Müftüoğlu: Neo-liberal diktatörlüğün kucağına atlıyoruz
Atasoy Müftüoğlu: Türkiye'de şu anda sadece bir tüketim devrimi yaşanıyor. Onun dışında başka bir şey yok. Hepimiz hızla bu neo-liberal iklimine girdik, onu teneffüs ediyoruz. Bu noktada da herkes demokrasiyi mutlaklaştırıyor.
08-03-2011
"Şimdi, demokrasi üzerinde tartışmalar yapabiliriz. Fakat biz Müslüman olmamız hasebiyle demokrasinin bir ahlak içermediğinden hareketle demokrasi eleştirileri yapıyoruz. Demokrasi bir ahlak içerseydi bundan teknik olarak yararlanıp yararlanamayacağımızı konuşabilirdik. Ahlak içermediğini şu noktadan hareketle söylüyorum; demokrasiler iyileri seçebileceği gibi kötüleri de seçebilir. Hırsızları seçebileceği gibi katilleri de seçebilir. Nitekim Bush'u, Blair'i seçti. Büyük katilleri demokrasiler seçti."
Yazar Atasoy Müftüoğlu Dünya Bülteni sitesine konuştu. Müftüoğlu bölgedeki son gelişmeleri ve Müslümanların tutumunu yorumluyor. Röportajı iktibas ediyoruz:
"Gençlerin ağabeyi" Atasoy Müftüoğlu bizi de bir ağabey yakınlığı ve sıcaklığıyla karşıladı. Sağlık problemleri olmasına rağmen sorularımızı uzun uzun ve titizlikle cevapladı. Kendisiyle İslam dünyasının bugününü, Ortadoğu'da yaşanan gelişmelerin ne anlama geldiğini, küreselleşmenin Müslüman dünyaya etkilerini konuştuk. Ve tabii ki, onun çok önemsediği gençlerine önerilerini almayı da ihmal etmedik. Atasoy Müftüoğlu ile söyleşimizi iki bölüm halinde yayınlıyoruz
Röportaj: Aynur Erdoğan / Dünya Bülteni
Modern dönemde İslam dünyasına ilişkin genel bir soruyla başlayıp sizin deneyimlerinizden faydalanmak adına özel sorulara gitmek istiyorum.
Tabi, sağolun.
Malumunuz, son bir buçuk asırdır İslam Dünyası batılı bir meydan okumayla karşı karşıya. Bu sırada İslam Dünyasında Sudan'dan Hindistan'a, Mısır'dan Fas'a bu taarruzlara karşı belli cevaplar üretilmiş ve direniş hareketleri ortaya çıkmış. Ama günümüzde, gerek Türkiye'de gerek batı dünyasında, hem düşünce hem eylem olarak üretilen bu birikimi bir perdenin arkasından sisli bir şekilde, biraz da çarpıtılmış bir imaj olarak görüyoruz. Bunu neye bağlıyorsunuz?
Tabii öncelikle tasrih edilmesi gereken bir husus var; konuşmadığımız, tartışmadığımız, gündemimize girmeyen bir konu. Biz bütün dünyada ve İslam coğrafyasında halen, son birkaç yüzyıldan beri yoğun bir şekilde tahakküm üreten bir dilin, bir algının, bir mantığın, bir dünya görüşünün ve hayat tarzının baskısı altındayız. Bu tahakküm üreten dil bizi zihnen baskılıyor ve zihnen hasarlı hale getiriyor. Yani biz şu anda hasarlı bir zihinle dünyadayız. Çünkü bu tahakküm üreten dille henüz hesaplaşmadık.
Bu yönde bir bilinç oluşmaya başladı sanki...
Bu dile yönelik eleştirilerimiz var. Fakat bunlar daha çok duygusal eleştiriler, tepkiler. Yani bir gerçeklik haline dönüşmüyor. Zaten bu bizim tepkilerimiz bir gerçekliğe dönüşmüş olsaydı bu tahakkümden bağımsızlaşmış olacaktık. O açıdan biz şu anda bu tahakküm üreten dilin sınırları içerisinde kendimize bir gelecek arıyoruz. Bu bağlam bize ait bir bağlam değil. Yani bu bağlam, bu tahakküm üreten dilin, söylemin, dünya görüşünün, hayat tarzının bağlamı; Hıristiyan-Yahudi geleneğinin bir ürünü.
İslam Dünyası batıda üretilen her şeye karşı mı olmalıdır?
Tabi bu batıda olan her şeyin cahili olalım anlamına gelmiyor. Batıda kötü şeyler olduğu gibi iyi şeyler de olabilir. Doğuda iyi şeyler olduğu gibi kötü şeyler de olabilir. Doğu-Batı gibi bu ikili karşıtlıklar İslam'ın reddettiği karşıtlıklardır. Bütün bir yeryüzü, bütün bir arz Allah'ın ve biz bütün bir arza, insanlığa karşı sorumluyuz. Dolayısıyla bu ikili karşıtlıklar daha çok sömürge mantığı ile icat edilmiş karşıtlıklar. Tabii ikili karşıtlık olunca, rekabetler, çatışmalar, gerilimler de gündeme geliyor. Bu noktadan bakılınca biz hala bu tahakküm üreten dilin etkisi altındayız. Bu kavramı çok önemli buluyorum; tahakküm üreten dilden özgürleşmedikçe, bütün bu sizin sözünü ettiğiniz direniş, bağımsızlık mücadeleleri, "demokrasi" –tırnak içinde söylüyorum- mücadeleleri yine batının lehine kaydedilecek şeyler. Nitekim, Berlin duvarının yıkılışından sonra tarihin sonu gündeme gelmişti biliyorsunuz...
Evet.
O batının nihai zaferi anlamına geliyordu. Ancak aynı günlerde İran'da İslam devrimi olunca bu defa tarihin henüz sonunun gelmediği; yeni bir alternatifin, dünya görüşünün, hayat tarzının olduğu gündemimize girdi. Fakat İslam devrimi, kendisini bir mezhebe kapattığı için bütün bir ümmet için yeni bir çözümlemeyi üretmeyi başaramadı. Başlangıçta böyle bir umut taşıyor idik.
İRAN'IN NÜKLEER GÜCÜ TARTIŞMALARI DEVRİMİN RÖVANŞI
Ama aslında İslam Devrimin kendisinin modern dünyaya bir alternatif olduğunu söylüyorsunuz.
Gayet tabii. Zaten bugün İran'la ilgili nükleer tartışmalar başka bir şeyi bir şeyi yansıtıyor; batı İran'dan rövanşını almak istiyor. Ama İran dünyanın, İslam Dünyasının dikkatini çekebilecek bir yanıtlar çerçevesi üretmeyi başaramadı.
İran'ın kendi mezhepsel bağlamında kapalı kalmasının yanı sıra, bunda bizim İran'a bakış açımızın da etkisi olabilir mi?
Gayet tabii. Bugün, 21. yy.da bizlerin Müslümanlar olarak halen mezhep bağlamında konuşuyor olmamız büyük bir utanç vesilesidir. Yani mezheplerin gündeme gelmemesi gerekirdi. Ortak bir ümmet dilinin ortaya çıkması gerekirdi. Yani küresel bir Müslümanın bir mezhebe, bir etnik aidiyete, bir yerelliğe, bir kişiye kapanması kadar büyük bir talihsizlik olamaz.
İran-Osmanlı sürtüşmelerinde görüldüğü gibi toplumların birbirine mezhep zaviyesinden bakmasının tarihsel bir arka planı mı var?
Gayet tabii. Evvela siz zaten bir mezheple tanımlanıyorsanız kendi kendinizi engelliyorsunuz demektir. Bir ümmet birlikteliğinden ayrılıyorsunuz demektir. Kendinizi herhangi bir yerelliğe kapatıyorsunuzdur. Bu mezhepsel anlamda da olabilir siyasal anlamda da olabilir pekala. Biz kendimizi, oraya karşı kapattık. Yani İslam dünyası İran diye bir yerin varlığından devrimden sonra haberdar oldu. Bunu Kerim Sıddıki eserlerinde itiraf ediyor. Kendisi bir siyaset felsefecisiydi, iletişim bilimciydi. Böyle bir adam bile İran'ın farkına devrimden sonra vardığımızı itiraf ediyor.
O süreçte toplumların yaşadığı modernleşme ve uluslaşma deneyimi de parçalayıcı bir etki yapmadı mı?
Modern kırılmanın kuşkusuz etkisi var. Tabi burada sorun şu; bugün modernite evrenselleşiyor. Biz farkına varalım ya da varmayalım. Hatta bizi de içine alacak şekilde evrenselleşiyor ve melez, kozmopolit bir dünya oluşuyor. İletişim, enformasyon devrimi sayesinde zaman ve mekân sınırları aşılıyor. Böylece o küresel köy bir gerçekliğe dönüşüyor. Küreselleşmeye katılalım ya da katılmayalım bugün paylaşabileceğimiz çok önemli, olumlu sonuçları da oldu.
ULUS DEVLETLE HESAPLAŞANLAR MÜSLÜMANLAR OLMALIYDI
Ulusal sınırlar tartışılmaya başladı...
Mesela ulus devleti biz Müslümanlar sorgulayabilmeliydik. Ulus devletin mukaddeslerini bizler yargılamalıydık ve reddetmeliydik. Fakat düşünebiliyor musunuz, ulus devlete mahkum olduğumuz, edildiğimiz gibi sonra din aracılığıyla ulus devletleri takdis etme görevini de üstlendik Müslümanlar olarak. Ulus devletin bugün en sıkı takipçileri Müslümanlar. Vatan, millet, devlet bağlamında bütünüyle takdis ediyorlar. Hâlbuki bugün küreselleşme ne yaptı? Ulus devleti tartışılabilir hale getirdi. Daha önemli bir şey daha yaptı; özellikle İslam Dünyasında dokunulmaz kılınan, takdis edilen, mutlaklaştırılan devlet algısını da tartışabilir hale geldi. İslam Dünyasında devlet karşısında toplum yoktu, birey hiç yoktu. Şimdi kimi sivil toplum kurumları aracılığıyla, sivil toplum devlete karşı inisiyatif kazanıyor. Fakat küreselleşmeden yararlanıyor, farkında olmaksızın. Küreselleşme böyle hazır bir düşünsel zemin sunuyor. Hâlbuki ulus devletle hesaplaşmayı biz yapmalıydık. Şimdi modernleşme evrenselleşiyor. İşte melez, kozmopolit bir dünya var. İslam kozmopolisizmden rahatsız değil. Çünkü geçmişte örneğin İstanbul kozmopolit bir metropoldü. Biz bunlardan rahatsız değiliz.
Küreselleşmenin bütün kültürlerin lehine geliştiğini söyleyebilir miyiz?
Hayır, tabii ki. Küreselleşme yoluyla güçlü kültürler güçsüz kültürleri ilhak ediyor ya da etkisiz hale getiriyor. Televizyon, internet, medya, sinema, tiyatro vs. yoluyla güçsüz kültürleri eritiyor, zayıflatıyor, güçsüzleştiriyor, marjinalleştiriyor hatta gayrimeşru hale getiriyor.
Bugünlerde Ortadoğu'da meydana gelen gelişmeleri de bu kanallar aracılığıyla izliyoruz...
Evet. Bu sebeple olaylar hakkında biz daha çok yüzeylerde gördüklerimiz etrafında konuşuyoruz. Yüzeyleri görmek kolaydır, yüzeysel olanı herkes görür. Yüzeyleri bir kamera, fotoğraf makinesi görür. Bunun için bir uzman olmaya gerek yoktur. Ama aslolan derinlikleri görmektir. Olayları hazırlayan derinliklerde ne olduğunu görmektir.
Biraz önce bahsettiğiniz o küreselleşme resmi içinde Ortadoğu'daki bu olayları nereye yerleştiriyorsunuz?
Arz edeyim: Derinliklere inmek için bir ışığa ihtiyacımız var. Bu ışık nedir? Tarihsel, kültürel dinamikleri çok iyi bilmek ve okumak; 20. yüzyılı hazırlayan dinamikleri hatırlamak; bir de küresel çağda nerede yaşıyor olursanız olun yerel bağlamda cereyan eden her olayın küresel bağlamdan hareketle değerlendirilmesi gerektiğine ilişkin bir gerçekliğin farkında olmaktır. Buradan hareketle şöyle bir noktaya gelebiliriz; bugün Mısır'da, Tunus'ta, diğer Mağrip ülkelerinde bu isyanı hazırlayan kitlesel gösteriler daha çok genç kuşakların öncülüğünde ifadesini buluyor. Yani burada sosyolojik ve tarih felsefesi yorumuna ihtiyacımız olduğumuz gibi bir demografik yoruma da ihtiyacımız var. İslam dünyası toplumlarında bir tarih felsefesi çözümlemesi yok. Çünkü tarihi bir hamaset olarak, kahramanlık tarihi olarak algılıyoruz.
HAMASET YERİNE TARİH FELSEFESİ PERSPEKTİFİ KAZANMALIYIZ
Ben cumartesi günü bir yerde konuşma yapıyordum, bir örnek verdim; bir dizi sebebiyle Müslümanlar tepkiler gösterdiler. Gösterilen tepkilerin istisnasız tümü tarihsel gerçekliği yansıtmıyordu, utanç vericiydi, tamamen duygusaldı. Hiçbir tarihsel içerik söz konusu değildi. Tarihe eleştirel olarak bakmak için bir tarih felsefesi perspektifimizin olması lazım. 1) Böyle bir perspektife ihtiyaç var. 2) Sosyolojik bir terbiyeye, duyarlılığa ya da bilince ihtiyaç var. 3) Olayları küresel bağlama yerleştirmek gibi bir dikkate ihtiyacımız var. Şimdi burada küresel bağlam nedir, enformasyon, bilgi, küreselleşme çağında bütün toplumları doğrudan etkileyen bir gerçeklikle karşı karşıyayız. Buna direnemiyoruz, yanıt veremiyoruz ve içe kapanıyoruz. Zaten İslam toplumlarının içerik üretememek gibi bir sorunları var. İçeriği merkez üretiyor, taşra, merkez tarafından üretilen şeye mecbur ve mahkûm ediliyor. Örneğin demokrasi konusundaki tartışmalar bu konuda örnek olarak verilebilir. Şimdi bu internet, enformasyon çağında bilgiyi kontrol edebilecek, bilginin mahiyetini çözümleyebilecek bir bilince de sahip değiliz. Üretilen bilginin niteliği konusunda bir eleştirel dikkatimizin olması gerekiyor, Müslümanlar olarak. Çünkü bilgi o başta sözünü ettiğim tahakküm üreten sömürgeci zihnin bir parçası. Dolayısıyla bu bizim zihnimizi de sömürgeleştiriyor. Sömürgeleştirilen zihin kendisine vaziyet eden iradeyi çözümleyemiyor. Ancak bağımsızlaşması halinde bunu çözümleyebilir. Şimdi bu gösterilerin ortak bir özelliği var.
GÖSTERİCİ GENÇLERİN PRAGMATİK VE DEMOKRATİK TALEPLERİ VAR
Bu gösterici gençler televizyon, medya vs. aracılığıyla neo-liberal demokratik dünyayı görüyor ve öyle olmak istiyor. Orayı kıskanıyor, oraya öykünüyor ve orada olmak istiyor. İmkan bulsa oraya gidecek, imkan bulamıyor, kısıtlanmış bir ülkede yaşıyor. Dolayısıyla bu kitlelerin talepleri pragmatik ve demokratik taleplerdir.
Bir ideolojik bağlamları var mı?
Yok. Çünkü İslami talepleri yok. Bizi bu nokta ilgilendiriyor. Gerçi şu da ilgilendiriyor: -haksızlık etmeyelim- Yani Müslüman olmak demek, adalet sahibi olmak demek. Bir değişim ve dönüşüm talebi var. Bu değişim ve dönüşüm talebinin içeriği konusunda konuşmamız gerekiyor Müslümanlar arasında. Örneğin bu cereyan eden olayların devrim olduğuna dair bir takım spekülasyonlar var. Ortada bir devrim filan yok. Hatta yakın bir gelecek için bile bir devrim öngöremeyiz. Çünkü devrimin olabilmesi için önce bir zihinsel devrimin olması gerekiyordu. Biz şu anda zihinsel sömürge dönemini yaşıyoruz. Yani bir devrim olacaksa eğer, zihinsel bir düzlemde bunun gerçekleşmesi gerekiyor.
KENDİMİZİ NEO-LİBERAL DİKTATÖRLÜĞÜN KUCAĞINA ATIYORUZ
Yapısal bir dönüşüm de talep etmiyorlar?
Hayır. Kişiler değişiyor. Ha biz bunu takdirle karşılaşıyoruz. Fakat şu tür çelişkilerimiz var: Bir siyasal diktatörlüğü deviriyoruz, bu takdir edecek alkışlanacak bir şey. Diğer taraftan biz kendimizi neo-liberal diktatörlüğün kucağına atıyoruz. Neo-liberal diktatörlüğün biz diktatörülük olduğunun zaten ayırdında değiliz. Siyasal diktatörlüklere karşı önlem alabiliyorsunuz, çünkü o sizin fiziksel varlığınızı tehdit ediyor. Tavır alıyorsunuz, size düşman olarak, somut olarak karşınızda görüyorsunuz onu. Onun faşizmini görüyorsunuz, o faşizme maruz kalıyorsunuz, ona muhatap oluyorsunuz, o sizin hayatınızı doğrudan kısıtlıyor. Neo-liberal diktatörlüğü ise fark etmiyorsunuz, o sizin ruhunuzu yok ediyor.
Küreselleşme dediğiniz şeyin arkasında bu mu var?
Bu var tabii. O bizim ruhumuzu yok ediyor. Burada bir başka şeyi de önemli buluyorum. Ben bunun İslami çevrelerde tartışılmasını istiyorum. Belki sizin vasıtanızla tartışmaya açılabilir.
İnşallah. Nedir o?
Bu siyasal diktatörlükler ve neo-liberal diktatörlük yanında bizim içsel diktatörlüklerimiz var. Manevi ve ruhani diktatörler.
Bunlar kim?
Bunlar; şeyhler, üstatlar, manevi liderler, öncüler, rehberler, manevi rehberler, düşünsel rehberler vs. İslam Dünyasında bütün cemaat hareketlerinin liderleri tepeden iniyor. Hiçbirisini biz seçmiyoruz. Seçimden kastım demokratik seçim değil. Biliyorsunuz, ehliyet ve liyakatlilerin seçiminden söz ediyorum. Yani bir şuranın seçiminden söz ediyorum. Ehliyetli ve liyakatli bir meclis tarafından seçilmiş liderlerimiz yok. Onlar tepeden iniyor.
Dinî cemaatler içinde bile?
Tabii tabii. Onlar tepeden iniyor, tepeden inen herkes bizden kayıtsız şartsız itaat istiyor. Bunu da Kuran'ı sömürerek, daha doğrusu araçsallaştırarak yapıyor. Bugün İslam ve Kuran, cemaatin elinde rehin, çünkü her cemaat Kuran'ı kendi çıkarına göre yorumluyor. Yani keyfi teviller, çıkarımlar yapıyor. Dolayısıyla bu tepeden inen liderler 50-60 yıl ve bir ömür boyu liderlik yapıyorlar. Onların hiçbir tasarrufu, eylemi tartışılmıyor. Siyasal iradeler bizim canımıza kastederken bu manevi iradeler bizim bilincimize kastediyor. Çünkü siyasal diktatörler, toplumları sessizleştirirken, bu manevi ve ruhani diktatörlükler kendilerine tabi olanları düşüncesizleştiriyor.
Siyasal etkileri ne oluyor, cemaatlerini eylemsiz kıldıkları görüşüne katılıyor musunuz?
Gayet tabii. İradesiz hale getiriyorlar. Ben Marks'ın çok haksız olduğunu düşünmüyorum. "Din halkların afyonudur." diyor ve bugün bu bir afyon, narkoz olarak veriliyor. Demokrasi de bir narkoz. Şimdi Ortadoğu'da bu gençleri bu noktaya getiren şey şu; İslam Dünyasında İslami, entelektüel, akademik, bilimsel hareketler ve bu manevi hareketler bu gençlerin dünyasına nüfuz etmeyi başaramamış, gördüğümüz üzere. Onları kazanmayı, ikna etmeyi başaramamış.
Bu sebeple mi ideolojik bir bağlamları ve İslamî bir talepleri yok?
Şu anda İslam Dünyasının gündeminde -size pek çok isim sayabilirim, istisnaları neredeyse çok az- bütün Müslüman düşünürler, siyaset bilimciler, siyaset felsefecileri, Raşid Gannuşi'den Abdülvahhab el-Efendiye, geçenlerde vefat eden Cabiri'ye kadar herkes bir tek şey söylüyor. Burası çok önemli, hayati bir şey: 1) Demokrasi nihai bir mutabakat zeminidir. 2) Demokrasi nihai bir meşruiyet ve referans kaynağıdır.
Biraz daha demokrasinin ne zararı var ki?
Şimdi, demokrasi üzerinde tartışmalar yapabiliriz. Fakat biz Müslüman olmamız hasebiyle demokrasinin bir ahlak içermediğinden hareketle demokrasi eleştirileri yapıyoruz. Demokrasi bir ahlak içerseydi bundan teknik olarak yararlanıp yararlanamayacağımızı konuşabilirdik. Ahlak içermediğini şu noktadan hareketle söylüyorum; demokrasiler iyileri seçebileceği gibi kötüleri de seçebilir. Hırsızları seçebileceği gibi katilleri de seçebilir. Nitekim Bush'u, Blair'i seçti. Büyük katilleri demokrasiler seçti.
Diğer taraftan batı Ortadoğu'daki bu diktatörleri destekledi de. Bunu nasıl açıklıyorsunuz?
İşte, modern, endüstriyel uygarlık Ortadoğu'da petrol çıkarlarına gölge düşer endişesiyle bütün diktatörlükleri ve tiranları sonuna kadar destekliyor, onlara hayat veriyor. Onlar için demokrasi istemiyor. Fakat bu elektronik iletişim çağında, gençler bu demokrasiye yapılan ısrarlı vurgulardan etkileniyorlar ve demokrasi istiyoruz diyorlar. Kimsenin İslami bir talebi yok. Buradan çıkan sonuç şu; biz İslam Dünyasının artık içerik üretmesi gerektiğini düşündüğümüz bir zamanda bu defa yeni bir tarihin sonu dönemini idrak ediyoruz, yeniden mecbur ve mahkum ediliyoruz, Avrupa'nın –hâşâ- zaferine.
İslam dünyasının alternatif sunamaması, içerik üretememesi tarihin sonu ve Avrupa'nın zaferi anlamına mı geliyor?
Tarihin sonu, neoliberalizmin, demokrasinin, kapitalizmin ve sekülerizmin nihai başarısıdır. Düşünebiliyor musunuz, Protestan geleneğin bir parçası olan sekülerizm bugün evrenselleştirilmeye çalışılıyor. Yani bırakın İslam Dünyası ile ilgisini, Hıristiyan Dünyası ilgisi bile çok sınırlı bir gerçeklik, sekülerizm. Bugün Batı sekülerizmi tartışmaya başladı.
Onlar tartışıyor ama sekülerizm küreselleşiyor. Kürselleşmenin lokomotif gücü nedir?
Modernite tabii. Daha doğrusu; Amerikan ideolojisinin, modernitenin yeni bir biçimidir küreselleşme. Sınırlar ortadan kalkarken zaman ve mekan ötesi bir zemin oluşuyor. Evvela küreselleşme ekonomik bir gerçekliğin adı olarak ortaya çıktı. Yani serbest pazarın nihai anlamda devletlerin kontrolü dışına çıkması manasındadır. Serbest pazarın, tüketim toplumlarının putlaştırılması... Ama asıl tabii pazarın putlaştırılması anlamında idi küreselleşme ve nitekim öyle. Bütün toplumları bir kasırga gibi içine aldı. Bugün dünya çapında serbest pazarın bütün ürünlerinden pekala yararlanabiliyorsunuz. Ekonomi aracılığıyla başladı, daha sonra bu kültürel bir boyut kazandı. Kültürel boyutu da sekülerizmin, modernitenin, kapitalizmin ve seküler hayat tarzının dünya çapında örgütlenmesi, pazarlanması anlamında.
Küreselleşme ulusal sınırları esnekleştiriyor...
Tabii doğru, öyle yararlı bir yönü de var.
Ama öbür taraftan Müslümanın özel hayatına da nüfuz ediyor. Özellikle günlük hayatta kapitalist ekonominin görünümleriyle karşı karşıya kalıyor...
Tabii tabii.
Müslüman bireyin özel hayatında neyle karşı karşıya olduğunu biraz açar mısınız?
Tabi. Bunun için küreselleşmenin bir başka yanından söz etmemiz gerekiyor. Küreselleşme çağında kültürel bir İslamileşme sürecine girdiğimizi görüyoruz. Bu şu anlama geliyor; İslam dünyası hızla davasızlaşıyor. Demin siz ideolojik boyutu yok dediniz, ben ideoloji sözcüğünü çok kullanmıyorum; davasızlaşıyor. Israrla, yoğun bir şekilde davasızlaşıyor. Siyasal, kamusal alana yönelik iddialarından vazgeçiyor, çünkü bireysel dindarlık öne çıkıyor. Cemaatlerin gündeminde zaten bir siyasal mücadele yok. Cemaat hareketleri sadece masal, menkıbe, efsane unsurlarıyla ayakta kalmaya çalışıyorlar. Ayrıca cemaat hareketleri sözünü ettiğim gibi tepeden inme hareketler olduğu için, orada herhangi bir eleştirellik de ortaya çıkmıyor. Zaten İslam mirasında eleştirelliğe yer yok. Sadece kayıtsız şartsız itaatten söz ediliyor. Hatta birtakım Müslüman düşünürler biz de eleştiri yok deyip geçiyorlar. Bizde eleştiri var. Çok ciddi bir şekilde var.
Otantik anlamda mı söylüyorsunuz, eleştiri geleneği mi yok?
Geleneği yok, ama örneğin diyor ki Hz.Ebubekir "ben yanlış yaparsam ne yaparsınız" , "seni kılıcımızla düzeltiriz" diyorlar. Mesela biz bir cemaat liderine, -zaten cemaat lideri bize ben yanlış yaparsam ne yaparsınız falan diye sormuyor- bunu söyleyemiyoruz. O burası siyah diyorsa siyahtır, onun bir bildiği vardır diyoruz. Çünkü cemaat düşüncesizleştiriyor, arz ettiğim gibi. Düşüncesizleştiren bir cemaat, cemaat olmaktan çıkıyor ve bir sürüye dönüşüyor. Biz şu anda sürülere cemaat diyoruz. Cemaatler, sayılarıyla iftihar ediyorlar. Hâlbuki Kuranı Kerim bize sayılarımızla iftihar etmememizi söylüyor. Bizim niteliklerle var olabileceğimiz buyuruyor. Bu cemaatler sayılarıyla ve paralarıyla iftihar ediyorlar. Sayılarla iftihar ediyorlar fakat nitelik üretmiyorlar, içerik üretmiyorlar. Bir niteliğe zaten sahip değiller. Sayı üreten cemaatlerde bir tek entelektüele tesadüf edemiyorsunuz. Bağımsız düşünme yeteneğine sahip olan bir tek entelektüel yok.
EKONOMİK EŞİTSİZLİK ARTIYOR, ÖZGÜNLÜĞÜMÜZÜ YİTİRİYORUZ
Kültürel İslamileşme Müslümanları apolitik mi yapıyor?
Şimdi, kültürel İslamileşme, dindarlığın bireyselleşmesi gibi şeyler bizim mücadele alanından çekilmemiz sonucunu doğuruyor. Ve meydanı küreselleşmeye bırakıyoruz. Arz ettiğim gibi küreselleşmenin tartışabilir yanları olduğu gibi böyle bir katkısı da var. Örneğin bugün küreselleşme karşıtları son derece anlamlı bir mücadele veriyorlar. Ekonomik küreselleşme eşitsizlikleri çoğaltıyor. Kültürel küreselleşme ise toplumların kendi özgünlüklerini yitirmelerine neden oluyor. Biz de bütün merkezi özgünlüklerimizi yitiriyoruz. Biz artık tamamen tanınmaz hale geliyoruz. Örneğin Türkiye'de şu anda sadece bir tüketim devrimi yaşanıyor. Onun dışında başka bir şey yok. Hepimiz hızla bu neo-liberal iklimine girdik, onu teneffüs ediyoruz. Bu noktada da herkes demokrasiyi mutlaklaştırıyor.
sürecek...
-
ayhan türk 09-03-2011 15:50
Atasoy ağbiyi yıllar sonra böylesine hayati konularda dinlemek çok güzel .. devamını da okuyalım inşallah.
-
nuri 08-03-2011 15:37
Ulus devlet, demokrasi, cemeatler ve türkiyedeki çelişkilerin birçoğu aslında şu ekrana sığmış.Sadece bu satırlar bile bizlere birçok konuda fikir veriyor. Allah razı olsun...
- "Boykot bir kampanyanın parçası olmalı ve hedefleri açıkça belirtilmeli"
- “Hak İle Dalâlet Arasında Ara Form Yoktur”
- Ercümend Özkan'la, Ehl-i Sünnet üzerine söyleşi
- Akif Emre: Müslümanlar hiç Kur'an okumuyorlar mı?
- Ramazan Yazçiçek ile Ahlâk üzerine
- Hristiyan misyoner nasıl Müslüman oldu?
- Kürşad Atalar: Tarihte savrulan, dönüşen bir Peygamber olmamıştır
- İtalyan genç Andera Lazaro ile, hidâyet serüveni üzerine söyleşi
Makaleler
Hava Durumu