belirli bir süre zayıf kalması da, Allah'ın onu bırakıp unuttuğu veya onu yıkıp ortadan kaldırmak için batıla terk ettiği anlamına gelmez. Hayır!
Bu, olsa, olsa bir hikmet ve tedbirin gereğidir. Çünkü Allah, batıla mühlet veriyor. Yolun sonuna gitmesi, suçların en iğrencini işlemesi, günahların en ağırını işlemesi ve en şiddetli azabı hak etmesi içindir bu mühlet...
Hakkın da sınavdan geçmesi içindir...
İyiyle kötünün ayrılması, zorluklardan yılmadan yola devam eden kimselerin büyük mükafatlara erişmesidir bu sınavın amacı...
Şu halde bu sınav, hak namına bir kazanç, batıl namına da bir zarardır. Yani karşılıklı olarak artan bir kazanç ve zarar...
Bir kavga ki, Allah dilemiştir asıl davasının böyle olmasını...
Hak düşmanlarını - ilâhî azaba uğramadan - nimetler içinde yüzerken, zahiren de olsa güç, iktidar ve makamları ellerinde bulundururken görmek, bazı gönüllerde kuşkular meydana getirip fitneye düşmeye neden olabilir. Sonra bu kuşku ve fitne etrafta bulunan kimselere de bulaşabilir. Kalb ve akıllarda gezinen bu tür kuşkular yüzünden zayıf inançlı kimseler, Allah hakkında cahiliye zanlarına benzer hak dışı zanlara kapılırlar. Allah'ın hak ve batıl savaşına karışmadığını, hakkı batılın pençesine bıraktığını veya hakkın zaferiyle ilgilenmediğini sanırlar. Yahut batılın hak olduğu zannına kapılırlar. Yoksa derler kendi kendilerine:
"Allah, batılın büyümesine, yayılıp zafer kazanmasına ne diye karışmıyor?"
Ya da sanırlar ki, dünyadayken hakkı yenmek batılın özelliğidir. Hakkın ise, zafer kazanmak özelliği yoktur. Sonra sanırlar ki Allah, bu zalim, tağut, müfsit ve batıl perestlerin azgınlığına, fitne ve küfür yaymalarına izin veriyor. Çünkü yaptıklarının kendilerine kaldığını zanneden bu azgınlar, her şeyin kendilerinden yana işlediğine, kendilerini durduracak hiç bir gücün bulunmadığına inanıyorlar.
Gerçekte tüm bunlar boş kuruntulardır. Allah hakkında haksız zanlar beslemektir. Çünkü gerçek böyle değildir.
Bakın Yüce Allah, kafirleri, bu tür zanlar beslemekten sakındırıyor. Eğer Allah, direne durdukları küfür yüzünden onları hemen kapıvermiyorsa, eğer onlara belirli bir süre oyalanıp eğlenecekleri bir dünyalık hisse veriyorsa, eğer onları böyle bir sınavdan geçiriyorsa bu, sadece bir imtihandır. Kendilerine hazırlanmış sağlam bir tuzaktır. Onları yavaş , yavaş kapmak için verilmiş bir mühlettir:
"Kâfirler, onlara verdiğimiz mühleti, kendileri için hayırlı sanmasınlar. Biz, hiç şüphesiz daha da günah işlemeleri için onlara mühlet veriyoruz." (Al-i İmran: 178)
Demek ki, Allah'tan gelen bu bela (deneyim), bir nimettir. Allah'ın, ancak hayır dilediği kimselere vereceği nimet...
Eğer Allah, kendi dostlarına bir musibet vermişse, hiç kuşkusuz onlara hayır dilemiştir. Başa gelen bu musibet, dostlarının davranışından doğmuş olsa bile gene de bir hikmet, bir lütuf ve tedbir var, demektir.
Gaybani bir hikmet, ince bir tedbir ve mü'min dostlarına bir lütuf...
İşte böyle...
Gönüller huzura ve ruhlar sukunete kavuşuyor. İslâm'ın açık, şaşmaz ve dosdoğru düşüncesinin gereği olan temel gerçekler yerine oturuyor.
Yüce Allah'ın mü'minleri; saflarına karışan münafıklardan ayırması, sonsuz hikmetinin ve mü'minlere minnetinin bir gereğidir. Kötüyle iyiyi birbirinden ayırt etmek için onları, kendi düşünce ve davranışlarının sonuçlarıyla sınavdan geçirmesinin nedeni budur...
"Allah, mü'minleri elbette ki üzerinde bulunduğunuz karmaşık halde bırakacak değildir. Ta ki, kötüyle iyi (münafıkla mü'min ) birbirinden ayırt edilsin." (Ali İmran: 179)
Yüce Allah, hiç şüphesiz Müslümanların safını münafıklarla karışık bir halde bırakmayacaktır. Kalblerine imanın kokusu ve İslâm'ın diriliği girmediği halde zahiren Müslüman olduklarını söyleyen münafıkları tanıtıp "iman" iddiasının arkasına sığınarak aralarına karışmalarını önleyecektir.
Allah'ın İslâm ümmetinden istediği şey, evrensel ve büyük bir görevin yerine getirilmesidir. Mükemmel ilahi nizamın yüklenmesi; yeryüzündeki küfür vakasının değiştirilip yepyeni ve eşsiz bir düzenin kurulmasıdır. Bu büyük görevin gereğidir soyutlanma, arınmışlık, bağlılık ve belirginlik... Gereğidir safında boşluk, yapısında çürüklük bulunmamak...
İşte tüm bunlar Müslüman saffın uyanık olmasını gerektirmektedir. Çünkü bu saffın kötülükten arınması şarttır. Çürük taşları düşürmek için bir baskının uygulanması şarttır. Yabancı ve yaramaz unsurların ortaya çıkması şarttır.
Bundan dolayı Kur'an-ı Kerim, bu dinin metodunu çizip dava adamlarının izleyeceği yolu belirlemektedir:
1. İnsanlık hayatının ilahi nizamı olan bu dinin özelliği ve hayatla uygulanma yönteminde bilinmesi gereken; ama çoğu kez göz ardı edilen veya hemen anlaşılmayan temel bir gerçek vardır. Bu gerçeğin anlaşılmaması veya unutulması korkunç bir yanlışlığa neden oluyor. Yani bu dine yaklaşımda, gerçek yapısında, insanlık hayatındaki tarihsel realitesinde, dün, bu gün, ve yarın ki işleyişinde yapılan bir bakış hatası...
Bazılarımız diyor ki:
"Madem ki bu din ilahi bir hayat sistemidir; olağanüstü bir sihirbazlık yöntemiyle insanlık hayatına girmelidir."
Yani insanın doğal özelliği ve fıtri gücünü bir kenara atıyorlar. İnsanın maddî şartlarını göz ardı ediyorlar. Bu şartlar hangi kalkınma aşamasından geçmiş ve hangi ortamın ürünüdür, buna bakmıyorlar. Ama böyle bir yöntemle hayata geçtiğini de göremiyorlar. Çünkü İslâm, insanın güç ve pratik hayat şartları dahilinde gelir. İnsanla etkileşim içinde bulunan bu güç ve bu pratik şartlar zamanla belirli ve açık kalıplara girerler. Halkın uyumu oranında etkilerini de gösterirler bu arada. Kimi dönemlerde ise bu etkileşimin sonucu tersine olabilir. Bu durumda ise dinin sesine kulak vermeyen veya dosdoğru bir şekilde yola girmeyi düşünmeyen insan, alçaldıkça alçalır arzu ve şehvetlerin cazibesine kapılıp gider.
İşte "Allah'tan gelmiştir" diye bu dinin olağandışı yollarla çalıştığını görmeyince, bazılarımız hiç ummadıkları bir hayal kırıklığına uğruyorlar...
Yahut İslâm hayat nizamının ciddiyet ve pratikliğine güvenlerini kaybediyorlar. Yahut da dinden - mutlaka - bir kuşku duymaya başlıyorlar. Bu zincirleme hataların kaynaklandığı asıl hata ise; bu dinin tabiatını ve geliş yöntemini tanımamaktır. Veya bu basit ve temel gerçeği unutmaktır.
Bu din, insan hayatı için gelen bir sistemdir. Bu sistemin hayata geçip (iktidar olması), insanın gücü nisbetinde çalışmasıyla mümkündür. İşe başlama noktası; fiilen üzerinde bulunulan maddî hayat pratiğidir. Bu yürüyüş, yolun sonuna değin insanın normal güç ve çabası dahilin de devam eder. En son varabilecekleri yere, kendi güç ve çabasıyla varır.
Bu dinin en belirgin özelliği, insanın fıtratını, güç sınırını ve maddi hayat şartlarını hiçbir zaman hiçbir tasarıda ve hiçbir harekette göz ardı etmemesidir. Bir diğer özelliği de insanı hiçbir beşeri sistemde asla erişemeyeceği doruklara yükseltmesidir. Nitekim bazı dönemlerde bu durum fiilen gerçekleşmiştir. Demek ki bu sistem, ciddi bir çalışmayla tekrar hayata geçebilir. Çünkü bunun gerçekleştirilmesini engelleyecek hiçbir neden yoktur.
Ne var ki, tüm hata bu dinin tabiatını anlamamaktan veya unutmaktan doğuyor. Beşer realitesine dayanmayan, fıtratla çelişen ve insanı fıtratından, arzularından, yeteneklerinden, realitesinden ve gücünden soyutlayan "olağanüstü" halleri beklemekten doğuyor.
"Bu din, Allah katından değil midir?"
Hiç bir şeyin aciz bırakamayacağı Kadir Kuvvet'in dini değil midir?
Öyleyse neden sadece beşer gücü hududunda kalıyor?
Neden hayata geçmek için beşer çabasına gerek duyuyor?
Sonra neden hep yenmiyor?
Neden yandaşları daima kazanmıyor?
Neden şehvetlere, arzulara ve maddî hayat pratiğine – zaman, zaman - yenik düşüyor?
Tüm bunlar, dinin temel ve sade gerçeğini kavrayamamaktan yahut göz ardı etmekten ileri gelen soru ve kuşkulardır. Söz konusu olan da budur.
Yüce Allah hiç şüphesiz insanın fıtratını değiştirmeye kadirdir. Bu dinle veya başka bir yolla bu değişikliği muhakkak ki gerçekleştirebilir. İnsanı daha ilk başta başka bir fıtrat üzere de yaratabilirdi. Ama O, insanı bu fıtratıyla yaratmayı dilemiştir.
Hidayetin; ilgi gösterme, emek ve bilginin bir ürünü olmasını dilemiştir.
Fıtratının sürekli çalışır durumda olmasını, değişmemesini, erimemesini ve işlevsiz kalmamasını dilemiştir. Hayat için koyduğu sistemin, insan çabasıyla, insanın normal gücüyle gerçekleşmesini dilemiştir. İnsanın normal yaşam şartlarına göre harcayacağı çaba nisbetin de başarıya ulaşmasını dilemiştir. Bu bakımdan yaratıklarından hiç bir kimse;
"Allah, ne diye bunu dilemiştir." diye bir soru soramaz.
Çünkü yaratıklarından hiç kimse ilah olamaz. Sınırsız bilgi sahibi olamaz. Kainatın temel düzenini, bu düzenin varlık alemindeki canlılarla ilişkisini ve canlıların yaratılışını kendisine özgü bir tasarımla ötelerden yöneten gaybani hikmetleri kendi bilgisiyle kavrayamaz...
Şu halde bu konuda "Niçin?" sorusunu ne ciddi bir mü'min ve hatta ne de ciddi bir dinsiz sorabilir.
Mü'min soramaz; çünkü kalbini, niteliklerini ve varoluş nedenini bilen Rabbine karşı fazlasıyla edeplidir. Beşer kavrayışının bu alanda çalışamayacağını çok iyi bildiği için soramaz.
Bu soruyu bir kafir de soramaz; çünkü o peşinen Allah'ı reddetmektedir. Zaten eğer kafir Allah'ın ilahlığını kabullenseydi, tüm bunların Onun işi ve ilahlığının vazgeçilmez gerekleri olduğunu da kabullenirdi.
Öyleyse bu soruyu; ya ciddiyetsiz ve kaypak kimseler, ya da ilahlığın gerçek özelliğini bilmeyen kimseler sorabilir.
Bir kere ne dediğini bilmeyen kaypak kişiler, ne ciddi mü'min olabilirler, ne de ciddi dinsiz olabilirler.
Bu nedenle onları ciddiye alıp tartışmaya girmek doğru değildir.
"İlahlığın" gerçeğini bilmeyen kimselere gelince...
Bu cahil kimselere karşı takınılacak tavır; doğrudan doğruya bir cevap vermek değildir. Çare, bu kimselere İlahlığın hakikatini anlatmaktır. Bunun sonucunda o kimse ya her şeyi kabullenip inanacak, ya da inkâr edip dinsizliği seçecektir. Tartışma da böylece bitecektir. Çünkü başka türlü olursa, polemiğe girilecektir.
Sonuç olarak Allah'ın hiç bir yaratığı, Allah'a:
"insanı ne diye bu fıtratla yaratmayı diledin?" diye kendisine soramaz.
"Ne diye bu fıtratı böyle işler halde; böyle değişmez, işlevsiz kalmaz ve yok olmaz bir nitelikte irade ettin? Ne diye hayat nizamını, beşerin çaba ve normal gücüyle gerçekleşebilir bir özellikte diledin?" diye soramaz.
Çünkü her bir yaratığa düşen asıl görev, bu hakikati böyle kabullenmektir. Beşerin pratik hayatını bu hakikatin belirlediğini görmektir, insanlık tarihini bu hakikatin ışığı altında yorumlamak bir taraftan tarihin seyir hattını, öbür taraftan da bu seyir hattına karşı takınacağı tavrı iyice kavramaktır. Hz. Muhammed (s.a.v.) tarafından getirilen ve İslâm diye bilinen İlahî hayat sistemi, salt "Allah katından inmiştir" düşüncesiyle veya soyut bir ilan veya halka tebliğle yeryüzünde gerçekleşmez.
Gene o, ilgili yasaları gereği - neden - sonuç çerçevesinde - seyreden yıldız ve uzay hareketlerine benzer zorlayıcı bir İlahi güçle de gerçekleşmez.
Çünkü bu sistemin hayata geçmesinin tek yolu; onu insanlardan bir grubun yüklenmesidir. Yani davaya yürekten inanan, bütün gücüyle ona sarılan, onu hayatının görevi ve umutlarının hedefi sayan bir grup...
Başkalarının kalb ve pratik hayatlarına geçmesi için didinen bir grup...
Bu da yetmez. Çünkü bu gayeye ulaşmak için var güçleriyle cihad etmeleri de gerekiyor. Hem nefsinde ve çevresinde var olabilen beşeri zaaf, hevaperestlik ve zavallı ve cahil kimselere karşı cihad etmeleri gerekiyor.
Ayrıca - yani tüm bunların yanında - bu ilahi hayat sistemini beşer fıtratının kaldırabileceği bir seviyede tutmak zorundadırlar.
Bunun da yolu, insanların fiilen içinde bulundukları noktadan hareketle işe başlamak; pratik hayatlarını ve bu hayatlarından doğan sonuçları göz ardı etmeden başlamaktır. İlahi sistemin hayata geçiş aşamaları ve bunların normal sıralamasında izlenecek yol budur.
Ama tüm bunlardan sonra insanın çabasını sürdürmesi, pratiğe ve uygulamaya yönelik yollara başvurması ve seçeceği yöntemlerde başarı göstermesi söz konusudur. Çünkü, gah kendi nefsiyle beraber başka insanlara karşı zafer kazanması, gah bir savaşta hem kendi nefsine hem de başka insanlara yenilmesi; gösterdiği çabayla orantılıdır.
Fakat her şeyden önce her tür çaba ve yöntemden önce göz-önünde tutulması gereken bir husus vardır.
O da bu Müslüman grubun fedakârlık derecesidir.
Yani zamanlarını bu amaç için ayırma sorunudur.
Bu sistemi bizzat kendilerinin yaşaması derecesidir.
Bu sistemin sahibi olan Yüce Allah'a bağlılıkları, güvenmeleri ve tevekkül etmeleri derecesidir.
İşte bu dinin gerçek özelliği budur. Hareket planı ve yöntemi budur. Yüce Allah'ın - eğite durduğu - ilk Müslüman cemaate öğretmek istediği gerçek de buydu.
Eğer Müslüman cemaat bu dinin gerçeğini herhangi bir savaş konumunda bizzat kendisi uygulamıyorsa, gerçekçi ve vazgeçilmez pratik çareler aramıyorsa veya aramayı unutuyorsa, düşünce ve davranışlarını dikkate almadan "salt Müslümanlığımla zafer kazanmalıyım" diyorsa; Allah'ın da onu hezimetler ve dayanılmaz acılarla karşı karşıya bırakması kaçınılmaz bir şeydir.
Yüce Allah bu gerçeği aşağıdaki ayet-i kerimede açık-seçik olarak belirtmektedir:
"(Bedir'de düşmanı) iki katıyla uğrattığınız bir musibete (Uhud'ta) kendiniz uğrayınca "Bu da nereden geldi?" diye mi söylersiniz? De ki: "O, kendi katınızdandır." Allah, muhakkak ki, her şeye gücü yetendir." (Al-i İmran: 165)
Buna rağmen Yüce Allah, Müslümanları bu noktaya mahkum olmuş da bırakmaz. Çünkü onları, neden - sonuç ilişkisinin gerisindeki kudretiyle ilişkide tutar. Olağan davranışlarının sonucu olan zahiri sebeblerin gereği başa gelen deneyimin gerisinde kendileri için bir hayır dilediğini bildirir.
Şurası kesindir ki, İlahi hayat sisteminin hayata geçişi, insanın çabasına ve olağan davranışlarıyla etkileşimine bırakılmıştır.
Sonra bu, her yönüyle hayırlı bir şeydir. Çünkü insanın hayatını yozlaşma ve başıbozukluğa meydan vermeden düzene koyan bu sistem ıslah ettiği insan fıtratını uyararak normal rayına oturtmaktadır.
Çünkü gerçek iman; hidayet yolunu kuvvete başvurarak tıkayan azgın insanlara karşı inancı uğrunda diliyle, tebliğiyle açıklaması ve eliyle cihad etmeyen kimselerin gönlüne yerleşemez.
Mü'min bu cihadıyla elbette ki belalara uğrayacaktır. Çalışmasında sabırlı, acılara karşı sabırlı, yenilgilere karşı sabırlı ve en önemlisi zafere karşı da sabırlı olacaktır. Çünkü zaferleri sabırla korumak, bozgunlara karşı sabırlı olmaktan çok daha zordur.
Gönüller arınıncaya, saflar belirleninceye İslâm cemaati rayına oturup sadece Allah'a dayanmış olarak başı dik bir şekilde yoluna koyuluncaya kadar bu cihad sürecektir.
Evet gerçek iman, bu inanç uğrunda küfürle cihad etmeyen kimselerin gönlüne - mümkün değil - tam anlamıyla yerleşmez. Bir mü'min, - insanlara karşı cihadı esnasında bile - en başta kendi nefsiyle cihad eden kimsedir. Çünkü bu cihadı yaparken önünde engin iman ufukları açılacaktır. Hem de güvenlik ve barış içinde yerinde oturmuş haldeyken asla açılamayacak ufuklar...
Cihad ederken hayata ve insana ilişkin gerçekleri anlayacaktır. Hem de bu yolun dışında asla öğrenemeyeceği gerçekleri...
Nefsi, duyguları düşünceleri, gelenekleri, özellikleri, etki ve tepkileri hakkında başka türlü asla ulaşamayacağı bir bilgi düzeyine kavuşacaktır bu zorlu ve çileli imtihanı verirken.
Evet, bir cemaatin, deneyim, sınav ve belalar olmadan, her bireyi gerçek güç ve amacını tanımadan, yapısını meydana getiren taşların dayanma gücünü ve bu taşların bir saldırı anında birbirine tutunma derecesini bilmeden, tam bir iman gerçeğine sahip olması mümkün değildir. İşte Yüce Allah'ın olaylarla eğitimden geçirdiği ilk Müslüman cemaâta bildirmek istediği buydu. Diyordu ki onlara:
"Allah, mü'minleri elbette ki üzerinde bulunduğunuz karmaşık halde bırakacak değildir. Ta ki kötüyle iyi (münafıkla-mü'min) birbirinden ayırd edilsin." ( Ali İmran: 179)
Daha sonra da onları sebebler aleminin gerisindeki Allah'ın takdir ve hikmetine; buradan da büyük iman gerçeğine yöneltmekteydi. Çünkü bu iman, mü'min gönüllerde iyice yerleşmedikçe tam tamına gerçekleşmiş sayılamazdı.
"Eğer siz (Uhud'ta) bir yara aldıysanız, hiç şüphesiz kafirler de (Bedir'de) benzer bir yara almışlardır. Bugünler, insanlar arasında; (çeşitli tedbirlerin alınması), Allah'ın mü'minleri ortaya çıkarması ve içinizden şehidler alması için devrede durduğumuz günlerdir. Allah, hiç şüphesiz zalimleri sevmez. Bir de Allah'ın mü'min kimseleri arındırıp ayırması, kafirleri de helak etmesi içindir.." (Al-i İmran: 140-141)
Öyleyse tüm bunlar, sonuç açısından sebebler aleminin davranışları, olayları ve kişileri ötesindeki ilahî takdir, tedbir ve hikmetten ibarettir. Aynı zamanda bu, olayların ve bu olayları aydınlatan imtihanın ardından gönüllere yerleşen kapsamlı ve mükemmel İslâm düşüncesidir.
2. Esas niteliğinde büyük bir gerçek daha vardır. Bu da, insanın özgün yapısıyla, fıtrat ve çabasının temel özelliğiyle ve ilahi hayat sistemini uygulayabilme derecesiyle ilgilidir.
İnsanın nefsi, gerçekte mükemmel değildir. Özü itibarıyla dünya hayatında kendisine takdir edilen azami bir kemal derecesine ulaşabilir bir gelişme ve ilerlemeye müsait bir nitelikte yaratılmıştır. Dikkat edilirse, İslâm ümmetinin doruğunu, temsil eden bir cemaâta dönüşmüş - doğal yaratılışta ki - bir grub insan vardır ki, Yüce Allah haklarında:
"Siz, İnsanlar için yaratılmış en iyi ümmetsiniz." (Al-i İmran: 110) diye buyurmaktadır.
Bir de bu kimselerin beşer nefsinin en kamil Örnekleri olan Hz. Muhammed (s.a.v.)'in sahabeleri olduklarını düşünün. Evet bu kimselere baktığımızda neyi görüyoruz?
Hiç şüphesiz bir insan grubunu...
Zaafları, noksanlıkları ve hatta Allah'ın:
"Hiç şüphesiz şeytan, (İslâm-küfür) ordularının karşılaştığı günde sizden kaçan kimseleri, İşledikleri bazı günâhlar yüzünden zillete düşürmüştü. (Ama) Allah, - yemin olsun ki - onları affetti." (Al-i İmran: 155) diye kendilerinden söz ettiği insanlardı...
Onlar, hiç şüphesiz, Müslüman kimselerdi. Ama henüz yolun başında; eğitim ve yetişme çağında kimselerdi.
Bununla beraber işlerini Allah'a teslim edip önderliğini kabullenmiş, gönderdiği sisteme gönülden razı olmuş ve emirlerine uymada son derece ciddi olan insanlardı.
Bundan dolayı da Yüce Allah, onları himayesinden kovmadı. Hatta acıyıp onları affıyla karşıladı.
Gerçi Yüce Allah, onları davranışlarının akıbetini tatmakla karşı karşıya bırakmış ve acı dolu zorlu bir deneyimden geçirmişti. Ama onları kovup saf dışına da itmemişti. Kendilerine:
"Bu deneyimde yetersiz ve zayıf bir duruma düştünüz. Artık bu dinin hiç bir işine yaramazsınız" diye bir şey de söylememişti.
Çünkü Yüce Allah bunu yapacağına, söz konusu zaaf ve noksanlıklarını kabul ederek kendilerini bu deneyimden geçirerek eğitmişti. Bundan gerekli ibret ve öğütleri almaları için, rahmet bağışlama ve hoş görü yoluyla kendilerini eleştirip dersler vermişti. Tıpkı bir büyüğün, ateşle oynayıp canını yakan çocukları eğittiği gibi...
Çünkü başka türlü öğrenip yetişemez ve anlayamazlardı.
Ellerinden tutmak suretiyle kendilerine zaaf ve nefis tuzaklarını gösteren Yüce Allah, onlara kendi kendilerine güvenmelerini, sağlam ve kopmaz ilahî ipe tutundukları sürece hedefe ulaşmaktan umut kesmemelerini öğretmiştir...
Ve nitekim bu hedefe ulaştılar da...
Evet sonunda vardılar hedeflerine...
Bir çok örnek çıktı aralarından...
Yüce Allah'ın övgüyle söz ettiği örnek insanlar:
"O kimseler ki insanlar onlara: "Düşmanınız sizinle savaşmak üzere toplandı, onlardan korkun" deyince bu söz, sadece Allah'a iman (ve güvenlerini) arttırdı. Ve (buna karşı) "Allah bize yeterdir. O en iyi dayanaktır" dediler." (Al-i İmran: 173)
Doğrusu bu kimseler gördükleri ilâhî eğitimle göz alıcı bir düzeye gelmişlerdi. Ama buna rağmen de insan idiler. Zaafları, kusurları ve hataları olan birer insan. Bunun yanında tevbe ve istiğfarlarıyla Allah'a yakaran birer insan...
Söz konusu olan şey insanın tabiî yaradılışıydı. Yani bu ilahi sistemin değiştirmeden, işlevsiz bırakmadan ve güç yetirilmez işlere koşmadan koruduğu tabiî yapı...
Sonra bu din, onu bu tabiî haliyle yeryüzünde en mükemmel bir düzeye çıkarıyor.
Bu gerçeği bilmenin büyük bir önemi vardır. İnsanlığın, bu eşsiz nizamın gölgesinde hiç umut kaybetmeden çalışıp yetişmesi konusunda önemi büyük olan bir gerçek...
Çünkü ilk İslâm cemaatinin bu göz alıcı yüksekliğe erişmesinin başlangıç noktası, daha aşağılarda üzerinde bulunduğu konum idi. Bu zorlu yolda güçlükle atılan adımlar, cahiliye de bulunan ve her şeyleriyle geri olan bir beşer topluluğunun adımlarıydı.
Tüm bunlar birer umuttur...
Bu göz kamaştırıcı noktaya erişebilme konusunda insanlığın besleyeceği büyük bir umut...
Ne kadar aşağılarda olursa olsun gene de yükselebileceğine inanma umudu...
Bu umudu yitirmeyen bir cemaatin, eşi bulunmaz harika bir doğumla dünyaya gelebileceğini gösteren bir hakikat...
Demek ki bu cemaat, geçici bir harikanın eseri değildir. Çünkü o, beşerin gücü dahilinde ki bir çalışmayla gerçekleşen ilahi bir metodun eseridir. Beşerin gücü ise - gördüğümüz gibi - pek çok şeye müsaittir.
Bu metod, her cemaati üzerinde bulunduğu noktadan, yani içinde yaşadığı maddi hayattan ele alarak yetiştirmeye başlar. Çünkü yükseklere tırmanmanın başlangıç noktası budur.
Bu din, çeyrek asır denilebilecek kısacık bir sürede göz kamaştıran bir noktaya çıkardığı, ilk İslâm cemaatini, ilkel Arap cahiliyesinin içinden, yani aşağı noktalardan alıp yüceltmiştir.
Yalnız burada uyulması gereken vazgeçilmez bir şart vardır. O da bu insan topluluğunun, ilahi sisteme kesin teslimiyetidir. Yani ona inanıp kabullenmesi, hayatına temel, hareketine parola, ve uzun-zorlu yolundaki adımlarına ölçü olarak onu almasıdır.
3. Üçüncü bir gerçek...
İlahi sistemin gereği olarak Müslüman’ın kişiliğiyle İslâm cemaatinin birbirinden kopmazlığı gerçeği...
Cemaatinin çeşitli alanlarda düşmanla giriştiği savaşlarla kendisi arasındaki bağlantı...
İnançla düşüncenin bağlantısı...
Tüm alanlardaki savaşların zafer-hezimet bağlantısı...
Tüm bunlar İslâm cemaatinin zafer veya hezimetleriyle yakından ilgili olan temel faktörlerdir. Çünkü ilahi hayat sistemi büyük bir alana yayılmıştır. İnsanın kişiliği yanında tüm hayatını da kapsamaktadır. Boyutları, noktaları ve uzantıları birbirine girmiş büyük bir alan...
Aynı zamanda hem mükemmel hem de kapsamlı...
Bu bakımdan eğer söz konusu alanlardaki nokta, boyut ve uzantılar arasında bir uyumsuzluk veya karışıklık meydana gelirse genel plan bir takım boşluk ve arızalara maruz kalacaktır.
Bu özgün gerçek, insan hayatını, bölünme ve parçalanmaya meydan vermeden tüm yönleriyle ele alan kapsamlı ve kusursuz ilahi sisteme mahsus bir ayrıcalıktır. Yani insan kişiliğini ve hayatı tüm boyutlarıyla kuşatan, aralarında bulunan girift bağlantıların tümünü tek elde toplayan, sonuç olarak da bu bağlantıların tümünü düzen ve uyum içinde; basireti köreltmeden, hayatın parçalanma ve bozulmasına meydan vermeden çalıştıran ilahi sistemin özelliğidir.
4. Dördüncü bir gerçek...
İslâm eğitim yönteminin özelliğiyle ilgilidir...
Çünkü İslâm, Müslüman cemaatini olaylarla, olayların kalpte doğurduğu duygu, etki ve tepkilerle ele alıp eğitir. Daha sonra da bu olaylara göre değerlendirir. Bu değerlendirmesinde olaydan etkilenen insan kişiliğini tüm yönleriyle incelemeye tabi tutar. İslâm'ın bundan maksadı, bu etkiyi dosdoğru rayına oturtmak ve bilinmesi istediği gerçeği sarsılmaz bir şekilde gönüllere yerleştirmektir. Çünkü bu değerlendirmede dikkatleri üzerinde toplayıp aydınlatmadığı, insanın yapısında var olan girift ve gizli yönleri açığa çıkarmadığı hiç bir boyut, hiç bir hatırlayış veya hiç bir düşünce yoktur. İnsanın her şeyi apaçık ve tüm gerçekliğiyle görebileceği bir değerlendirmedir, bu.
Saflara karışan uşakların (hainlerin) ortaya çıkması, cemaatin aydınlık bir ufukta temizlenip arılanması, his, düşünce ve değer yargılarının düzelmesi, sarsılmaz İslâm düşüncesinin ve sağlıklı bir İslamî hayatın dayanağı olan ilkelerin kök salması; bu değerlendirmenin bir sonucudur. Ki tüm bunlar, her yerdeki Müslüman cemaatin başına gelebilecek olayları - en geniş boyutuyla - aydınlatmaya ve eğitim görerek yetişmeye vesile olacak hususlardır.
5. Beşinci bir gerçek...
İlahi sistemin uygulanabilirliğiyle ilgilidir. Her şeyi fiilen uygulamak bu sistemin vazgeçilmez bir özelliğidir. Çünkü pratik hayat içindeki etkinliği buna bağlıdır. Bu nedenle İslâm, sadece teorik ilkeler veya sadece soyut direktifler sunmaz. O, fiilen uygulanır. Teori ve direktiflerini pratik hayatın içinde gerçekleştirir.
6. İlahi emirlerden öğrendiğimiz son bir gerçek...
Bu, - Allah'ın yardımıyla - yeni bir İslâmi hayata başlamak üzere koyulduğumuz yolda bize fayda getirecek bir gerçektir...
O da şu; Allah'ın hayat sistemi değişmezdir. Değer yargı ve ölçüleri de değişmezdir.
Değişen; yani bu sisteme yakınlaşan veya ondan uzaklaşan, düşünce ve davranış yöntemlerinde yanılan veya isabet eden ise insandır.
Kur'an nizamı, kendi çizgisinden sapan kimseleri, hatalı olarak nitelemektedir. Çizgiden sapanlar olarak nitelemektedir. Bu kimselerin hata ve sapmalarına - makam ve değerleri ne olursa olsun - kesinlikle göz yummaz. Böyle insanlara uymak için kendisi asla çizgiden çıkmaz. Bundan şunu öğreniyoruz:
Hayat sistemini kötülemek pahasına kişileri suçsuz göstermek mümkün değildir. İslâm ümmeti için en önemli şey, hayat sisteminin ilkelerini ayakta tutmaktır. Yani önemli olan; bu ilkelerin olanca açıklık, kesinlik ve netliğiyle Varlığını sürdürmesidir.
Çizgiden sapıp yanılgıya düşen kimseleri ise, - kim olursa olsun - hak ettikleri şeyle vasıflandırmaktır.
Bu sapma ve yanılgılar, sistemi saptırıp değer yargı ve ölçülerini değiştirme pahasına haklı gösterilemez. Çünkü sistemin saptırılıp değiştirilmesi, büyük Müslüman şahsiyetleri yanılgı ve sapmayla nitelemekten - İslâm için - çok daha tehlikelidir. Çünkü kişilerden daha büyük ve daha devamlı olan sistemdir.
Müslümanların - tarih boyunca - işledikleri her şey veya takındıkları her tavır, İslâm'ın tarihsel pratiği demek değildir. Çünkü İslâm'ın tarihsel pratiği, İslâm hayat sistemine, değişmez ilke ve ölçülerine tıpa tıp uygun olan davranış ve tavırlardan ibarettir. Aksi takdirde işlenen hata ve sapmaları da İslâm'a ve İslâm tarihine mal etmek gerekir ki; bu da mümkün değildir. Çünkü bu sapma ve hataların sorumluları; onları işleyen kimselerdir, öyleyse kim hak etmişse hata, sapma veya İslâm'a aykırılıkla nitelenmesi gereken odur.
Hiç kuşkusuz İslâm Tarihi, Müslümanlıkları söz veya isimde kalmış kimselerin tarihi değildir.
Çünkü İslâm tarihi; insanların düşünce ve davranışlarında, hayat biçimleri ve toplumsal düzenlerinde yaşayan gerçek bir İslâmî uygulamanın tarihidir.
İslâm, sabit bir merkezdir. İnsan hayatının - değişmez bir çerçevede - etrafında döndüğü bir merkez. Eğer insanlar bu çerçeveden çıkarsa, eğer insanlar bu merkezden tamamen koparsa - o zaman -onlar kim, İslâm kim?!
İslâm dışı davranış ve eylemlerin İslâm'a mal edilmesi mümkün mü?!
Bu davranışlarla İslâm'ı yorumlamaya kalkışmak mümkün mü?
Doğrusu böyle bir durumda; yani İslâm hayat sisteminin dışına çıkıp onu bizzat yaşamamaları durumunda onları "Müslüman" diye nitelemek bile mümkün değildir.
Çünkü onlara "Müslüman" demek, isimle Müslüman olmalarına veya ağızlarıyla kendilerine "Müslüman’ız" demelerine değil, İslâm hayat sistemini hayatlarında uygulamalarına bağlıdır.
(Kaynak: Fi Zilâl-il Kur’an'da Davet Yolu / Ahmed Faiz / Çeviri; Ubeydullah Dalar / Seçkin Yayıncılık, İslam ve Hayat için yayına hazırlayan: Rıdvan Dinçer)
-
HUSEYİN SASMAZ 15-11-2013 10:55
Mademki insanlar Allah'a kul değil de onun dışında putlara kul olmaktadır, hiç bir şey doğrudan doğruya insanların hayrı için kullanılmayacaktır... Bu noktadan görülüyor ki insanlar Allah'tan başkalarına kul olma günahını işlemekle, O'ndan başkasına tapınmakla büyük kayıplara uğruyor, enerjileri tükeniyor, yeryüzünü imar edemiyor, üretim imkanlarını geliştiremiyorlar... Ve bunların ötesinde de ruhlarını mahvediyor, namuslarını mal ediyor, ahlâki değerlerini ayaklar altına alıyor. Zillete düşüyor, eziliyorlar... Yeryüzünün bir sisteminde böyle de, diğerinde değil mi? Hayır hepsinde aynı. Sadece değişen şey yaşanan şartlar ve feda edilen kurbanlardır... Gerçekten de Avrupa sahte bir din adiyle insanlara zâlim bîr terör rejimi uygulayan kilisenin baskısından kaçarken bütünüyle boşanmış ve Allah duygusundan bağını kırıp kaçmıştır, insanın insanlık değerlerini çiğneyen ve zâlim bir rejimle insanın şeref ve haysiyetini ayaklar altına alan kilise diktasına karşı baş kaldırırken Allah'a da isyan etmiş ve baş kaldırmıştır... Sonra da bir takım insanlar kendi insanlık şeref ve haysiyetini, hürriyet ve değerlerini — bu arada menfaatini — bir takım ferdiyetçi nizamların gölgesinde aramaya, başlamış, bütün ideal ve düşüncelerini hürriyet ve haysiyetini demokrasiye bağlamış, ve bunların garantisini orada aramıştır. Veya parlamenter sistemlere, beşeri yasalara, basın hürriyetine, kaza ve teşri teminatlarına, seçmen çoğunluğunun kararına bağlamışlardır. Ve o nizamların çevresini saran sayılmayacak kadar çok lâfta prensiplere... Sonra ne olmuş?... Alınan netice ne?.. Sonuç; kapitalizmin, her türlü baskı sistemlerine başvurarak sayılamayacak kadar çok garanti ve paravanalar arkasına gizlenip insanları hayali duygular içinde uyutup zulmü gerçekleştirmesidir. Neticede, kapitali elinde bulunduran azgın bir azınlığın alçaltıcı ve öldürücü köleliği altında çoğunluk ezilmiş ve azınlık grup her zaman parlamenter çoğunluğu elinde tutmuştur. Parlamenter çoğunluğu eline geçirince de yasaları kendisine göre tanzim etmiş, basın hürriyetini keyfine yorumlamış ve Allah'ın nizamı dışında nizam arayanların insanlık, şeref ve haysiyetlerini, değer ve hürriyetlerini de garanti unsuru olarak ele geçirmiştir. Sonra birtakım kimseler çıkmış sermaye çevresinin üstünlüğüne dayanan veya tabaka hakimiyetini sürdüren egoist ve ferdiyetçi nizama baş kaldırmış ve başını sosyalist sistemlere çarpmıştır. Sonu ne olmuş? Alınan netice ne?... Bu sefer de kapitalist zümrenin hâkimiyetin den çıkıp kolhoz hakimiyetine girmiş. Bir başka ifadeyle; kapitalistlere ve büyük şirketlere kulluk yerine, idari sultayla birlikte mali gücü de elinde bulunduran devletin kulu kölesi haline gelmiştir. Neticede ortaya çıkan durum, kapitalist sınıfın hakimiyetinden çok daha tehlikeli bir hal almıştır... Her halükârda insanın insana boyun eğdiği nizam ve sistemlerin hepsinde insanlar mallarını ve canlarını acı bir fedakârlık örneğiyle kurban vermişler. Kime? Çeşitli şekil ve hallerle ortaya çıkan tanrılara... Çünkü insanlar mutlak şekilde bir tanrıya kul olmak ihtiyacını duymaktadırlar. Eğer bu kulluk Allah'a olmazsa mutlaka Allah'tan başkasına olacaktır... Yalnız Allah'a kulluk insana hüriyetini. şeref ve haysiyetini, değer ve üstünlüğünü de bahşedecektir... Allah'tan başkasına kulluk ise insanın insanlığını yiyip bitirecek; şeref ve haysiyetini, hürriyet ve faziletlerini silip süpürecektir... Sonra da mallarını ve maddi menfaatlerini ortadan kaldıracaktır. İşte bütün bunlardan dolayı ulûhiyet ve kulluk meseleleri Allah'ın gönderdiği risalet ve kitaplarda büyük ihtimamla tahlil edilmiştir. İşte bu sûrede, bu önemin en güzel örneğine rastlıyoruz, Hatdi zatında bu mesele eski ve gülünç cahiliyetlerdeki puta ve taşa tapınma meselesiyle hiç mi hiç ilgili değildir. Aksine her zaman ve her yerde, insanın var olduğu her an ile alakalıdır. Dolayısıyle bütün cahiliyet çeşitleriyle de ilgisi vardır... Hem tarih öncesi hem de tarih sonrası cahiliyetlerle alâkalıdır. Yirminci asrın cahiliyeti ile de yakından münasebeti vardır. Daha doğrusu kulların kullara kulluğu esasına dayanan bütün cahiliyet sistemleriyle alâkalıdır... Bu konuda söylenecek sözün kısası Kur anın bilumum taktirlerinden ve özellikle de bu süredeki açıklamalarından ortaya çıkıyor ki din edinmek, bağlanmak ve hakimiyet mevzularının hepsi —ki bu sûrede buna tek kelimeyle ibadet deniliyor— yalnızca bir akide, bir iman meselesidir, bir islâm meselesidir. Yoksa bir bilgi, bir medeniyet, bir sistem meselesi değildir... Olabilir veya olamaz ama bu mesele tamamen akide meselesidir. Bulunabilir veya bulunamaz ama bu bir iman meselesidir... Tahakkuk eder veya edemez ama bu bir islâm meselesidir. Bundan sonra da —ama önce hiç mi hiç değil— yaşanan hayat meselesidir ki sistem hüküm ve prensip halinde ortaya çıkar. Ve bu sistemin, hükmün, prensibin geçerli olduğu bir toplum şeklinde belirir. Böyledir... Çünkü "ibadet" meselesi bir şekil ve formalite meselesi değildir. Bilakis bir din edinme, emre uyma, bir nizamı benimseme, bir sisteme bağlanma ve günlük hayatta yaşanan bir doktrine uyma meselesidir... Ve böyle olduğu için de bunca dikkat edilmiş ve Önem verilmiştir. Allah'ın nizamı onun için bu kadar fazla durmuştur bu mevzu üzerinde... Bütün resuller ve risaletler boyunca bu derece önem atfedilmiştir... Ve bunca acıları, eziyetleri ve fedakarlıkları gerektirmiştir... cilt-8-say-297-298
-
HUSEYİN SASMAZ 14-11-2013 12:25
Hiç bir zaman insanlar dinsiz yaşayamazlar. Mutlaka bir din edinmek zorundadırlar. Ama Allah'ın dinine bağlanmayanlar muhakkak Allah'tan başkasının dinini benimseyeceklerdir. Hayatın değişik cephelerinde ortaya çıkan değişik şekillerdeki tanrılara kul olacaklardır. Ya şehvetlerinin ve arzularının pençesine düşecek ve hudut nedir bilmeksizin, kontrol nedir yapmaksızın onun kulu olacaklardır... Ve böylece insani hususiyetlerini kaybedecekler ve hayvanlar derekesine düşeceklerdir. "Küfredenler ise hayvanlar gibi yerler, eğlenirler ve onların durağı cehennemdir."35 Muhakkak ki insanın insanlığını kaybetmesi kadar büyük kaybı yoktur. İnsan oğlu Allah'ın dininden çıkar çıkmaz insanlığını kaybeder ve hayvanların seviyesine iner. Şehvetlerin ve arzuların kulu kölesi olur. Daha başka türlü tanrılara da kul olurlar. Daha başka şeylerin de pençesine düşerler. Kendiliklerinden hükümler vazeden liderlerin, devlet adamlarının kulu olurlar. Bu hükümleri vazedenlerin menfaatin dan başka hiç bir şeyi gözetmeyen buyrukların mahkûmu olurlar. Onlar diledikleri gibi tasarruf ederler hayatlarında. Bu sahte tanrılar gerek hükümler koyan bir ferdin hakimiyeti şeklinde ortaya çıksın, gerekse bir ırkın, bir kitlenin hakimiyeti tarzında ortaya çıksın değişen bir şey yoktur. Allanın şeriatını tanımayan ve Allah'ın hükümlerine dayanmayan bütün beşerî nizamlar da insanlığın düştüğü seviyelere göz atmak bunu görebilmek için kafidir. Ne var ki kullara kul olmak, sadece yöneticilere, liderlere ve kanun koyuculara kul olmakla bitmez. Bu açıkça görülen bir şeklidir kulluğun ama hepsi bundan ibaret değildir... Daha başka şekilleri de vardır kullara kulluğun. Çoğunlukla gizli olur bunlar ama zaman zaman açık şeklinden çok daha beter ve fazla olur.. Bunun en açık örneği modaya kul olanlardır. Moda evlerinin insanlar üzerindeki hakimiyetini vakıa hiç bir beşeri müessesede görmek mümkün değildir... Şu kendilerinin medeni olduğunu söyleyenler... Hepsi hepsi modanın kulu durumundadırlar. Moda yaratıcıları tarafından ortaya sürülen bir kıyafeti —ister çırılçıplak olsun, ister kapalı, ister binecekte olsun ister giyecekte, ister eğlencede olsun ister gezinti yerlerinde— modanın geçerli okluğu her alanda hiç bir cahil i ye t mensubu erkeğin veya kadının kaçınması veya yerine getirmemesi mümkün değildir. İşte kulluğun daniskası... Kim çıkabilir modanın dışına bunlardan?... Şayet şu medeniyet adı verilen cahiliyetin mensupları moda evlerine kul oldukları, bağlandıkları kadar Allah'a kul olup bağlansalardı şüphesiz ki son derece zahit birer mümin olurlardı... Ve eğer bunların bu bağlılığına kulluk denilmezse neye denilecektir? Eğer bu modacılar bunların hakimi ve tanrısı değilse hakimiyetin ve tanrılığın anlamı nedir? ... Çoğu kere zavallı, hem de çok zavallı kadınlara rastlıyoruz, öyle dekolte kıyafetler giyiniyorlar ki ne şekillerine uyuyor, ne bedenleri ne de yapılarına. O derece boy anıyorlar ki alay konusu olmaktan, gülünç duruma düşmekten başka bir şeye yaramıyor. Ne var ki modanın güçlü tanrıları ve modanın hakim gücü alt ediyor onları ve bu derece küçülterek herkese gülünç, âleme rüsvay olmalarını sağlıyor. Karşı koymak mümkün mü modaya? Bu uydurma tanrıların kulluğundan kurtulmak ne mümkün?... Çünkü çevresini saran cemiyet , bütün bütün moda tanrısının kulları, köleleri, o nasıl kurtarsın kendisini bu iğrenç putun elinden?. Eğer bunun adı da kulluk, kölelik değilse nedir?.. Hakimiyet ve tanrılık bu değilse nedir?.. Bu sadece insanların Allah'a kul olmadıkları takdirde kul olacakları noktalardan bir tanesidir Allah'tan başka kullara kul olanların bağlanacağı uydurma dinlerden sadece birinin örneğidir... Şu halde sadece yöneticilerin, devlet adamlarının ve kanun koyucuların kulu kölesi olmak biricik kulluk şekli değildir. Beşerin beşere kulluğu, beşerin beşere hakimiyeti tek bir kulluk ve hakimiyet şeklinde olmaz, çok değişik şekilleri vardır onun... İşte buradan anlıyoruz tevhit akidesinin önemini. Allah'ın dinine bağlananların ruhlarının, ırzlarının, mallarının nasıl korunduğunu ve Allah'ın dininden başka dinlere bağlanmış bulunanların, kısacası Allah'tan başkalarına ve başka şeylere kul olanların bu noktalarda hiç bir koruyucularının bulunmadığını görüyor ve tevhidin kıymetini idrâk ediyoruz. Bu kulluk, kanun koyucuların hâkimiyeti seklinde olabilir, geleneklerin ve alışkanlıkların hâkimiyeti şeklinde olabilir, basit düşünce ve inançların hâkimiyeti şeklinde olabilir... Gerek inanç ve gerekse düşünce alanında Allah'ın dininden başka dinlere ve yollara bağlanmak demek bitmez tükenmez evham ve hurafelerin bataklığına gömülmek demektir... Putperest cahiliyetlerde bunun değişik şekillerini görüyoruz. Avam takımının bağlandığı hurafe ve efsaneler de bu cahiliyetin bir başka şeklidir. Sakat bir düşünce ve yanlış bir inanç uğrunda nice malların, mülklerin kurban edildiğini hattâ zaman zaman çocukların bile adandığını görüyoruz. Bu düşünceler ve hurafelerin sardığı insanlar devamlı olarak uydurma tanrıların şerrinden korkuyorlar, bu tanrılarla ilgi kuran rahiplerin ve dîn adamlarının belâsından çekiniyorlar. Cinlerle, şeytanlarla, ifritlerle ilgi kuran esrarengiz kimselerin ve büyücülerin hemen üzerine indirecekleri felâketlerden korkup duruyorlar... Daha nelerden nelerden?... Boyunları bükülene, takatları bitene, enerjileri bu sahalarda mahvolup gidene kadar korku ve dehşet içinde, ümit ve arzu içinde yıpranıp gidiyorlar... Moda evlerine kulluğun sadece örfler ve âdetler hâli üzerinde durduk ve bu uğurda payimal olan ırz ve namus noktalarını ele aldik. Ya bu uğurda harcanan paralar, boşa akıtılan enerjiler ve öldürülen vakitler?... Orta gelirli bir Aile, parfümler, boyalar, rujlar, pudralar, koaföre gidip saç yaptırmalar, ondüle ettirmeler ve her yıl modası değişen elbiselik kumaşlar ve tuvalet takımları için... Sonra aynı modaya uyarak değişen ayakkabılar, saça, tuvalete, ayakkabıya uygun düşmesi gereken süs eşyası için... Ve bu uğursuz putların istedikleri saymakla bitmeyen diğer şeyler için... Normal gelirli bir aile gelirinin en azından yarısını bu uğurda harcıyor. Bir gün diğerini tutmayan bu her an değişen modacı tanrıların buyruklarını yerine getirmek ve istediklerini yapmak için gelirinin yarısını harcıyor. Çalışmasının yan semeresi bu uğurda akıp gidiyor. Üstelik te harcadığı enerjisi caba... Kim var bunların ardında? Bu tanrıların ihdas ettiği dünyalara kurulmuş bulunan fabrika ve imalathanelerin ardında yahudi bankerler ve kapitalistler oturmuş bulunuyorlar... Ve modaya uyan bir kadın, yahut bir erkek bu yorucu çalışması ve çırpınması içinde bir an olsun durup ta bu iğrenç dinin emirlerini yerine getirmekten kaçınamıyor ve bu uğurda malı gidiyor, emeği gidiyor, ırzı ve ahlakı payıma! oluyor, ama bîr kere de olsun bu uydurma tanrının karşısına çıkıp res çekemiyor... Kulluğun bir başka çeşidi de insanlara hüküm koyan insanların buyruklarına uymanın yüklediği mükelefiyetierdir... Bir Allah kulunun Allah'a sunduğu bir kurbanın mukabilinde Allah'tan başka hakim tanrılara kul olan insanlar bin bîr katı kurbanlar takdim ederler de yine yakalarını kurtaramazlar. Mallarını nefislerini ve ırzlarını bu uğurda feda ederler de yine bitmez... Putlar vardır dikilir bu tanrılar adına... Kimisinin adı "vatandaşlıktır''... Kimisinin adı "cinsiyettir''... Kimisinîn adı "sınıf hakimiyetidir"... Kimisinin adı "üretim imkânlarıdır"... Ve daha burada sayılmayacak kadar çok ve çeşitli putlar dikilir bu tanrılar adına... Bu uğurda bandolar çalınır, işaretler çekilir ve putçular puta tapanlardan putları uğrunda tereddüt etmeksizin mallarını ve canlarını feda etmelerini isterler. Aksi takdirde bu hususta gösterilecek bir tereddüt hıyanettir gayeye, en büyük utanç vesilesidir... Hattâ bu putların istekleriyle çatışan konu ırz ve namus konusu dahi olsa feda edilecek elbette ve bu fedakârlık uğrunda kan dökülecek kadar büyük bir şeref vesilesi olur... Çünkü böyle bağırır o putların etrafına dikilmiş bulunan borazanlar... Ve bu borazanların ardında da yöneticilerden müteşekkil tanrılar kurulup otururlar. Gerçekten de yeryüzünde yalnız ve yalnız Allah'a kulluğu tahakkuk ettirmek, insanları taşlara, putlara ve şeytanlara tapınmaktan kurtarmak ve insanlığın hayatını Allah'ın irade buyurduğu o yüce seviyeye ulaştırabilmek için yapılan Allah yolunda cihadın gerektirdiği bütün fedakârlıkların... Bir kaç mislini sarfederler Allah'tan başkasına kul olanlar... Allah yolunda cihat ettikleri takdirde mallarını, çocuklarını ve ailelerini kaybetmekten korkanlar, şehit olup ölmenin eziyetinden, acısından ve kaybından endişe edenler... Düşünsünler bir kere Allah'tan başkasına kul oldukları tekdirde kaybedecekleri malları, canları, çocukları ve bunların da ötesinde ahlâk ve namusları... Muhakkak ki Allah yolunda cihat etmek onlara Allah'tan başkasına kul olanlara yüklenen mükellefiyetlerden çok daha az mükellefiyetler yükler. Bunun da ötesinde, o pislikler, o utanılacak haller ve o zilletler... cilt-8-say-291-295-Seyyit kutup http://namenstraat8bredahollanda.blogspot.nl/
-
kemal songür 13-11-2013 11:16
Şehid Seyyid Kutub’un vahyin gölgesinde inşa olan zihninden neşet eden net/yalın söylemleri ve tavsiyeleri gerçekten bu ümmet için ufuk açıcı ve kendi duruşuyla ve de şehadetiyle de örnekliği sunan bir muvahhiddir. Kutup; Rabbe güvenen ve aynı zamanda imtihanın kaçınılmazlığından hareketle ayakları yere basan, sünnetullah’ın değişmeyeceğini bilen bir bilinç ile hayatı kuşanan, İslami sistemin/yönetimin inşasını kulların çabasına/cehdine bağlayan bir Allah tasavvuruyla ve O’nun rızası için mücadele eden, ‘’ilahi takdiri’’ kulların kendi elleri ürünü olan zaaflarından/sapmalarından kaynaklı olumsuzluklara mahkum eden değil, kulların dünyada izzetle yaşamaları ve ahirette felah bulmaları için konulan sünnetullah/ilahi yasa olarak ‘’ilahi takdiri’’ gören ve iman ederek hayatı okuyan bir MÜSLÜMAN/ÜMMET profili çizmektedir. Kutup; bu ümmetin baş belası olan kaderci-cebirci yaklaşımlarla kişi ve toplumların izzetini de zilletini de Allah’a havale etmenin bir yıkım/zillet ve Allah’a atılan bir bühtan olduğunu, yaratanın, izzetin de zilletin de koyduğu yasalara uymak ya da uymamak noktasında kullarına bahşettiği ve de imtihan gereği kullanmalarını zorunlu kıldığı iradelerinden neşet eden düşünsel/eylemsel yönelişlerinin neticesinde neden-sonuç ilişkisine bağla(n)dığını beyan etmektedir. Bu ümmet tarihsel kırılma olarak Sıffin’i yaşadı ve bunu vahyin gölgesinde değerlendirip dersler çıkaracağına ‘’ilahi takdir’’dir diyerek insan eli ürünü olan olumsuzlukları ve nedenlerini Allah’a fatura ederek büyük yıkımların/zilletlerin yolunu maalesef açtı ve de halen devam etmektedir. Mü’minlerin üzerlerine düşeni yapmaları kaydıyla ne görece yenilgileri ne de az oluşları asla bir mağlubiyet değildir, bilakis ‘mutlak zafer/kurtuluş’ ahirete alın açıklığıyla gidebilmektir, asıl galibiyet budur. Rahman, mümin kullarına izzeti-zaferi diler/ister, ancak buna ulaşmanın yolu (sınanma gerçeğinden dolayı) mü’mince hayatı okumak ve cehd etmektir. Selamlar.
Makaleler
Hava Durumu