Konya'da "Kur'an'a Geleneksel ve Modernist Yaklaşımlar" konuşuldu
"İlk neslin hayatında meydanların, çarşı-pazarların kitabı olan ve hayatın her alanına müdahale eden bir hayat menbaı olan Kur'an, daha sonraları, inzal ediliş gayesinin dışında bir sevap makinesi, mezarlıklarda okunan, törenler ve ayinler kitabı olarak algılanmaya başlanmıştır. Modertnist yaklaşımlar ise insan aklını temel ölçü kabul etmekte ve Kur'an'ı modern algılara mahkum etmektedir."
12-01-2014
Konya’ya davet edilen Şükrü Hüseyinoğlu “Kuran’a Geleneksel ve Modern yaklaşımlar” konu başlığı ile konferans verdi. Çınar Eğitim ve Yardımlaşma Derneği'nin seminer salonunda yoğun katılımcılara hitap eden Şükrü Hüseyinoğlu konferansında, Kur’an’ın nasıl bir kitap olduğunu öğrenmek gerektiğini, bunu da Yüce Allah’ın yine Kur’an’ında beyan buyurduğunu ifade etti ve Kur’an’a yaklaşımın ancak Yüce Allah’ın öğrettiği şekilde olması gerektiğini belirtti. Hüseyinoğlu şunlara değindi:
Hz. Peygamber Kur’an'ı tebliğ etmeye başlandığında dönemin Mekke müşrikleri, Kur’an mesajının bastırılması, insanlar tarafından duyulmaması için çeşitli yöntemler uyguluyorlardı. Rabbani mesajı engellemek için uyguladıkları bu yöntemleri Kur’an bize haber vermektedir. Bunlardan biri de Fussilet Suresi 26. Ayette sözü edilen gürültü çıkarma yöntemidir. Ayette Yüce Allah bize Mekkeli müşriklerin tavrını şu şekilde anlatmaktadır: “İnkar edenler: Bu Kur’an'ı dinlemeyin ve ona karşı gürültü yapın. Belki böylece üstün gelirsiniz, dediler.” Görüldüğü gibi Mekkeli müşriklerin tutumu gürültü çıkararak Kur'an mesajını bastırmaya çalışmaktı. Bu Dar’un Nedve önderlerinin Kur’an karşısındaki mücadele stratejilerinden biri olarak karşımıza çıkmaktadır.
Kur’an’a, muharref gelenek eksenli yaklaşımlar ile son birkaç asrın sorunu olan modernist yaklaşımların da bu bağlamda Kur'an mesajı karşısında bir gürültü olduğunu söyleyebiliriz. Tabi bunlar Mekkeli müşriklerinki gibi kaba bir gürültü değil, daha rafine bir gürültüdür. Kur’an’ı bize bizatihi bu mesajın sahibi Rabbimiz tanıtmaktadır. Kitabı doğru anlamanın, ilk önce indirilen kitabın niçin, hangi gayeye binaen indirildiğini anlamakla mümkün olacağını bilmek zorundayız. Kur’an ayetleri ışığında, onun doğru ile yanlışı, hak ile batılı birbirinden ayıran özelliğini, hayat rehberi olduğunu, hayata müdahale eden bir ölçü olduğunu, apaçık ve kolaylaştırılmış olduğunu öğreniyoruz. Kur’an’ın beyan ettiği ve bizde oluşturmayı hedeflediği bu doğru yaklaşımın yanında, tarihsel süreçte Kur’an’la ilgili oluşturulan bakuş açılarını göz önüne aldığımızda arada taban tabana farklar olduğunu görmekteyiz."
İlk neslin hayatında meydanların, çarşı-pazarların kitabı olan ve hayatın her alanına müdahale eden bir hayat menbaı olan Kur'an, daha sonraları, inzal ediliş gayesinin dışında bir sevap makinesi, mezarlıklarda okunan, törenler ve ayinler kitabı olarak algılanmaya başlanmıştır. Bir de batıda aydınlanma ve reform süreciyle ortaya çıkan Hıristiyanlığa yönelik bir takım modern algı ve kavramlarla yorumlama, biçimlendirme ve sınırlama reform çabalarının, askeri ve kültürel işgaller neticesinde 19. Yüzyıldan sonra İslam toplumuna sirayet eden modernist yaklaşımlar ortaya çıkmıştır. Bu yaklaşım ise insan aklını temel ölçü kabul etmekte ve Kur'an'ı modern algılara mahkum etmektedir. Bugünün Türkiye’sinde ise bu iki yaklaşım hâkim durumdadır. Bu iki yaklaşım ile de Kur’an gerçek gayesinin dışında mevcut beşeri anlayışları onaylayan edilgen bir kitap konumuna mahkûm edilmektedir."
Konuşmacı daha sonra geleneksel ve modern yaklaşımları başlıklar halinde konu etti ve şöyle devam etti:
"Öncelikle belirtelim ki gelenek bizatihi kötü bir kavram değildir. Geleneği toptan reddedemeyiz, bizler de İbrahimi bir gelenekten Muhammedi bir gelenekten gelmekteyiz. İslam türedi bir din değildir. Hz. Adem’den bu yana Rabbimizin insanlığa bildirdiği kulluk öğretisinin adıdır. Bizler için sorun, muharref gelenektir. Kur’an’a yönelik geleneksel yaklaşımlarda da sorun, Kur'an'ı Kur'an'a rağmen tanımlamak ve Kur'an'a Kur'an'a rağmen yaklaşımlar üretmektir. İlk Kur’an neslinin hayatında temel belirleyicinin Kur’an olduğunu görüyoruz. Hz. Peygamberin vefatı sonrası hadis rivayetleri konusunda bazı sıkıntıların ortaya çıkmaya başladığını görmekteyiz. Bu sıkıntıların farkına varan birçok sahabinin yaklaşımları, Kur'an'ı temel belirleyici olarak gören ve onun önüne hiçbir şeyi geçirmeyen Kur'ani duruşu örneklemektedir. Örneğin mü'minlerin annesi Hz. Aişe, kendisine Rasulullah’tan (a.s.) bir haber iletildiğinde, o haberi Kur’an’a arz etmekte ve Kur'an'la çelişiyorsa reddetmekteydi. Örneğin, "ölünün arkasından ailesinin ağlaması sebebiyle ölünün azap göreceği" rivayetini, Hz. Aişe’nin Necm Suresi 38-39. ayetlere dayanarak reddettiğini görüyoruz. Aynı durumu Hz. Ömer’de ve diğer öncü sahabilerde görmekteyiz. Hz. Ömer'in, Fatıma binti Kays'ın nafaka hususundaki rivayetini Kur'an ayetlerine arz edişi buna örnektir.Yine Hz. Ali’den de bu tür örnekler aktarılmıştır.
Bu yaklaşımlar bize Kur’an’ın sahabenin hayatında temel mihenk taşı konumunda olduğunu ortaya koymaktadır. İlk neslin ardından iki akımın ortaya çıktığını görüyoruz: Ehli Rey ve Ehli Hadis. Ehli Rey şeklinde ifade edilen anlayış sahipleri tıpkı ilk nesil gibi Kur'an'ı temel belirleyici kabul edip hiçbir rivayet ve yorumu onun önüne geçirmezken, Ehli Hadis diye adlandırılan anlayış ne yazık ki rivayetleri önceleyen, rivayetlere yoğunlaşan ve yer yer rivayetlerde boğulan bir anlayışı temsil etmiştir. Rivayetlerin senetleriyle meşgul olunurken ne yazık ki metin tenkidi, Kur'an'a ve sahih sünnete arz gibi gereklilikler önemli ölçüde ihmal edilmiştir. Rey Ehli, rivayetler de dahil her şeyin Kur'an'a arzını gerekli görürken, Ehli Hadis ise, hadisin de Kur’an gibi İlahi kaynaklı olduğu iddiasıyla Kur'an'a arzın gerekli olmadığını savunabilmiştir. aya koymaktadırlar. Hadis rivayetlerini Kur'an'la aynı kategoride değerlendiren, dolayısıyla Kur'an'ın hakem olma, en üst referans olma özelliğini ortadan kaldıran bu yanlış anlayış, Şafii'nin hadis usulüyle birlikte giderek Sünni anlayışa hakim olmuştur.
Hadis Ehli, sahabenin Kur’an’a arz usulünü gerekli görmemiş, bunun yerine rivayetlerin araştırılmasında senet tenkidine bel bağlamıştır. Bu da Kur’an’ın temel kaynak oluşu, her türlü bilgi ve anlayışın üzerinde olduğu kavrayışını ciddi anlamda zedelemiştir. İmam Ebu Hanefi ve öğrencileri Rey Ehli olduğu halde, zaman içerisinde, hadisi adeta Kur'an'la eşitleyen İmam Şafinin anlayışı tüm Sünni anlayışların ortak yaklaşımı haline getirilmiştir. Ahmed Hanbel’le de bu anlayışın iyice yerleştiği görülmektedir.
Bu yaklaşım, maalesef hadis uydurmacılığının önünü iyice açmış, siyasi işleyişlerini meşrulaştırmak için dini referanslara ihtiyaç duyan Emevi ve Abbasi sultalarına ve çeşitli fırkaların mensuplarına, uydurma rivayetler ile siyasal yapılarına ve fırkalarına meşruiyet zeminin oluşturma yolunda zemin sağlamıştır. Bu süreçte Kur'an'a yaklaşım ve onu okuma gayesiyle igili de muharref kültürlerden mülhem birçok rivayetler uyduurlmuştur. İlk neslin hayatında çarşı-pazarın, soyal, siyasi, ekonomik tüm alanların kitabı olan Kur’an, bu tür çabalarla etkisizleştirilmeye çalışımıştır ve adeta bir sevap makinesi, muska materyali, ayinler ve törenler kitabı olarak algılanma süreci böyle başlamıştır.
Bu anlayışın devamında ise mezhep ve meşrep anlayışları Kur’an anlayışının önüne geçirtilmiştir. Hanefi alimlerinden Hasan El Kerhi şöyle bir itirafı söylemiştir, “şayet imamlarımızın görüşleri, bir Kur’an ayeti ile çeliştiğinde, biz burada Ayeti tevil ederiz” demiştir. Bunu söylerken de kötü niyetle söylenmemiştir. Gaye imamların ilimlerinin yüksek olduğunu, ortaya bir şey koydular ise bunun Kur’an’a aykırı olamayacağını, bu nedenle kendilerinin ayeti yanlış anlayacaklarını, ayeti tevil ederek görüşün hakkaniyetini ortaya koymayı hedefledikleri aşikardır. Ancak zaman içerisinde bu anlayışların kötü niyetli yaklaşımlar tarafından kullanılmaya uygun olduğu ortaya çıkmış ve muharref bir Kur’an anlayışı ortaya konmuştur.
Bu anlayış özellikle bizim toplumumuzda Kur’an’ı hayata dair bir şeyler söyleyen kitap olmaktan çıkarmıştır. Ezici çoğunluk tarafından Kur’an algısı, Arapçasından okunan ve sürekli hatimlerin yapılmasıyla sevap kazanıldığı düşüncesiyle yaklaşılan bir kitap konumuna düşmüştür. Biz bunları söylerken toplumu yargılamıyoruz, vakayı teşhis etmeye çalışıyoruz, çünkü bu toplum suçlu bir toplum değil mağdur bir toplum konumundadır. Tarihten bu yana gelmiş olan, saltanat rejimlerinin etkisiyle Kur’an’ın hakikatlerinden alıkonulmuş ve tek yönlü yönlendirmelerle hakikatin varlığı örtülmeye çalışılarak Kur’an algısı oluşturulmaya çalışılan bir toplum konumuna sokmuştur. Örneğin Türkiye’de Yasin suresi denilince toplumun aklına ilk ölülerin arkasından okunan bir sure algısı oluşmuştur. Cenaze defin işlemlerinde okunan Yasin kabul edilebilir, tabi ki oraya katılan dinleyicilerin anlamalarına yönelik topluma karşı mealinin de okunması durumunda, ancak Arapçasından okunan Yasin’in ardından sevap dağıtma töreni düzenlenir ve oysaki aynı surede rabbimiz diri olanların uyarılması için Kur’an’ın gönderildiğinden bahsetmektedir. Toplumu yönlendiren bazı kanallarda görülmekte, spotlar halinde hatim kampanyası diye, sevap kazanma niyetiyle toplunun mağdur kesimi yine aynı kanalı arayarak bu kampanyaya katılmak istediğinden bahsediyor, örneğin 15 hatimde ben okuyacağım diyor, tabi bunu yetiştirebilmek için yine Kur’an’ın tertil üzere okunmasını belirten rabbimizin ayetlerine aykırı davranmış oluyor. Sahabe 10 ayet öğrendiğini, bu on ayeti hayatına tatbik etmeden başkaca ayet öğrenmediğini söylüyorlardı. Bizim toplumumuzda ise Kur’an hastalandığında yazdırılan reçete gibi kullanılmaktadır. Hayatın her merhalesini kuşatması gereken, sürekli bir şifa kaynağı, hayat düsturu konumundan çıkarılarak, sadece darda kalındığında, sınava girildiğinde, muska içinde, hastalandığında yazdırılan ve kullanılan bir reçete gibi kullanılmaktadır.
Modernist ve muharref geleneksel anlayışlarda Kur’an’ın, kurucu, inşa edici, batılı yıkıcı, belirleyici bir özne olma özelliğinden çıkarıldığındı, hakim değil, mahkum bir kitap olarak ortaya konduğunu görmekteyiz. Oysa Kur’an herhangi bir doktrinin, felsefenin anlayışın sınırları içerisinde hareket etmeyi, bu sınırlar dahilinde söz söylemeyi kesinlikle kabul etmez, kendi belirlediği sınırlar dahilinde tüm fikir ve sistemsel yapının söz söylemesini kabul eder. Hakim konumda ancak Kur’an vardır. Modernist ve muharref geleneksel anlayışta Kur’an özne olmaktan çıkarılmış ve nesne konumuna yerleştirilmiştir.
Kur’an’a modernist yaklaşımların ise İslam dünyasına ilk sızdığı yer olarak İngiliz işgaline maruz kalan coğrafyalardan Hindistan ve Mısırın karşımıza çıkması ilginçtir. Modernizim bu coğrafyalara ilk önce askeri işgaller ile daha sonra kültürel işgaller ile gelmiştir. Bu akımda dikkat çeken husus modern ön kabuller, “pozitivizm” etkisi ile, aklın dini yeniden inşa etmesi ve sınırlaması şeklinde Hıristiyan dinine, kiliseye karşı yaklaşımın, bu etkileşim ile İslam’a ve Kur’an’a yaklaşım olarak ortaya çıkmıştır. Aklı ve sınırları yeniden inşa eden vahyin konumunu akıl devralmış ve dini inşa etmeye başlamıştır. Bu gün geldiğimiz noktada Kur’an’a modernist yaklaşımların İslam dünyasında ciddi bir etkisinin olduğu görülmektedir. Akademik platformla sınırlı kalmayan bu anlayış tüm İslam dünyasında kabul görüp, şekillendirici bir unsur haline bürünmüştür. Örneğin, tarihselcilik anlayışı bu yaklaşımın örneklerindendir. Fazlurrahman’ın öne çıkardığı yaygınlaştırdığı bir anlayış olarak, tarihselcilik, Kur’an’ın temel ahlaki ve itikadi hükümlerinin evrensel olduğunu ancak, hükümlerinin, yani sosyal, siyasal ve hukuksal, ekonomik hükümlerinin tarihsel olduğunu, belli bir mekanla ilgili olduğunu, o mekanla sınırlı olduğunu, dinin sabit, şeriatın dinamik olduğunu ortaya koymuştur ve giderek revaç görmektedir. Öyle bir sonuca varmıştır ki bu anlayış bazı zihinlerde, Laik hukukun kumarı içkiyi yasaklaması, adam öldürmeyi cezalandırması maksada uygun olduğundan laik hukukun İslam hukuku yerine tahkim edilebileceğini söyleyen görüşler çıkmıştır. Kur’an’ın ahlaki ilkelerine evet diyen anlayış, miras hukuku ile ilgili olarak indiği dönemin en iyi adalet uygulaması olarak ortaya çıkmıştır, ancak bu dönemde artık bu uygulanamaz ve dinamik şeriat yapısı ile tekrar düzenlenebilir denmektedir. Bunun sonucu da bize şunu göstermektedir ki bu yaklaşımda temel belirleyici Kur’an olmaktan çıkarılmış, vahyi doğru anlamak yaşama naklini sağlamak olan akıl, tek belirleyici olarak ortaya konmuştur.
Bir diğer yaklaşım olarak karşımıza tarih üstücülük çıkmaktadır. Türkiye toplumundaki karşılığı ise mealcilik kavramını kullanabiliriz. Tarih üstücülük, Kur’an’ın apaçık bir kitap olduğunu, anlaşılabilir olduğunu, bu nedenle inmiş olduğu devri ve peygamberini göz önüne almadan, onlara ihtiyaç duymadan anlayabileceğini, yorumlayabileceğini ortaya koymaktadır. Bunu böyle yaparken, rabbimizin en güzel örnek olarak ortaya koymuş olduğu resulünü ve ilk nesli devreden çıkarmış durumdadır. Böyle yaparak insan aklını yine ön plana çıkarmıştır. Yine aynı akımın temsilcileri tarafından Kur’an kıssalarının yaşanmışlığının olmayabileceğini, bunun o dönemin Mekke dönemine ait efsaneler olarak Kur’an’ın kullandığını, bunu anlatarak doğru yolu göstermeyi hedeflediğini belirmektedir.
Buna benzer yaklaşımlardan bir diğer modern yaklaşım ise rölativizmdir. Batı menşeili olan bu akım yine, tek doğrunun kabul edilemeyeceğini, herkesin doğrusunun olabileceğini, herkesin farklı yorumlar çıkarıp, anlamlandırma yapabileceğini ortaya koymaktadır. Son dönemlerde baya revaçta olan bu yaklaşım sonucu, muhkem ayetlerde bile insanlar kendilerine göre bir doğru kabul etmektedirler. Netice ile de hakikatin göreceli olduğu insanlara benimsetilmeye başlanmıştır. Hak ile batılı birbirinden ayırmak gibi bir özelliği olan Kur’an’ı, hakkı ortaya koyamayan göreceli bir yaklaşıma sürüklemişlerdir.
Bu nedenle hak ile batılı birbirinden ayıran, apaçık, müyesser, müfesser ve temel çizgisi belli olan Kur’an anlayışının ortaya konulması için, ifrat ve tefritten uzak bir şekilde, öncelikle Kur’an temel referans olarak kabul ederek, temel kaynak olarak merkezde tutularak, resulün sahih sünneti, ilk neslin Kur’an’a yaklaşımını değerlendirerek, gelenekten bize kalmış sağlam düşünce ve birikimleri değerlendirerek, Kur’an yaklaşımımızı ortaya koymamız ve sırat-ı müstakim üzere olmamız gerekmektedir.
Sunumun ardından soru cevap bölümüne geçildi.
(Haber: Mehmet TEKKAYMAZ / Konya)
-
Ş. Hüseyinoğlu 13-01-2014 12:00
Değerli Kemal abi öncelikle ilginiz için teşekkür ediyorum. Söylediklerinize genel çerçevede katılmakla birlikte şunu ifade etmek isterim: Kur'an'da Rabbimizin haber verdiği ve sizin de işaret ettiğiniz "uyanlar - uyulanlar" konusundaki beyanlar, Allah'ın dininin hakikatiyle muhatap kılınmış ve buna rağmen saptırıcılara tabi olmuş insanlarla ilgilidir diye düşünüyorum. Oysa Türkiye toplumunun bu açıdan "ataları uyarılmamış ve bu yüzden kendileri de gaflet içinde kalmış" bir toplum olduğunu düşünmekteyim.
-
kemal songür 13-01-2014 11:24
''Biz bunları söylerken toplumu yargılamıyoruz, vakayı teşhis etmeye çalışıyoruz, çünkü bu toplum suçlu bir toplum değil mağdur bir toplum konumundadır.'' denilmektedir. Oysa, aldanan/aldatılan toplumlar! huzuru ilahide suçu öncülere/önderlere atacaklar fakat bu kabul görmeyecek öyle değil mi? Aldanmak/aldatılmak ve akılları kiraya vermek bir suçluluk değil de salt mağduriyet midir? Buradan hareketle ''suçluları'' aldatanlarla sınırlı tutmak gibi bir yanılgıya gidilmez mi? Ne şeytanın ne de dostlarının zorlayıcı ya da icbara yönelik işlevi yoktur, çünkü icbarda imtihan sakıt olur, imtihanda da icbar yoktur. Sunumunuzun burası hariç tümüne katılıyorum. Rabbimiz ecrinizi versin duasıyla, selamlar.
- Siyonazi çetesi, Gazze'de gıda yardımı bekleyen sivillere saldırdı: 150 maktul 1000 yaralı
- Gazze İle Dayanışma ve Şehadet Gecesine Dâvet
- Gazze İle Dayanışma ve Şehadet Gecesi'ne dâvet
- İktibas’a bu cumartesi Ali Kaçar konuk oluyor
- Gazze’ye Yardım Kampanyası
- Siyonist vahşet: İnfaz edip çöpe atmışlar
- Adana ve Mersin seyahatinden sadra düşenler
- Kur'an Nesli İlim Merkezi'nin çadır yardımları Gazze'ye ulaştı
Makaleler
Hava Durumu